Ön Açıklama: Kapitalist kriz ve ertesinde yaşanan tartışmaları hepimiz biliriz. Bir tarafta bu durumun geçici olduğunu ve en kısa zamanda aşılacağını söyleyen kapitalizm yanlısı yorumlar. Bir tarafta evrimci veya devrimci bakış açısıyla yapılan, kapitalizm karşıtı yorumlar. Evrimci yorumlar sonuç olarak sistemi yamamaya yarayan yorumlar olarak dururken; devrimci yorumlar ise durumdan vazife çıkararak ‘biz demiştik’ kolaycılığına […]
Ön Açıklama: Kapitalist kriz ve ertesinde yaşanan tartışmaları hepimiz biliriz. Bir tarafta bu durumun geçici olduğunu ve en kısa zamanda aşılacağını söyleyen kapitalizm yanlısı yorumlar. Bir tarafta evrimci veya devrimci bakış açısıyla yapılan, kapitalizm karşıtı yorumlar. Evrimci yorumlar sonuç olarak sistemi yamamaya yarayan yorumlar olarak dururken; devrimci yorumlar ise durumdan vazife çıkararak ‘biz demiştik’ kolaycılığına kaçıp kendi kendini basit tekrara düşüyor, ne yazık ki. Oysaki olması gereken; o zamanın özgün koşullarına göre, yaratıcı söylemlerle, yeni heyecanlar, fırtınalar yaratmaya çalışmak olmalı. İşte bu çizgiyi tutturanlar ise ya güdük kalıyor, ya da kitleselleşebilme yollarını yaratamıyor. Bu durumsa, bir nevi buluta yazı yazmaya benziyor. Buluta yazı yazmak, heyecanlı bir uğraş gibi görünse de uzun vadede yazanı bile tatmin etmeyen bir uğraştır. Kendisine faydası olmayanın çevresine ne faydası ola ki!
Benim yazdığım “Bir Ekonomik Kriz, Bi Herifin Krizi” adlı tiyatro oyunu (skeç ya da küçük oyun desem daha doğru olur belki ama ben oyun diyeceğim yine de), şu son dönemde hissedilen krizin bir yeniden okunması, ‘tiye alınması’, mizahileştirilmesi, ‘şiddetle’ eleştirilmesi, halkça yorumlanması, ‘foyasının açığa çıkarılması’ veya ‘başka bir dünya’nın kaçınılmazlığının duyumsatılması olarak yorumlanabilir.
Bir tarafta ‘büyük’ devletlerin şaşalı toplantıları, bir tarafta bir Ege kahvehanesinde bu şaşalı toplantıların halkça yorumlanması… Bu yelpazesi ile hemen tüm tiyatro gruplarının aradığı genç yazar, ‘bizden’, yeni ve güncel olan oyun aramasına, denk düşen bir oyun olarak düşünüyorum oyunumu. Bu kadar ‘övdüğüm’ oyunu ise yakın çevremin bana verdiği ‘gaz’la yapıyorum. Kolay kolay gaza gelmeyen birisi olarak bu gaza gelmişliğimde bir hikmet var, diyerek, siz okuyuculara bu oyunu sunma cesaretini görüyorum kendimde.
Oyunun sahnelenmesi ise en büyük dileğim olur, şu üç günlük ömrümün bu demlerinde. Bana ulaşmak kaydıyla oyunumun oynanması temennim olduğu kadar ‘felek’ten isteğimdir de. Feleğe duyurulur! İsteyenin bi yüzü, vermeyenin…
Oyunun Sahneleri:
1.Sahne:
(Bir sabah programında süslü bir kadın, program sunmaktadır. Programın adı: Sabah Çiçeği, sunucunun adı da Papatya’dır. )
Sunucu: Ay kızlar, Yıldız TV’nin yaptığı yarışmada beni yine en güvenilir televizyon programcısı seçmişsiniz. Ay kız, yerim ben sizi. (Alkış, kıyamet…) Kimler yok ki yapılan bu yarışmada? 40 yıllık sunucular, ekonomistler, spor programcıları, profesörler, doçentler… Ben onların yanında kimim ki? Söyleyin ha, kimim ki? (Seyirciler ‘Yıldızımızsın, çiçeğimizsin’ gibi laflar ederler.)
