Son haftalardaki gelişmeler, toplumsal mücadelelerin üzerinde geliştiği üç ana eksen, kriz-Kürt sorunu-yerel seçimler etrafında giderek daha fazla yoğunlaşırken, AKP’nin beklenenden daha sert bir iniş içinde olduğu iyice belirginleşiyor. Ekonomik kriz büyük bir hızla derinleşerek yayılıyor. Olağanüstü koşullarda yöneticilik vasfı gösteremeyen T.Erdoğan’ın krize ilişkin gafları espri konusu olurken, krizin boyutlarını küçük gösterme gayretleri artık yaygın tepki […]
Son haftalardaki gelişmeler, toplumsal mücadelelerin üzerinde geliştiği üç ana eksen, kriz-Kürt sorunu-yerel seçimler etrafında giderek daha fazla yoğunlaşırken, AKP’nin beklenenden daha sert bir iniş içinde olduğu iyice belirginleşiyor.
Ekonomik kriz büyük bir hızla derinleşerek yayılıyor. Olağanüstü koşullarda yöneticilik vasfı gösteremeyen T.Erdoğan’ın krize ilişkin gafları espri konusu olurken, krizin boyutlarını küçük gösterme gayretleri artık yaygın tepki topluyor. İşin ciddiyeti daha görünür olmaya başladı. Krediler ödenemez durumda, üretim tezgahları durdu, kapanan işyerleri hızla artıyor. Ekonomiyi sürükleyen sektörler neredeyse çökmüş durumda. TÜİK verilerine göre, kapanan işyeri sayısı geçen yıla göre %50 arttı. Ödenmeyen kredi kartı sayısı 1 milyonu, asgari ödeme yapılan kart sayısı ise 9 milyonu geçti. İşten atılanlar şimdiden yüz binlerle ifade edilmekte.
Hükümet ise IMF ile “üç aşağı beş yukarı anlaşmak üzere olunduğunu” açıkladı. Ama şimdiden bütçe tasarısı ve yeni asgari ücret ile fiili bir IMF programı uygulanmaya başlandı.
Emekçilerin arasında ise kendiliğinden tepkiler artıyor. Çok uzun bir aradan sonra peş peşe bir dizi fabrika/işyeri işgali gündeme gelmeye başladı. Tarihlerinin en kalabalık mitingini gerçekleştiren eczacılar, kepenk kapatmaya hazırlanıyor. Sendikalaşma girişimleri artıyor. KESK son aylarda 5 bin civarında üye artışı sağladı. Bu gelişmeler, emekçilerin yavaş yavaş egemenlerin kriziyle ezilenlerin krizinin birbirinden farklı şeyler olduğunu kavramasına uygun bir zemine işaret ediyor. Bu arada, dünyada krizden insani bakımından etkilenmeyen yegâne ülke Küba. Venezüella’da ise işsizlik azalıyor.
Kürt sorununda da zor bir dönemece girildiğine dair belirtiler her geçen gün artıyor. Irak’tan ABD askerlerinin çekilmesine dönük takvim gereğince yetkilerin (tabii ki ABD gözetiminde) Iraklılara devredilmesine bağlı olarak, Türkiye’ye K.Irak ve Kürtlere hamilik rolü verilmesine dair tarışmaların yeniden güncelleşmesiyle birlikte Kürt sorununda yeni bir döneme giriliyor. Irak Başbakanı Maliki’nin Ankara ziyaretinde, ABD planının bir parçası olarak, Kandil’dekilere af çıkarılmasını ve önder kadroların Avrupa’ya ya da Irak’a yerleştirilmelerini vurgulaması seçim sonrasındaki gelişmelerin (çoktandır bilinen) bir yüzünü netleştirmiş oldu. Barzani’nin PKK’ye silah bırakma çağrısı da bu planın bir başka yüzünü yansıttı. PKK’yi köşeye sıkıştırmaya dönük planın diğer boyutları da bilindiği üzere cemaatler aracılığıyla gericilik örgütlenirken, özellikle devlet üzerinden Fethullahçıların büyük bir yatırım hamlesine soyunması şeklinde biçimlenecek. Şimdilik TRT’nin Kürtçe kanalının yayına geçmesi gibi uygulamalar kamuoyuna yediriliyor. Paketin asıl büyük kısmı seçimlerin ertesine sarkıtılacak. Ancak Kürt Hareketi’nin son dönemdeki başarılı manevraları bu adımların ne kadar başarılı olabileceğini belirsiz kılıyor.
