Can Dündar’ın “Mustafa”sı, gösteriminden önce estirdiği rüzgârın tersine dönüşüyle konuşuluyor son günlerde… Anlaşılan o ki, “Çılgın Türkler”, Dündar’a “Sarı Zeybek”le tanıdıkları krediyi bu kez geri alıyorlar. Bunca tartışmanın içerisinde Dündar’ın “sol”dan dostları ise, belgeselin kendisini ve içeriğini tartışmaktan ziyade, yönetmeni savunmak gibi bir pozisyona geçmek durumunda kaldılar. Böylece, belgeselin gerçekten gereksinim duyduğu “sol” eleştiri eksik […]
Can Dündar’ın “Mustafa”sı, gösteriminden önce estirdiği rüzgârın tersine dönüşüyle konuşuluyor son günlerde… Anlaşılan o ki, “Çılgın Türkler”, Dündar’a “Sarı Zeybek”le tanıdıkları krediyi bu kez geri alıyorlar.
Bunca tartışmanın içerisinde Dündar’ın “sol”dan dostları ise, belgeselin kendisini ve içeriğini tartışmaktan ziyade, yönetmeni savunmak gibi bir pozisyona geçmek durumunda kaldılar. Böylece, belgeselin gerçekten gereksinim duyduğu “sol” eleştiri eksik kalmış oldu. Dolayısıyla bu tartışma bu haliyle, şimdilik umut vaat etmiyor.
Sonradan koparılan fırtınaya rağmen, filmi izlediğinde ilk olarak “bunda yeni olan ne ki!” tepkisini verecek çok kişi olacaktır. Doğrusu, film arasında ve bitiminde fuayede sağdan soldan kulağıma ilişen değerlendirmeler de, filmin isminin, reklamının ve hakkındaki tartışmaların vaat ettiği eleştirelliği taşımaktan çok uzak olduğunu gösteriyordu. Hemen omuz başımda, “çılgın”lıklarından kuşku duymadığım genç bir çift filmin kopyalarının kapı kapı dolaşılarak dağıtılmasından söz ediyordu örneğin… Hatta bunu “birilerinin” Kur’an dağıtmasına alternatif olarak öneriyorlardı. Keza çocuklarını, yeğenlerini filme getiren ebeveynler, teyzeler-amcalar, bir ödevi yapmış olmanın huzuru ve bilmişliğiyle, ders verircesine konuşuyorlardı. Dolayısıyla sonradan başlatılan kampanyanın aksine film, var olan Atatürk mitini eleştirmek -ya da Atatürk’ü “Mustafalaştırmak”- bir yana, aksine besliyor gibi duruyor. Bu açıdan düşünüldüğünde de film, -“Mustafa”nın sol gözündeki Trablus hatırası görme kaybı, Kafkas cephesi görevi esnasında Diyarbakır’da evlat edindiği çocuk, karanlıkta uyuyamaması gibi birkaç magazinel ayrıntıyı bir yana bırakacak olursak- çok da yeni şeyler söylemiyor.
Dahası Can Dündar, herhalde başına gelecekleri bildiğinden, çetrefil meselelerde risk almaktan da kaçınmış görünüyor. Örneğin, 1915’in hemen ardından 1916-17’de, üstelik “mirliva” (tuğgeneral- tümgeneral arasında bir rütbe) sıfatıyla Kafkas Cephesi’ne atanıp Diyarbakır yollarına düşen Mustafa Kemal’in hayatında Ermeni “meselesi”, yalnızca dönemin genel atmosferinin bir parçası olarak ve “Ermeni tehciri” tanımlamasıyla yer bulabilmiş. Benzer şekilde, Mustafa Kemal’in bir evlatlıkla döndüğü Doğu görevinden Kürt meselesine ilişkin tek değini, yaşanan büyük yoksulluk ve bunun sonucunda açlıktan ölüp, yollara serilen insan ve hayvan cesetleri… Neden sonra, aralarda bir yerlerde, belirsiz bir “muhtariyet” değinisi ile filmdeki Kürt meselesi defteri kapanıyor. Oysa Mustafa Kemal’in bu önemli ve hassas görev sırasında, yaşamına etki edecek başka ilişkiler de kurduğuna ilişkin temel gösterge, Samsun’a çıkıp Kongre’leri toplamadan hemen önce İstanbul’a geri çağrıldığında yargılanıp idama mahkûm edilmeyi beklerken, yanında bir süvari birliği olduğu halde kapısına gelen “Doğu’nun en kudretli komutanı” Kâzım Karabekir’in “Emrinizdeyim Paşam” tekmilini vermesidir.
Çokça duyduğumuz ve bildiğimiz meclisin cuma günü ve dualarla açılması; Sovyetler’le, dönemin koşullarının gerektirdiği kadar, çekingen bir yakınlaşma yaşanması gibi konulursa “etkileyici seslendirme”nin de yardımıyla vurgulanarak tekrarlanıyor. Bu yakınlaşmaya rağmen, Mustafa Kemal’in hedefinin “yeni sosyete (burjuvazi)” yaratılması olduğu düşünüldüğünde yine, Doğu’ya ilişkin vurgunun, yoksulluk ve sefalete yapılmasının pek yerinde olmadığını görebiliyoruz. Zira sonraki hamlelerinden anlıyoruz ki, Mustafa Kemal bu görevi sırasında gördüğü yoksulluk ve sefaletin sona erdirilebileceği “Doğulu” bir modelden ziyade Batılı bir ulus inşası fikrine yönelmiş gibidir. Öyleyse yaşamı anlatılırken, Doğu deneyiminden, ulusal soruna ilişkin “başka” vurgularla da söz etmek gerekir.
Aslında tek başına bu durum bile, Dündar’ın “yeni bir şey” söylemektense, “yeni bir şekilde” söylemek niyetinde olduğunu gösteriyor. Zira “Mustafa”nın bize önerdiği yeni bir “Atatürk” değil; ama kuşkusuz yeni bir “bakış açısı”dır. Bu bakış açısında önemli oranda dikkat çeken nokta ise, devrimin gerektirdiği “pragmatizm”den kaçınılmamış olmasının neredeyse hiç eleştiri konusu yapılmadığıdır.
Sanıyorum ki Can Dündar, ortaya koyduğu olguların yanlış olduğu şeklindeki eleştirilere rahatlıkla yanıt verebilecek durumda olmadan bu yeni bakış açısıyla karşımıza çıkmazdı. Dolayısıyla filme ilişkin olarak solun değerlendirmesi gereken şey, Atatürk’ün günde on beş bardak kahve, üç paket sigara ve bir büyük rakı içmesi ya da karanlıkta uyumaması gibi olguların doğruluğu değil; öncelikle filmin önerdiği bakış açısının bir tarihsel kişiliği gerçekten bir “tarihsel kişilik” olarak görmeye yarayıp yaramadığıdır. Ardından, yine tarihsel perspektifle toplumsal bir devrimde pragmatizmin yeri ve niteliği tartışılmalıdır.
Sonucu, bu “bakış açısı ve görme” meselesinden hareketle bağlayacak olursak, bir belgesel olarak “Mustafa”nın bakış açısında, aynı Mustafa Kemal’in Trablusgarp’ta yaralanan sol gözü gibi, bir tür “görme kaybı”ndan bahsedebiliriz. Öte yandan Trablusgarp’ta bir şarapnel parçasının neden olduğu bilinen görme kaybının nedenini, on yıllardır yapılamamış bir film söz konusu olduğunda tümüyle Can Dündar’a yüklemek de haksızlık olur.