Ben iki yıldır üst üste, sizlerin teveccühünüzle tabii ki, bu yarışmada birinci olan sabahınızın çiçeğiyim, değil mi kız? (Şimdi de bu soruyu sanki birileri onu aşağılamak için sormuştur da, o da onlara cevap veriyordur.) Bir de beni beğenmezler. ”Kim o ya”, derler. Kim miyim ben? Beeen, sizin olamadığınızım. Ben bu halkın kendisiyim, kendisi. (Daha büyük alkış, kıyamet… Bu son söylediği lafı kendisi de çok beğenmiştir ve kafasını sallayarak devam eder.) Evet, ben sizsem, siz de bensiniz, değil mi kız? Bunca yıldır sizin dertlerinizi dinleyen kim? Ben. Acılarınıza ağlayan kim? Ben. Sevinçlerinize gülen kim? Ben. Eee, beni seçmeyeceksiniz de o kuş konmazları mı seçecektiniz sanki? Allahalla… Çok beklersiniz cicim siz, çok… Hi hi hi…(Histerik bir gülmeyle bu son cümlesini bitirmişken …)
_Ne ayol, ne? (Diyerek, kameramana doğru, daha doğrusu ‘reji’ye doğru kulağını uzatır.) Deminden beri bir şeyler diyorsun anlayamıyorum ben de. Ne diyeceksen de. Bizim saklımız gizlimiz mi var seyircilerimizden, söyle hadi… Ha, ha?… Hııı… Demek haberleri gireceğiz ha? (Sonra seyircilere döner.) Kız anam, dünyada ne varsa öğrenmek lazım. Ben sizden bu ödülleri boşuna mı alıyorum sanıyorsunuz? Vallahi de değil, billahi de değil. Aha ‘reji’mde şahittir. Ben her gün en az üç gazete okurum. Hem de köşe yazılarıyla… Yaaa, biz de öyle yontulmamışlardan değiliz hani. (Bu son cümlesinden sonra ciddileşmeye başlar) Evet kızlar, lafı daha fazla uzatmayalım, haberlerden uzaklaşmayalım. (Bu cümlesi de hoşuna gitmiş ve şaşırarak gülmeye başlamıştır. Tabi ki seyirciler de… Bu sırada haber bülteni ekrana çıkmaktadır.)
2.Sahne:
(Haber bülteni öncesinde: “Flaş… Flaş… Amerika Borsalarında Ani Düşüş!… Acaba Amerika’daki Hapşuruk Bizi Salya Sümük Bırakacak mı?” yazısıyla ve şok müziğiyle bir ses yükselir. Ardından gözlüklü bir haberci çıkar ekrana.)
_Sayın seyirciler, uzun süredir etkileri görülen hastalık, kanser durumunu almış durumda. Maazallah hepimizi toptan götürebilir, onun için beni iyi dinleyin. (Buraya kadar bir doktor mu, ekonomist mi, yoksa spiker mi olduğunu anlamadığımız zat, şimdi tam bir asker gibi konuşmaya başlar.) Dinleyin dediysek, dinleyin kardeşim. Zaten yazılarımla, programlarımla tüm dünyayı uyarmaya çalıştım. Çalıştım ama dinletemedim. Din-le-te-me-dim! Dinlemediler de ne oldu peki? Analarının… (Bu ara, o meşhur ‘analarının şeyi oldu’nun vücut hareketini yapıyordur. Ve aniden duygusallaşmaya başlar.) Dinletemedim kardeşlerim, dinletemedim. Şimdi bir sürü yuva yıkılacak, zamlar alıp yürüyecek, (argolu el hareketiyle bu söylediğini göstermektedir) bebeler aç kalacak, Allah göstermesin savaşlar çıkacak, toplu kıyımlar olacak… (Birden haykırırcasına bağırır) Vay anam vay! (Şimdi de gayet normal bir sunucu gibi konuşmaya başlar.)
ABD’de ortaya çıkan ve tüm dünyayı olumsuz etkileyen mortgage sektörü, ilk olarak üç yıl önce sorun yaratmaya başladı. Gelinen noktada ise krizin genel nedenleri şöyle sıralanabilir: Mortgage kredilerinin yapısının bozulması, faiz yapısının uyumsuzlaşması, konut fiyatlarındaki balon artışlar, menkul kıymetlerin fonlanmasında yaşanan sıkışıklık, kredi türev piyasalarının genişlemesi ve kredi derecelendirme sürecindeki sorunlar.
Bugünse son elli yılın en düşük borsasını gördü Amerika. Durumun gerçekten ciddi olduğunu, tüm ekonomi kuruluşları bir bir açıklamaya başladılar.
(Bu sözlerin ardından aniden delirme belirtilerini göstererek konuşmasını sürdürür)
Uluslar arası kuruluşlar açıkladı da ne oldu? Ben açıkladım da ne oldu lan, ne oldu ha? Siz bildiğinizi okudunuz yine. Hangi ünlü hangisiyle öpüşmüşmüş, kim kime parmak atmışmış, bilmem kimin kedisi kaybolmuş da, bu arada sokak kedisinin tecavüzüne uğramışmış…(Bunları söylerken de el kol hareketleriyle kendinden geçmektedir) Size ne ha, size ne bunlardan? Karnınız mı doyuyor bunları öğrenince? Borcunuz mu azalıyor? Yüzünüz mü güzelleşiyor bunları seyrettiniz mi? (Aniden hüzünlenir, ağlamak üzeredir nerdeyse.) Kriz geliyor, işler kötüleşecek, hatta işsiz kalacaksınız, çoluğunuz çocuğunuz aç kalacak dedim. Dedim de dinletemedim. Ben size ne deyim artık? (Sinirlenir yine) Allahınızdan bulun lan deyyuslar, akıl erdirilmez dalkavuklar, şak şakçı maymunlar… (Yine tam bir muhabir kimliğine bürünerek sözlerini tamamlar) Evet, sayın seyirciler, öğle haberlerinde görüşmek üzere… Çok sevgili sabah çiçeği, kaldığı yerden devam ediyor. Yıldız TV, hepinizin kanalı, bunu unutmayın, bizden ayrılmayın. İyi seyirler.