Ekonomik kriz ve Kürt sorununda egemenlerin açmazları, bugün AKP’nin düşüşünün ana ayaklarını oluşturuyor. AKP’nin aday belirleme kırılganlığının da bu koşullarda anlaşılması gerekir. Ankara’da bir kabusa dönüşen AKP’nin aday belirleme sınavı giderek Adana, Antalya gibi bazı büyük şehirlerin kaybedilme endişesiyle birleşiyor. Bu durum, yerel seçimleri AKP’nin neoliberal politikalarının, yolsuzluklarının, gericiliğinin, oylanacağı bir referanduma, genel seçim havasına dönüştürüyor.
Danıştay ve YSK ile Anayasa Mahkemesi’nin bir bölümü arasında belde belediyelerinde seçim yapılması üzerinden patlayan kavga da esas olarak yargı içindeki iktidar yanlıları ile karşıtları arasındaki çatışmanın şiddetini göstermesi açısından ilginçti. Devlet aygıtının her birimini karış karış ele geçirme mücadelesi yürüten AKP açısından yargının bir bölümünün direnişi sürdürdüğü ve yerel seçimlere dair projesinin bir ayağına taş koyduğu görüldü. Bu gelişmeler bugüne dek hiçbir sistem partisinin yeltenmediği ya da yeltenip başarı sağlamaya yaklaşamadığı “devlet-parti özdeşliği” noktasında AKP’nin kat ettiği mesafeyi ve bürokrasi içindeki eleştirel her tutumun bir anda adeta sistem sorununa dönüşme özelliğini yansıtmakta. AKP’nin neoliberal politikalar ve ılımlı İslam rejimi çerçevesinde rejimi daha da otoriterleştirmeye yönelik bu yaklaşımı tek parti dönemini ve cunta dönemlerini çağrıştırmakta. Hatta onlardan fazla olarak cemaatleştirme politikalarıyla bu otoriterleşme girişimine kitle tabanı yaratmaya da yönelmektedir. Parlamenter dönemlerde (1950’lerde DP’nin aynı doğrultudaki ama bu denli kapsamlı olmayan eğilimi hariç) hiçbir zaman bu kadar monolitik bir rejim yapılanmasına yaklaşılmamıştı. Seçim atmosferinde bunun somut yansıması, özellikle taşrada AKP’nin seçim çalışmalarının doğrudan valiler, kaymakamlar, il/ilçe milli eğitim, sağlık vb. müdürleri eliyle yürütülmesinde/koordine edilmesinde, tüm devlet olanaklarının AKP’nin hedefleri doğrultusunda seferber edilmesinde görülmektedir.
İslami kadrolaşmanın son örneği de İstanbul Üniversitesi’nin rektör atamasında yaşandı. A.Gül “rahatsız olduğunu” iddia ettiği yetkisini kullanarak ikinci sıradaki yandaşını atamaktan geri durmadı. (Nedense bu “rahatsızlık duyulan” yetkiler hiç demokratik teamüller doğrultusunda kullanılmıyor.)
Devlet içi iktidarın sağlamlaştırılmasına paralel olarak toplumun teslim alınması süreci de işliyor. Kürtlerin özgürlük mücadelesinin gerek devlet gerekse de cemaat/aşiret ilişkileri aracılığıyla bastırılmaya çalışılması; batıda toplumun neoliberal politikalar aracılığıyla parçalanarak, devletin baskıcılığı ve krizin şiddetiyle çaresizleştirilerek cemaatlere doğru ittirilmesi bir ve aynı planın parçalarıdır.
