İsyanın yüzü yeryüzünün en kadim yüzüdür. Larvatus prodeo demişti Dekart: maskemi parmağımla göstererek öne çıkıyorum. Ama hayır! İsyanın yüzü maskesini göstererek erdem üreten filozofun saklı yüzü değil, çırılçıplak insanın yüzüdür: ‘Yüzümü göstererek öne çıkıyorum.’ Ortaya çıktığında o yüz ‘şaşırtır’ çoğu kez. Umulmadık bir zamanda, umulmadık bir uzamda ortaya çıkar. Bir ‘pazartesi’ günü örneğin, bir kentin […]
İsyanın yüzü yeryüzünün en kadim yüzüdür. Larvatus prodeo demişti Dekart: maskemi parmağımla göstererek öne çıkıyorum. Ama hayır! İsyanın yüzü maskesini göstererek erdem üreten filozofun saklı yüzü değil, çırılçıplak insanın yüzüdür: ‘Yüzümü göstererek öne çıkıyorum.’
Ortaya çıktığında o yüz ‘şaşırtır’ çoğu kez. Umulmadık bir zamanda, umulmadık bir uzamda ortaya çıkar. Bir ‘pazartesi’ günü örneğin, bir kentin unutulmuş metruk bir emekçi mallesinde, daracık tozlu bir sokakta ya da bir üniversite anfisinde örneğin ya da bir bulvar kalabalığının en ucundaki kuytu bir köşede, ansızın, bir kayaçatlağından çıkar gibi; Soweto mahallesinde yoksul bir siyahinin yüzü olur o yüz bazen, Trakyalı bir çobanın, Meksikalı bir köylünün yüzü, Buenos Aires’te işgalci bir fabrika işçisinin, intifada bir Filistinlinin, ya da daha daha onbeş yaşında polis kurşunuyla öldürülen Yunanlı genç anarşist Alexis Grigoropoulos’un yüzü.
Herhangi birimizin yüzüdür isyanın yüzü. Adaletsizliklere, zulüme ve haksızlıklara karşı binlerce yıldır insanın taşıdığı, kendi varoluşunu kuşatan bütün hükümranlıklara karşı bir ‘red’din simgesi olan bir çığlık.
Spartaküs’ü öldüren Romalılar bütün gayretlerine rağmen bulamamışlardı onun cesedini. Bulamamışlardı çünkü, onu diğer kölelerden ayırtedebilecek hiçbir iz, hiçbir ayrıcalıklı nişane taşımıyordu Spartaküs. Herhangi birmizdi o: dünyanın gerçek yerlilerinden biri. Tiranlar, despotlar, mülk sahipleri, Ceo’lar, eşitlikten yalnızca “çıkar”ları nedeniyle değil, “eşitlik”te onları körleştiren bir aydınlığın imgesini gördükleri için de korku duyarlar. “Şafak vakti” demişti Walter Benjamin. Ama sokak çoçuğunun şafağı. Jacques Ranciére “şafaklar vardır” diye eklemişti: “Sokaklarda başıboş dolaşılan, grevdeki fabrikanın önkapısında yereoturulan ya da barikatların gerisinde ateş yakılan gerçek şafaklar vardır. Makaleler, kitapçık ya da broşürlerde yeni bir çağın gündoğumuyla ilgili kağıttan şafaklar vardır. Bazen-çoğu kez-aynı anda metaforik ve gerçek olan şafaklar.” Yunanlı gençlerin, öğrencilerin, öğrencileriyle birlikte öğretmenlerinin, anarşistlerin, işçilerin, devrimcilerin resmini çizdikleri gibi, isyan yüklü şafaklar vardır.
Hiçbir isyan yalnızca “nedenler”ine (sosyoloji), hiçbir eylem yalnızca taleplerine (politika) indirgenemez. O “nedenler” ya da “talepler”, eylemin ya da başkaldırının gramerini tepeden tırnağa belirliyor gözüktüğünde bile. Çünkü her isyan dilegetirdiklerinin yanında, ‘dilegelmez’ bir “öge”yi de barındırır. Eylemi yalnızca bire eyleme değil, “geleceğin bir resmine” de dönüştüren indirgenemez bir duyguyu: zulme ve haksızlıklara karşı duyulan öfkeyle (Spinoza ‘gazap’ derdi), eşit ve özgür bir hayatın mümkün olduğuna dair inanışın şenlikli duruşunu. Sadece egemenleri ya da sermayeyi değil, dünyayı Kant’ın “ahlaki küresi”nde deneyimleyenler için de isyanı anlaşılmaz ve ürkütücü kılan, onun o dilegelmez ögesidir.
21. yüzyılda her eylemde ‘aklın kurnazlığını’ arayanlar yalnızca arayışlarıyla kalacaklar. Son çeyrek yüzyıldır yalnızca üniversiteleri ya da sözde “sosyal bilim”leri değil, insan ruhunu elegeçirmiş “rasyonel tercih”in hesapçı denklemleri, salt “menfaatler” ve “hisseler” üzerinden yürütülen politika tortuları isyan serileriyle parçalanıyor. Yunanlı gençler ‘doğrudan eylemi” gösteriyorlar bizlere. Yalnızca olası bir eylem biçimini değil, aynı zamanda bir düşünce biçimi olarak da eylemi: yüzümü göstererek öne çıkıyorum.
Atina Ekonomi ve İşletme Fakültesi’ni işgal eden Yunanlı öğrenciler, Nazım Hikmet’in dizeleriyle açıkladılar eylemlerinin gerekçelerini. Onları Ritsos’un bir dizesiyle selamlıyorum: “yalnızca güneşe boyun eğer bu yüzler.”