3. Sahne:
(Yine sabah
programına dönülür.)
_Ay kız, ciddi ciddi kriz gelmiş kapımıza, tak tak vuruyor, kimse yok mu orda diyormuş kız. Ay, düşman başına! Ben de çok iyi bilirim garibanlığı. (Hüzünlü bir havaya girer hemencecik) Babam, bi tanem, iki ekmek getirinceye kadar eve, ayaklarının altı şişerdi her gün. Biz de zeytini bölüşerek yiyenlerdeniz yani. (Bu ara seyircilerden bir erkeğin sesi duyulur.)
_Kerim, dün, 4×4 jip almış diye duyduk ama sana.
(Birden şaşırır hanımcık. Bu, şimdiki servetini sorgulayan bir söylem midir? Yoksa her zaman ki şaklabanlıklardan mı?)
_Ne diyon amca yine sen? (Şakacı bir tavırla…) Ay kızlar, bu Ziya Amca da olmasa, programın havası bozulacak değil mi kız? (Bu ara alkışlar ve ‘Ziya Amca’ nidaları yükselir.)
_Ha, söyle bakalım yiğidim, ne diyon sen? Yine ne duydunuz bakalım?
Ziya Amca: Biz duyarız… 4×4, 4×4… (Seyirciler coşmuştur şimdi, ‘4×4’ diye bağırırlar. Sanki 4×4’ü kendilerine almıştır Bay Kerim)
_He kız, sizden de hiç bir şey kaçmıyor ha. (Bu ara parmağındaki pırlantayı göstermektedir.) Bunu duydunuz mu peki? (‘Oooo, oooo’ sesleri yükselir bu sefer.) Evet, güzeller, beni şımartmasını çok iyi biliyor Kerim’im. Canım Kerim’ciğim, bizi şu an izliyor. Bugün çok hasta, evde yatıyor. (‘Vah, vah’ sesleri yükselir) Televizyonda seni izleyeceğim dedi. Şimdi onu kocaman öpüyorum. (El hareketiyle göstermektedir.) Fakat şimdi reklamlara geçiyoruz. Az sonra kendisine soracağız kız, beni neden ve nasıl şımarttı diye. (En büyük alkış kıyamet… Görülmemiş taşkınlık… Sabah çiçeği kameraya döner.) Bizden ayrılmayın şekerim, az sonra ben ve Kerim, Kerim ve ben…
4.Sahne:
(Bir Ege kahvehanesinde adamlar oturmuş ve türlü türlü uğraşlarda bulunmaktadırlar. Oyun oynayanlar, sayısal loto kuponu dolduranlar, muhabbet edenler… 4. Sahnemiz bir masada ülkenin gidişatını tartışan dört kişiyle başlar. Daha doğrusu üç kişinin tartışması, bir kişinin donup kalması… Ali, Salih, İsmet ve Tayyar)
Ali: Bizim oğlan, yine griz mi ne garın ağrısı, o geliveriomuş ne haber?
İsmet: Oooo, sefa gelivemiş, hoş gelmiş. Ama söyle de eli boş gelmesin bizim oğlan. İki kilo baklavayla gelivesin olma mı?
Ali: Sen dalganı geçive baalım. O çok övüvediğin gapitalizmin karnı çok ağrıyıveriyo bugünlerde emme.
İsmet: Aslanım açlıktan değil a, çok yemekten ağrıyıveriyodur, bişe etmez o. Kapitalizmin bağışıklığı güçlüdür. Devrilmez ölee koley koley.
Ali: Devrili mi, devrilme mi bellomaz o. Emme bizi devirivecek imansız.
İsmet: Tasalama len, bişii olmaz! Tayyibim işini bilii.
Salih: He ya işini bilii. Kendini, bi de adamlaanı doyuruveii o deyyus. Dahaca ne iş bilivericeemiş o? Bizim üzümden mi anlayıverir, tütünden mi?
İsmet: Ne atıp durursun len Salih? Sizin kır atınız bundan hallice miydi sanki?
Salih: La nireleri dikiş dutacak bunların gari ha? Ne yanlaıını dutsan, elinde kalıvemiyo mu adamlaaın? Yimpaş, Unakıtan, Dişli, Dengii Fırat… Şimdi de Deniz Feneii.
