İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki otuz yıl boyunca, Britanyalı iktisatçı John Maynard Keynes’in görüşleri, Kanada gibi gelişmiş Batılı ülkelerdeki sendikaların entelektüel gıdasını sağladı. Sendikacılar, “sınıf savaşımı beni eğitimli burjuvazinin yanında bulacaktır” diye açıklamış olmasına karşın, Keynes’in görüşlerine olan sempatilerini sürdürdüler. Bu sempati savaş sonrasının aydınlanmış refah kapitalizmini takip eden karanlık neo-liberal çağlarda bile değişmeden sürdü. Mevcut […]
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki otuz yıl boyunca, Britanyalı iktisatçı John Maynard Keynes’in görüşleri, Kanada gibi gelişmiş Batılı ülkelerdeki sendikaların entelektüel gıdasını sağladı. Sendikacılar, “sınıf savaşımı beni eğitimli burjuvazinin yanında bulacaktır” diye açıklamış olmasına karşın, Keynes’in görüşlerine olan sempatilerini sürdürdüler. Bu sempati savaş sonrasının aydınlanmış refah kapitalizmini takip eden karanlık neo-liberal çağlarda bile değişmeden sürdü.
Mevcut kriz bağlamında, bankerler ve patronlar, neoliberal inançlarını bir yana bırakıp geniş çaplı devlet müdahalesine sarılırken, Keynes’e güvenmekten asla vazgeçmemiş olan sendika iktisatçıları da şansın yeniden yüzlerine güleceğini düşünüyorlar. Keynes’in liberal ve neoliberal sendika karşıtı yaklaşımlar karşısındaki sendikal faaliyet savunusunun, serbest piyasalara olan inancın galebe çaldığı dönemlerdekinden daha fazla destek bulacağını umut ediyorlar. Söz konusu umutların gerekçesi, neoliberal önerilerle mevcut kriz bağlamındaki devlet müdahalesi ihtiyacı arasındaki gerilimden kaynaklanıyor. Keynes’in, sendikalara cazip gelmesinin nedeni, liberal ve neoliberal iktisatçıların ileri sürdüğünün tersine, ücret kesintilerinin krizi aşma çaresi olmadığı tezinden kaynaklanıyor.
Krizde ücret kesintilerine karşı Keynescilik örneği
Keynes’e göre, şirketler sert rekabet basıncı altına girdikleri için, daha düşük ücretler daha düşük fiyatlara yol açabilir. Sonuç olarak, alıcılar, gelecekte fiyatların düşeceği beklentisi içinde olacak ve satın almalarını erteleyecekler ve bu da toplam talebi ve istihdamı azaltacaktır. Ancak ücret kesintileri aynı büyüklükteki fiyat kesintilerine dönüşmediği ölçüde, işçi sınıfı hanelerinin satın alma gücünü azaltarak, daha düşük gerçek ücretlere yol açacaktır. Ortaya çıkan etki her iki durumda da aynıdır: toplam talepteki ve istihdamdaki azalmalar, yıkıcı toplumsal sonuçlar yaratarak dönemsel bir daralmayı bunalıma dönüştürebilir.
Bu analizin politik sonuçları açıktır: Eğer arzumuz ücretler, fiyatlar, toplam talep ve istihdamda aşağıya doğru bir spiral yaratacak koşullarda kilitlenip kalınmasını engellemekse, ücret kesintilerinden kaçınılmalıdır (ki bu daha önce Karl Marx’ın da belirttiği bir noktadır). Sendikalar, ücret kesintilerine karşı direnerek istikrarlaştırıcı bir fonksiyon yerine getirme yeteneğine sahip sosyal aracılardır. Keynes’in sözleriyle: “Her sendika ne kadar küçük olursa olsun, parasal ücret kesintilerine bir ölçüde direniş gösterecektir”. Ancak, daralmanın durgunluk biçimini alarak daha da kötüleşmesinden ücretleri yüksek tutarak kaçınmak isteyenler, aynı zamanda, öncelikle daralmaya neden olan toplam talep eksikliğini alt edecek hükümet harcamalarını da desteklemelidirler. Keynes, Genel İstihdam, Faiz ve Para Teorisi (1936) isimli kitabının neredeyse tamamını, ekonomik krize karşı bir çare olarak maliye politikalarının kullanılmasını destekleyen tezine ayırmıştır.