Bu nedenlerle içinden geçtiğimiz seçim sürecinde bir kısım solun AKP’yi herhangi bir düzen partisi yerine koyarak, öncelikle AKP’yi karşısına alan sol politikaları eleştirmesi ve tüm düzen partilerine karşı eşit mesafede olunması çağrısı yapması son derece yanlış bir tutumdur. Gerçek hayattan kopuk, büyük tehlikenin farkında olmayan, liberal sol etkilenmeler etrafında biçimlenen bakış açısının yansımalarıdır. Hele AKP’nin belediyeleri toplumu gericileştirmenin güçlü mevzileri haline getirdiğinin üzerinden atlayan yaklaşımların kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Gerçek halkçı-demokratik seçeneklerin henüz olgunlaşmadıkları bugünkü noktada ve üstelik AKP’ye karşı mücadeleyi ikinci plana ittirerek “tüm düzen partilerine eşit mesafedeyiz” söylemini, solun bağımsız bir politik hat oluşturmasının zorunlu ve yeterli şartı olarak görmek yanlış olduğu kadar aynı zamanda etkisiz de bir tutumdur. Bugün halkçı-demokratik bir seçeneğin olgunlaştırılabilmesi, AKP’nin neoliberal-gerici politikaları karşısında gelişen tepkilerin görmezden gelinmesiyle mümkün olamaz. Aksine bu haklı tepkilerin ilerici kanallara akıtılması için mücadele edilmelidir. Nitekim bu dönemde halkta yükselen AKP karşıtı tepkiler, 22 Temmuz seçimleri öncesindeki gibi “devlete sahip çıkma” ekseninden uzaklaşarak ilerici, bağımsız, sol kanalları beslemeye yönelmektedir. Yapılması gereken, bu tepkileri karşıya/hafife almak değil, tam tersine bu tepkilerin hak mücadeleleriyle karakterize olacak halkçı-demokratik politikalar ekseninde gelişmesinin önünü açmak olmalıdır.
AKP’nin bu süreçte bir diğer zaaflı noktası da Ortadoğu siyasetidir. İsrail’in Gazze’de yüzlerce Filistinliyi öldürerek, binlercesini yaraladığı saldırılar 20 Ocak’ta Obama göreve
başlamadan önce, ABD’nin yeni Ortadoğu politikalarını biçimlendirmeye yönelik bir oldu bitti olarak görülebilir. Bu saldırıların, Bush gibi gidici olan Olmert döneminde gerçekleşmesi, İsrail’in bir devlet politikası etrafında Ortadoğu’daki yeni döneme saldırgan bir hamleyle başladığını ortaya koymakta ve Filistin’de yaklaşan Devlet Başkanlığı seçimlerinin Hamas’ın galip çıkacağı bir genel seçime dönüşmesine müdahale amacı taşımaktadır.
Türkiye ile İsrail ilişkileri açısından ise Erbakan’ın 1997’de imzaladığı stratejik işbirliği anlaşması dönüm noktasıdır ve sonrasında arada imzalanan 49 adet ikili anlaşma mevcuttur. İkili anlaşmalar askeri ve ekonomik ağırlıklıdır. İçinde Filistin’de ortak serbest bölge kurmaktan, bugünlerdeki bombalamaları gerçekleştiren İsrail pilotlarının Türk pilotlarla ortak eğitimlerden geçirilmesine dek varan anlaşmalar mevcuttur. Bunların çok büyük bir bölümü de AKP döneminde imzalanmıştı. En son 2008’in Eylül ayında füze ve yakıt ikmal tatbikatı Konya semalarında ortaklaşa gerçekleştirilmişti. Bu nedenle AKP’nin döktüğü timsah gözyaşlarının en küçük bir samimiyeti dahi olamaz. Yapılması gereken, İsrail’le başta askeri anlaşmalar olmak üzere tüm ikili anlaşmaların feshedilmesi ve diplomatik ilişkilerin kesilerek, mazlum Filistin halkının yanında yer alan bir mücadele hattının örülmesidir. Oysa AKP bu tür dönemleri daima sahte kınamalarla geçiştirmiştir. Bu kez seçim atmosferi nedeniyle kürsülerden biraz daha yüksek sesle kükrermiş gibi yapmaktadır. AKP’nin bu ikiyüzlü tutumu teşhir edilmeli, ayrıca saldırıları fırsata dönüştürmeye çalışan İslami derneklerin yolsuzlukları hatırlatılmalıdır.