İsmet: Gez gee olum gez gee. Len olum dieerleri yemiyo mudu? Bari bunlaa hem çalışıyo, hem yiyo. Dieerleri gibi sade yemiyolaa!
Ali: Len İsmet geç sen o ebesinin küreğini, tarağını. Şu grizi basite alma adamım. Eskiledeen bi kıtlık yaşayıveiimiş dünya, adamlaa ondan oluveecemiş deyiveeolar yaa. Buna ne deyiveecen?
İsmet: Bişi olmaz, bişi olmaz. Tasalaama.
Salih: La İsmet, senin durumun eyii, bubandan mangır da kalıveedii… Ya biz neediveecez?
İsmet: Sen de benim artıklaamı yeesin gari! Len aslanım neerden iyi oluyomuş benim durumum? İki dönüm tarla kalıveedi, başka bişii yok vallaa.
Salih: Hıı, ööle ööle. Ya sizin ampulcüleele şeherde kuruvediin gübre dükkânı?
İsmet: Len oluum, booç paa vediim ben onnaa. Ne dükkânı bi şeyi?
Ali: Len karıştırmayın otunu böceeni. Kriz ne oluvecee, söyleyin baalım.
İsmet: Len ben bu dünyaya bi şee olmaz demiyom ki arkideş, bize bişee olmaz deeyom, Tayyibim variken… Heyt aslanım bee, varlıı yetee onun.
Ali: Hııı, ne etti len okuttu mu yoksa goca ülkeyi?
İsmet: Okuttu mu üfletti mi orasını bilmem gari, ama etmiştir bişeelee. Nurlu o nurlu.
Ali: Yürü oluum, kim dutaa seni?
Salih: Zati nasıı bu ampulün altında Emerika vaasa, bu krizin altında da Emerika vaa Aliciim. Milleti düşürüveeolaa, sonaa o düşkünlükten cepleeni şişiriveoolaa imansızlaa. Mortgeç deyi bi apartıman satımı vaadı ya, ondan türeyiveemiş bu griz.
Ali: He ya yine bu Emerika, zati adamlaın hapşuruğu bizi salya sümük bırakıveyo arkideş… Şimdi bu griz…
(O ana kadar sessiz ama sıkıntılı dinleyen Tayyar, elini masaya vurarak bağırır ve ayağa kalkar.)
_Ne lan bu griz? Evde griz, sokakta griz, gavede griz… Griz, griz, griz… Adama, griz geçittiriveriyonuz sonunda. Grizinin de, prizinin de, ampulünün de… Heeyt, yetti len… Grizin aatında kalıvesicelee. (Diyerek, hızlıca çıkar kahveden. Diğerleri bozulmuş ve donmuşlardır adeta. Bu arada Çaycı Remzi gelmiştir yanlarına.)
Ali: Len Remzi, nooldu buaa, eşşek depmiş gibi anırıp durdu ya…
Remzi: Len habarınız yok mu? Bu, dün cinnet geçirivemiş ya.
Hepsi Birden: Deme…
Remzi: Şimdi bu bir önceki krizde batmıştı ya…
Hepsi Birden: Heee.
Remzi: O zaman karısı Zeliha buna çok demiş girme deyi o işe. Bu dinlememiş onu ve batmış işte. Bayağı sıkıntıya girdikten sonaa, Zeliha’nın bubası bunlaa az biraz mangır veriveemiş, bi dükkân açıveesinlee deyi. Remzi de bunlaaıı dinlememiş, gidip bosaya yatımamış mı mangırlaııı. Karısı başlamış şimdi ‘Adam mısın sen, herif misin sen deyi?’ Öööle ööle derken, bizimki en sonunda cinnet geçiriveemiş dün akşam. Karısını doğrayıvericemiş komşular yetişmese.
İsmet: Vay anasını, bak şu Tayyar’a. Emme, bunun içkisi de vaadı, geçenleede gördüm sallanıp duruudu.
Ali: Len netmişiz biz, griz griz derken adama griz geçirtirmişiz ya. Kalkın yetişelim arkideş, bi fenalık yapmasın bu deyyus.
Salih: He ya, gidelim baalım…
5.Sahne:
(Yine flaş haber, yine gözlüklü haberci)
_Sayın seyirciler, Amerika’da başlayan kriz tüm dünyayı sarmış bulunmakta. Krize ilk çare olarak başta Amerika olmak üzere, tüm büyük devletler şu refleksi göstermeye başladılar: Batmaya yüz tutmuş bankaların hisselerini satın almak ya da sorunlu bankalara kaynak aktarmak.