Keynesci Örneğin Sınırları
Keynes, politik olarak, kriz dönemlerinde ücret kesintilerine karşı direnme yeteneğine ve isteğine sahip olan sendikalara ve açık harcamaları ekonomiyi daralmadan kurtarmanın bir aracı olarak kullanmak isteyen hükümetlere dayalı bir strateji öneriyordu. Bu koşulların hiçbiri bugün geçerli değildir. Kanada sendikaları, diğer birçok gelişmiş ülkedeki muadilleri gibi, krizin vurmasından çok daha önceleri bile neoliberal ücret sınırlandırma ve mali kemer sıkma politikaları karşısında savunmaya geçmişlerdi. Sendikalar, sendika karşıtı repertuarları işçilerin eylem kampanyaları örgütledikleri tesisleri kapatmayı, kamu sektörü grevleri karşısında işe geri dönmeye zorlayan yasaları, çalışma süreçlerinin yeniden örgütlenmesini ve sınaî-meslek sendikacılığının denetimine dirençli örgütsel biçimlerin kullanılmasını içeren düşmanca işverenlerle mücadele ederken, geriye itilip tavizci pazarlıkları kabul etmek zorunda bırakıldılar. Yani, işverenlerin ücret kesintisi basınçlarına karşı başarılı biçimde direnebilecek bir konumda olmayabilirler.
Örneğin yakın zaman öncenin SEIU ve UNITE-HERE gibi örgütlenme kampanyaları ya da İngiliz Kolombiyası’ndaki kampanyalar benzeri yaşam ücreti kampanyaları da, ne kadar değerli ve önemli olurlarsa olsunlar, sendikaların Keynesci kriz karşıtı strateji için yaşamsal olabilecek türden sektörel ücret anlaşmaları müzakere edebilmelerine izin verecek kadar başarılı sonuçlar yaratmadı. Söz konusu müzakereler Kanada’da mevcut olan olağanüstü parçalanmış pazarlık yapısı ile daha da zayıflatıldı. Sendikaların elde ettikleri önemli üyelik kazanımları bile toplu pazarlığın, aralarında ya çok az işbirliği olan ya da hiç olmayan bir dizi pazarlık birimi tarafından yürütüldüğü gerçeğini değiştiremez. İster merkezi isterse model pazarlık yoluyla olsun söz konusu işbirliği, Kanadalı işçiler için, emeğin ulusal gelir içindeki payının, şirket karlarına ayrılan pay aleyhine savunulmasını ya da artırılmasını sağlayacak ücret müzakereleri yapılabilmesi için zorunludur.
Yeterli pazarlık gücü elde etme meselesi ise basit bir biçimde sendika üye sayısını artırma, işbirliği ve yeniden örgütlenme meselesi değildir. Aynı zamanda taban katılımına da bağlıdır. İşçi sınıfının belirli katmanları sadece işçi değil aynı zamanda hisse sahibidirler (ve bu durum sendikasız işçilerden çok sendikalı işçiler için geçerlidir). Evleri vardır, tüketici kredi kartlarından yararlanmaktadırlar ve emeklilik tasarrufları borsalarda yatırıma dönüştürülmüş durumdadır. Sonuç olarak, bu hisseleri savunmayı vaat edenlere açık davranmaktadırlar. Nihayet, bu işçilerin karşı karşıya oldukları sorun, geleceklerinin, kendilerini mülk sahibi sınıflarla ittifak içindeki, sayıları giderek azalan bir küçük hissedarlar grubunun üyeleri olarak kalmak için yapmaları gerekenleri yaparak mı, yoksa sendikalaşmadan ve sosyal korumanın artmasından kazanacakları çok şey olan mülksüz işçilerle ortak bir davaya katılarak mı daha iyi korunacağı sorusudur.