CHP, Ankara’da Karayalçın’ı aday göstermesinin ardından başlattığı yükselişi, Kılıçdaroğlu’nu da İstanbul’dan aday göstererek daha güçlü bir dalgaya dönüştürme planları yapmakta. Seçimlerin AKP’ye karşı bir referandum özelliği kazandığı bu süreç özellikle Ankara’da kelimenin gerçek anlamıyla kristalize oldu. T.Erdoğan’ın kendi tabanına hitap ederken, “bu yerel seçimlerin genel seçim havasında geçeceğini, her şeye hazırlıklı olmak gerektiğini” vurgulaması da kendi tabanını paniğe sevk etmeden hareketlendirmeye çalıştığını göstermekte. Kısacası AKP’nin düşüşe geçtiği, artık kendilerinin de kabullendiği bir gerçeğe dönüşmüş durumda.
Burada asıl sorun, bu gelişmeyi ilerici bir doğrultuda geliştirmek için toplumsal muhalefetin neler yapması, hangi taktikleri gütmesi gerektiğidir. Toplumsal muhalefetin izlediği doğru çizginin bu dönemde etkili sonuçlara yol açtığı, mesela Ankara’da somut olarak görüldü. Ankara’da Halkevleri’nin Melih Gökçek’te cisimleşen gerici-neoliberal çizginin teşhirine yönelik istikrarlı politikasının bugün AKP’nin yaşadığı “Melih Gökçek krizinde” etkili olmadığı söylenebilir mi? Şimdiye kadar hangi belediye başkanı halkla bayramlaşırken Mamak’ta olduğu gibi halk tarafından tartaklandı. Herkes biliyor ki Ankara’da Halkevleri’nin atak çizgisi halktaki öfkenin ilerici bir dışavurumuydu ve AKP’nin aday krizini açığa çıkartan ve derinleştiren etkiler yarattı. Giderek yıkıcılaşan kriz atmosferinde geçecek olan yerel seçimlerde doğru politikalar, doğru taktikler ve yaratıcı bir eylem çizgisiyle biçimlendirildiğinde etkili sonuçlar elde edilebilmektedir. Seçimlere üç ay var ve böylesi bir ortamda üç ay uzun bir süredir. Kim sonbaharda, birkaç ay sonra AKP’nin bu duruma düşeceğini söyleyebilirdi ki!
Yaratıcı eylemlerin yerellerde etkili olması için sürekli ve istikrarlı mücadele zorunludur. Ancak bu yetmez, giderek hak mücadelelerini hak alma hedefine kilitlememiz gerekir. Krize karşı halkçı-demokratik bir programı ifade eden Halkın Şartları ve öncelikli talepleri ifade eden Halkın Acil Talepleri seçim döneminde yaygın olarak kitlelerin bilincine kazınmalıdır. Seçim sonrasında çok daha derinleşecek olan krizde bu şartlar ve talepler yakıcı hale gelecektir. Yerel seçimlerde Halkın Muhtar Adaylarının bu programı savunan halk önderleri arasından seçilmesi için çalışmalar yoğunlaştırılmalıdır.İşimiz çok ama umudumuz giderek büyüyor.