Bu uygulamalarla kapitalizmin çıkmazda olduğu ve devlet garantisi olmadan piyasaların ilelebet yürüyemeyeceği yönündeki sosyalist tezler, tekrar gündeme oturmaya başladı. Son günlerde Almanya başta olmak üzere hemen tüm ülkelerde Karl Marx’ın ‘Kapital’ adlı kitabının baskılarında da bir patlama olduğundan mı nedir, Amerika’nın çağrısıyla Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya başkanları yarın öğle saatlerinde Beyaz Saray’da bir araya gelip son durumu değerlendirecekler. Bakalım bu toplantıdan ne sonuç çıkacak? Bu haberin ve diğer haberlerin ayrıntılarıyla, ana haber bülteninde buluşmak üzere, bizden ayrılmayın. (Buraya kadar gayet normal ve güzel bir sunum yapan habercimiz, aniden delirme belirtileri gösterir) Bizden ay-rıl- ma- yın! Ayrılanı kriz kazanında
kaynatırım, ona göre! Hırrr, hırrr…
6. Sahne:
(Büyük ve gösterişli bir masanın ilk ucunda Bush bulunmaktadır. Ve onu sırasıyla Brown, Merkel, Sarkozy, Berlusconi, Medvedev izlemektedir. Böylece Bush ve Medvedev karşı karşıya bir pozisyondadırlar. Hemen Bush’un arkasında ise hizmetçi başı (adam) ve hizmetçi yardımcısı (bayan) bulunmaktadır.
Bush’un saçı başı ve bil cümle üstü başı dağınıktır. Üzgün ve düşünceli bir havadadır. Önündeki evraklarla ilgilenmekte hatta parmak hesabıyla işlemler yapıp kâğıtlara yazılar yazmaktadır. Diğerleri ise kendi aralarında şakalaşıp muhabbet etmektedirler. Bush bir ara ses çıkararak burnunu siler. Herkes ona boka bakar gibi baktıktan sonra, yine konuşmalarına dalarlar. Bush hemen hizmetçi başını el hareketiyle çağırarak burnunun içini gösterir ve temiz olup olmadığını sorar. (Asıl konuşma başlayıncaya kadar sesli bir konuşma yoktur, el-kol hareketlerinden seyirci anlar bu diyalogları.) Hizmetçi bazı yerleri göstererek silmesine yardımcı olmaya çalışır ama Bush beceremez. Bu sefer adam arka cebinden çıkardığı çarşaf gibi mendiliyle Bush’u fışkırtarak burnunu temizler. Diğerleri şimdi daha büyük bir boka bakar gibi baktıktan sonra, yine konuşmalarına dönerler. Daha sonra hizmetçi Bush’a saçını başını düzeltmesini söyler. Yine beceremeyen Bush’a, aşırı hareketlerle yardımcı olmaya çalışır, fakat bu yardım mıdır, yoksa bir kavga mıdır, belli olmaz. İşler sarpa sarınca hizmetçi başı, yardımcı hizmetçiyi çağırır ve o da işe karışır. (Bu andan itibaren bütün oyuncular ağır çekimde hareket etmeye başlarlar.) Uzun uğraşlardan sonra Bush hazırlanılır ve hizmetçiler yerlerine geçerler. (Ağır çekim bitmiştir.) Ondan sonra Bush öksürerek diğerlerini toplantıya çağırmakta ve önündeki evrakları düzeltmektedir. Böylece bir sessizlik oluşmuştur. Yani toplantı için her şey hazırdır artık.)
Bush: Evet saygıdeğer başkanlar, Yüce Tanrı’nın huzurunda toplantıyı açıyorum. Onun ışığı üstünüzde olsun! Sayın başkanlar, bugün burada dünyanın içinde bulunduğu kriz belası için toplanmış bulunmaktayız. Bu kriz canavarı öyle bir canavar ki vallahi de billahi de hafife alınacak gibi değil. Ben bile iki saattir topluyorum, çıkartıyorum, hatta çarpıp bölüyorum ama işin içinden çıkamıyorum şerefsizim yav. (Sanki matematik problemini çözememiş çocuklar gibi ağlamaklıdır Bush. Bir gülüşme duyulur bu arada. Bush gırtlağını temizleyip yüz hareketleriyle dinleyenleri uyardıktan sonra, konuşmasını sürdürür.) Ne diyordum? Haaa, evet bu işi hafife almamak lazım arkadaşlar, bu kriz canavarı eski canavarlardan başka. Bu krizi ben, Saddamla Bin Ladin karışımı gibi bir şey olarak değerlendiriyorum bizzat. Yani o kadar ki; terörist listesinin başına bile geçirmeyi düşünüyorum bu şerefsizi. Evet, bu kriz canavarı… (Tam bu ara, Medvedev Bush’un lafını imalı sözleriyle keser.)
Medvedev: Yahu Bush, canavar canavar deyip duruyorsun, hangi ülke bu canavarı doğurmuş? Babası kimmiş bunun? Yoksa babasız bir piç miymiş bu kriz, bi söylesene bunları.
Bush: Bi dur be kardeşim, bi dur be, yedi aylık mısın nesin?
Medvedev: Düzgün konuş ahbap!
Bush: Konuşmasam ne olur ha, ne olur?