Örgütsüzleri örgütlemek, işçi sınıfının en alt katmanları arasında çalışan örgütçülerle koordinasyon içindeki ya da merkezileşmiş pazarlıkları ve ittifakları örgütlemekse, sadece Keynesci reform siyasetlerini başarıyla sürdürmenin önkoşulu değil, aynı zamanda altta yatan bölüşüm ve sınıf eşitsizliklerini hedef almak için gereken daha radikal siyasetlerin de önkoşuludur. Söz konusu siyasetler ayrıca emeğin politik alandaki mevcudiyetini de gerektirir. Şu anda, böyle bir varlık ufukta görünmemektedir. Elbette birçok sendika lideri ve üyesi, NDP’yi [Yeni Demokratik Parti] emeğin parlamentodaki temsilcisi olarak görmektedir. Seçimlerde, birçok politikacı kendilerine çok ilerici süsü veren bir retorik kullanmaktadır.
Ancak, ne NDP’nin ne de bütün diğer partilerin ağır koşullar altında çalışan insanlara yönelik olarak yaptıkları çağrılar, emeğin mevcut ekonomik-politik sistem içinde hiçbir yeri olmadığı gerçeğinin üstünü örtebilir. Sovyet imparatorluğundaki işçilere merkezi olarak planlanmış ekonomilerinin içindeki beş yıllık planların onları bir işçi cennetine yakınlaştıracağı söyleniyordu. İmparatorluğun başkentindeki işçilere de vergi indirimleri ve dengeli bütçenin patronlarla işçiler arasındaki farklılıkların ortadan kalkacağı bir hissedarlar cennetine giden yolun önünü açacağı söyleniyor. Bu tip neoliberal vaatlerin inandırıcılığı mevcut krizden hasar görmüş olmakla bir
likte, ekonomi politikalarını hala etkilemektedir.
Bu durumda, mülk sahibi politik sınıfların sendikalarla, sosyal demokrasiyle ve Keynescilikle yaptıkları savaş sonrası anlaşmaları terk ettikleri bir zamanda, 1970’lerden bu yana popüler bir din mertebesine yükselmiş olan neoliberal görüşlerden uzaklaşmak, zenginlerin ve güç sahibi kimselerin yönetim kurulu odalarından, aşağılara doğru itilenlerin toplaştıkları sokak köşelerindekilere kadar herkes için zor bir durumdur. Bu açıdan bakıldığında, günümüzün esas sorusunun neoliberal bir dönemden sonra, görüşleri entelektüel açıdan ne kadar esin verici olursa olsun Keynes’in geri gelip gelmeyeceği sorusundan ziyade, insanların, büyük sermayenin mevcut krizin yükünü işçi sınıfının ve yoksulların omuzlarına yükleme çabalarını durduracak kolektif bir fikirler ve politikalar arayışına nasıl sokulacağı sorusu olduğu ileri sürülebilir.
Marx’ın görüşlerinin geri gelişi
Krizin yükünün nasıl dağılacağı konusunda başlayan mücadele açısından bakıldığında, bugünlerde geri dönüş yapan bir başka yazar daha kimi kılavuzluklar sunmaktadır. Başlıca eseri Kapital (1867) her gün daha fazla okuyucu bulan Karl Marx, bu sınıfların her ikisinin alt kesimleri de dâhil olmak üzere, kapitalistler ve işçiler arasındaki çıkar çatışması hakkında, Keynes’den çok daha fazla söyleyecek söze sahiptir. Keynes, toplumsal sınıfların varlığının gayet iyi farkındaydı. Kapitalizmi, Büyük Bunalım gibi ciddi kriz dönemlerinde ayakta tutmak için, işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasında bir anlaşma yapılmasını gerekli gördü: bu, işçiler açısından iş ve ücretleri ve kapitalistler açısından da karlarını garanti edecek bir anlaşmaydı. Ekonomik diplomasi alanında da hizmet veren Keynes, böyle bir anlaşmayı elde etmek için, sınıf çatışmasından çok, sınıf işbirliğine odaklandı. Marx ise böyle yapmadı. Hayatını esasen burjuva arkadaşı Friedrich Engels’in bağışladığı paralarla Britanya’da sürdüren bir politik mülteci olarak, kaybedecek fazla bir şeyi yoktu ve bu yüzden de dünyayı kazanacak biçimlerde düşünmek konusunda özgürdü.