(Medvedev bu sözlerin ardından kalkıp Bush’u dövecek gibi olur. Bush ilk anda korkup kaçacak gibidir ancak, Berlusconi Bush’un kolundan tuttuktan sonra, bu sefer sanki o Medvedev’i dövecekmiş gibi ‘gel gel’ hareketi yapmaktadır. Medvedev tam üzerine gelecek gibi olunca ise Bush yine kaçacak gibi olur. Böyle çocuklar gibi oynaşırlarken Merkel söze atılır. Bunlar olurken yardımcı hizmetçi korkmuş ve heyecanlanmıştır. Dışarı çıkıp yardım çağıracak gibi olur. Baş hizmetçi ise gayet sakindir. Yardımcı hizmetçiyi durdurur ve ‘Bırak onları kendi hallerine’ gibi bir hareket yapar.)
Merkel: Beyler, beyler ne yapıyorsunuz ya? Tüm dünyanın gözü bu toplantıda, siz oyun oynuyorsunuz utanmadan. Lütfen az biraz ciddiyet canım, az biraz ciddiyet…
Bush: Ama Merkel’ciğim görüyorsun lafı mı kesiyor bu “ayıoğlu”. (Bu lafı duyar duymaz Medvedev ayağa kalkıp Bush’u kovalamaya başlar. Bush önde Medvedev arkada, masanın etrafında bir iki tur attıktan sonra Sarkozy ile Berlusconi aralarına girerler.)
Berlusconi: Ama Bush’cuğum sen de ayıp ediyorsun, ne demek öyle ayıoğlu falan, yakışıyor mu sana?
Bush: Ya Berlusconi’ciğim ben bi şey demedim ki Rusçada bunun soy ismi ayıoğlu demek, ben onun için şey ettim. (Pis pis sırıtır. Medvedev hamle yapar ama yakalayamaz.)
Sarkozy: (Bush’a dönerek) Yine de yaptığın pek doğru değil. (Medvedev’e): “Tamam tamam şaka yapmış bak, uzatma sen de Medo.” (Diyerek ortamı yatıştırmaya çalışır.)
Medvedev: Ne uzatması arkadaş, baksana terbiyesizlik yapıyo adam. (Deyip yine üzerine doğru hamle yapar Bush’un. Bir daha ortalık karışır, bu sefer Brown ve Merkel’de araya girer.)
Brown: (Hafif sinirlenerek Medvedev’e) Sen de uzatma be kardeşim… (Medvedev onun da üzerine yürür. Brown Bush’un arkasına saklanır. Tam bu sırada Merkel cırtlak cırtlak bağırmaktadır:)
Merkel: Öfff be beyler, öff be beyler, yeter artık ama…
Medvedev: Bana ne, bana ne, özür dilemezse bırakmam onu.
Berlusconi: Tamam be… Sen de özür dile be Bush’çuğum (Hepsi Bush’a ısrar etmektedir. Bush sonunda dayanamaz.)
Bush: Tamam tamam, ‘Ay em sori’. (Herkes oturur ve hiçbir şey olmamış gibi toplantı devam eder.) Evet arkadaşlar, uzun lafın kısası kapitalizmimiz hiç de iyi bir durumda değil ne yazık ki…
Sarkozy: (Dünyayı kurtaracakmış gibi bir edayla söze atılır.) Mali kurumlar denetleyici bir rol üstlenmeden yola devam edemeyecekmişiz gibi görünüyor. Üstelik bu tür bir kapitalizm, bizim inandığımız kapitalizme ihanettir.
Merkel: İMF denetleyici bir rol oynamalı. İşler hiç de iyi değil.
Brown: (Bush’a doğru bakıp ürkekçe konuşmaya başlar.) Kitlelerin gözündeki en değerli varlığımız olan güven de kaybolmuş gibi. Vah, vah…
Medvedev: Tamam işte kim yaptı peki bu güvensizliği, deminden beri onu soruyorum ben de. (Bunu söylerken Bush ve Brown’a hem hırslı hem de alaycı bir bakış göndermiştir. Bush da sinirli bir şekilde atılır hemen.)
Bush: Biz yaptık kardeşim, biz yaptık, var mı ötesi? Dünya alt üst olacaksa onu da biz yaparız, anladın mı?
Medvedev: Bak, kovboy bozuntusu, benimle dayı dayı konuşma, kötü olacak ha… (Bush tam efelenecektir ki Merkel hemen onların lafını kesip Bush’a yüklenir.)
Merkel: Yahu Bush, sizin şu ‘şirin’ müttefiğiniz Türkiye’yi takip ediyorum da bugünlerde. Orda Erdoğan halkını azarlayarak krizle mücadele ediyor ya, sen de ondan mı öğrendin ne, bize ahkâm keserek krizle mücadele ediyormuş gibi görünüyorsun ha. Yanılıyor muyum?
Bush: Sen cır cır öteceğine, o dünyanın başına bela ettiğiniz sakallı adamı gençlerinizden uzak tutmaya çalışsana. Son zamanlarda gençlerinizin en çok okuduğu kitap Marx’ın Kapital’iymiş, buna ne diyecen?
Merkel: Doğru konuş bir kere, o adam sonuç olarak bizim tarihi şahsiyetlerimizden birisidir. Görüşlerini beğenmesem de öyle.
Bush: Ne? Tarihi şahsiyet mi, Marx mı? (Diğerlerine dönerek konuşur.) Neler duyuyorum arkadaşlar?
Medvedev: Merkel doğru söylüyor,
ben de Lenin’i hiç sevmem ama o da bizim tarihi şahsiyetlerimizdendir. (Bush’a doğru) Hem ikisi de önemli birer düşünürdür. Siz de var mı hiç böyle kişiler? Söyle, var mı?
Bush: Öyleleri olacağına hiç olmasın daha iyi. Tanrı yazdıysa bozsun. Düşünür istiyorsan, benden iyisini mi bulacaksın üstelik? (Gülüşmeler başlar.)
Berlusconi: (Buraya kadar lafa karışmamıştır. Şimdi sakince konuşmaya başlar.) Arkadaşlar, deminden beri dinliyorum, bazı arkadaşlar mali kuruluşların denetleyici rol üstlenmesini istiyorlar. Bence, başka bir şey yapmalı? Bir kere borsalardaki işlemleri kısa süreliğine durdurmalıyız. İkincisi de tüm dünyaya benim hayatımdaki başarı öyküsünü pompalayarak kapitalizme bir nefes aldırmalıyız.
Brown: Ne, başarı öykün mü, kapitalizme bir nefes aldırmak mı, ne diyorsun sen yakışıklı?
Berlusconi: Evet dostlar, benim kişisel şanlı serüvenim, bizim tam da ihtiyaç duyduğumuz şey değil mi sizce? İnsanlar bugün bireysel başarıların olabilirliğine küsmüşken, benim gibi bir memur çocuğunun nasıl oluyor da dünyanın en zengin devlet başkanı olduğunu gündeme taşımak, yararlı olmaz mı sizce de?
Bush: Yes, yes süper… Evet, Berlocuğum başka?
Berlusconi: Düşünsenize bir memur çocuğusunuz ve hukuk fakültesini kazanıyorsunuz. Daha sonra kısa sürede dev bir inşaat şirketinin başına geçiyor ve yine hemencecik medyaya el atıp televizyon kanallarına, oradan da mağazacılık, emlak piyasası gibi birçok piyasaya atlıyorsunuz. Daha sonra bu güçlerinizin hiç birini kullanmayıp, evet hiç birini kullanmayıp, siyaset basamaklarını bir bir tırmanıyorsunuz… (Bu sırada Sarkozy imalı imalı öksürür. Berlusconi’de o ana kadar freni patlamış araba misali konuşmasını, biraz olsun toparlamak zorunda kalır.) Tamam, canım, eski güçlerimin siyasette ilerlemem de az da olsa payı vardır kuşkusuz ama hiç kimsenin beklemediği bir anda 3. sefer yine başkan olmam tesadüf mü sizce? Şimdi ise dünyanın en zen-gin baş-ka-nı-yım! Dünya zenginleri arasında ilk yirmilerdeyim ve genel olarak politika dünyasında ise 4. en zenginim. Daha ne olsun dostlar? (Hava atmasını sürdürerek…) Darısı başınıza, ne diyim?!
Medvedev: Ohoo, sen de iyice attın havanı. Senin karşında ömrü boyu bir araba bile almamış bir siyasetçi duruyor. Biz de, en az parası olan siyasetçi makbuldür. Benim bu az gelirim dünya devi Gazprom şirketinin başında yıllarca bulunmama rağmen böyle. Du-yu-ru-lur! Hem ülken çok da iyi durumda değilken, o harcamaların da ne oluyor? Muhalefetini bile deli eden sen değil miydin? Geçenlerde gazetede okumuştum herhalde…
Berlusconi: Biz de öyle muhalefet kabarışları olmaz arkadaş. Yersem kendi malımı yerim ben. Sen Sarkozy’den bahsediyorsun herhalde.
Sarkozy: Ooo ooo, sen de ne öyle komünist komünist konuşuyon Medvedo…
Medvedev: Medvedo değil, Medvedev, uyarırım.
Sarkozy: Neyse ne? Ne oluyor sana kardeşim, ülkeni tanımasak kandıracaksın bizi ha! ‘Biz de parası en az olan siyasetçi makbuldür’müş!! Amma da attın ha. O eskidendi kardeşim. Şimdi devletinizin her yanında mafya cirit atmıyor mu? Konuşturma şimdi beni. Sen biraz avanaksan Rusya ne yapsın?