Marx böyle yaparak, bir yanda ücretler, çalışma saatleri ve çalışma koşulları ve öte yanda karlar ve sermaye birikimi üzerinde sürüp giden kavganın yalnızca ekonomik büyüme dönemlerinde yatıştırılabileceğine açıklık kazandırdı. Söz konusu koşullar Keynes tarafından 1930’larda öngörülmüş ve dünyanın kimi bölgelerinde, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gerçeğe dönüşmüştü. Ama 1970’lerde zenginlik ve refah kapitalizminin zamanı çoktan geçmekteydi. Onun yerini otuz yıllık yavaş gerçek ekonomik büyüme, işsizlik, gelirin ücretlerden karlara doğru kayması ile borç ve kağıttan servet patlaması aldı. Mevcut kriz bu dönemin sonuna işaret etmektedir.
En azından finansal piyasaların krizden önce ürettikleri servet yanılsamalarının bir bölümünü korumak için, zengin ülkelerin hükümetleri tarafından vergiler üzerinden muazzam kaynaklar yaratılmakta ve onaylanmaktadır. Şu ana kadar, bu kurtarmalar çoğunlukla spekülatif kayıplarını telafi etmeleri için hissedarlara, özellikle de büyük hissedarlara yapılan vaatler biçimine bürünmüştür. Ama bu kurtarma operasyonlarının faturaları elbette işçi sınıfının önüne konulacaktır. Kamu hizmetlerinde yeni kesintiler, düşük ücretler üzerinde daha yüksek vergiler ve belki de, servet sadece toprak ve fiziksel üretim araçları tarafından temsil edilene kadar finansal yanılsamaları imha edecek olan enflasyon, bu amacı elde etmenin araçları olacaktır. Karlarının mevcut krizde düştüğünü gören bu üretim araçları sahipleri, işçi sınıfına bazı işçileri işten atarak ve işlerini koruyabilenlere de ücret kesintileri ve verimlilik artışları dayatarak yürütülen bu saldırıda hükümete katılacaklardır. Eğer işler bu biçimde gelişirse, Keynes’in görüşlerinin yerine Marx’ın kimi görüşlerine göz atmak iyi bir fikir olabilir.
Marx, sadece kar arayışının neden genel bir zenginliğe yol açmadığını açıklamakla kalmadı, ayrıca neden ekonomik kriz ve toplumsal yıkıma yol açtığını da açıkladı. Ayrıca işçi sınıflarının oluşumu ve çözülüşünü de yakından inceledi. Marx, belirli bir sanayideki işçilerin yaşam koşullarını iyileştirme yolları buldukları her zaman, bu sanayilerde faaliyet gösteren kapitalistlerin de ya işlerini yeniden örgütleyeceklerini, yasal standartları düşürmek için hükümet desteği arayacaklarını ve/ya da paralarını, karlarını yeniden yükseltmek için farklı bölgelere ya da sanayilere yatıracaklarını belirtti. O halde, işçi sınıfı, pankart taşıyan ve yumruk sallayan kimi işçi imgeleri her ne kadar aksini ima etse de, daima bir akış içindedir.
Günümüzün etkili örgütlenme biçimleri bulma sorunu ise hiç de yeni bir sorun değildir: Bu sorunlar emek hareketi ve sosyalist hareketin tarihi içinde sürekli gündeme gelen sorunlardır. Sınıf mücadelesini ilerleten fikirler, politikalar ve kampanyalar bulma arayışı ile el ele giderler ve işçilerin geleceğe ilişkin öz-gelişme yeteneklerini inşa ederken, mevcut eşitsizlikleri hedef alırlar. Bu mücadeleler, böylesine şiddetli bir biçimde maruz bırakıldığımız finansal ve ekonomik çalkantılar karşısında uygun alternatif toplumsal düzenler bulmak konusundaki bakış açılarının oluşturulmasında, aslında sosyalizmin yaşayabilir bir proje olarak yeniden oluşturulmasında yaşamsal bir rol oynarlar.
(Kanada, Vancouver sendikal eğitim ve örgütlenme uzmanı)
Socialist Project’deki İngilizce orijinalinden
Sendika.org tarafından çevrilmiştir.