Medvedev: Hop hop, düzgün konuş, düzgün konuş, uyarırım. (Ortamın gerileceğini anlayan Merkel atılır)
Merkel: Beyler, beyler konuyu dağıtmayın…
Medvedev: Sataşma var ama…
Sarkozy: Sen de yerini bil kardeşim. Komünist komünist konuşma!
Medvedev: Ne komünisti kardeşim, liberal oğlu liberalim ben. Sen söyle bakalım, savuruyon mu devletinin paralarını, savurmuyon mu?
Sarkozy: Bak yine komünistlerin sözcülüğünü yapıyor…(Küfür edecek gibi olur ama son anda kendini frenler.) Bizim muhalefetteki Sosyalist Parti o lafı ortaya attı bir kere. Biz de Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndan bir açıklama yaptık o sermaye düşmanlarına. (Şu anda Sarkozy sanki kendi meclisinde muhalefetiyle tartışıyordur.) Şunları söyledik o… (Yine kendini frenlemiştir.) Şeffaf ve iyi yönetilmiş bir bütçemize böyle dil uzatmak ne haddinize? Bütçe artışımız geçen yıla oranla sadece yüzde iki artmıştır. Hem herkes bilir ki sıkıntılı dönemlerinde tüm insanlar yemeğe sarılır. Biz de keyfimizden arttırmadık herhalde bütçemizi. Arttırdıysak bile, sıkıntımızdan, yiyerek arttırmışızdır o bütçeyi. Ne art niyetlilik yapıyorsunuz. Üstelik 2009 yılı bütçe görüşmeleri çerçevesinde 13 Kasım’da size haddinizi bildireceğiz mecliste. Heeeyt, sinirlendirmeyin lan beni! Marx’ın torunları, Lenin’in bücüşleri… Del’lendirmeyin lan beni, del’lendirmeyin… Yediysek de sıkıntımızdan yedik, sıkıntımızdan, anlamıyor musunuz? (Toplantı yönetiminin elinden sıyrıldığını hisseden Bush, Sarkozy’nin lafını keserek söze girer)
Bush: Evet arkadaşlar, evet… Hepimiz iyice gerildik. Bi çay molası verelim, sonra devam ederiz.
Hepsi: Ne, çay mı?… Türk mü, Arap mı içkisiydi bu ya?…
Bush: Vallahi Araplarda da içtim herhalde ama ben en son Erdoğan’larda alıştım buna. Hararetini alıyor insanın.
Hepsi: Hararet?
Bush: İçin de görün canım.
Berlusconi: Hııı, ben de içmiştim, canım arkadaşım Erdo’nun yanında. Sahi Erdo’yu niye çağırmadık yahu bu toplantıya?
Sarkozy: Ya şımartma şu doğulu sırığı. Sahi sen onun çocuğuna da nikâh şahitliği mi yapmıştın ne?
Berlusconi: Öyle deme ya. Adamım o benim. Üstelik benim yolumdan ilerliyor o da. Garibanmış çocukluğunda. Ama şimdi sayılı zenginlerden olmaya başladı. Gerçi bana zor yetişir ama sürekli akıl alır benden.
Merkel: Vallahi ben onların AB üyeliğine de karşıyım. “Özel statü” diyorum ben ama o bile çok bence onlara.
Sarkozy: Ya ne özel statüsü mütatüsü, şımartmayın şu doğulu, koyun canavarlarını.
Berlusconi: Öyle demeyin ya. İyi çocuktur bizim Erdo. Öyle değil mi Buşçuğum? Sen de iyi tanırsın onu.
Bush: (Gülerek.) Biz onu da, ondan öncekilerini de iyi tanırız, tanrıya şükür. Onlar bizim iyi çocuklarımızdır vesselam. Neyse, neyse on dakika ara veriyorum.
(Böyle dedikten sonra herkes muhabbete dalar yine. Bush’da baş hizmetçiye eliyle kaşık hareketini yapar ve ardından altı parmağını işaret ederek, çay getirmesini söyler. Zira yine sesin kesildiği bölüme geçilmiştir oyunda. Baş hizmetçi de yardımcı hizmetçiye işaretle çayı getirmesini söyler. Yardımcı hizmetçi dönerken dışarıdan sesler geliyordur. Az sonra sesler yükselir. Küreselleşme ve kapitalizm karşıtlarının sloganlarıdır bunlar. Herkes kulağını heyecanla oraya verir. Bush onları sakinleştirmeye çalışır. Acemi bir kabadayı gibi kalkar ve pencereden dışarıya bakar. Bu sırada dışarıdaki sesler yükselir. Şu tarz sloganlar yükseliyordur dışarıdan: “Kapitalizm; yatsı geldi, mumun söndü. N’aber?”, “Kapitalizm? Asla! Sosyalizm? Hemen şimdi.”, “Bir, iki, üç. Daha fazla isyan, daha fazla eşitlik.” Bu ara tüm liderler gülümsüyorlardır ama içten içe hepsi de düşüncelidirler. Bush yerine oturmaya gelirken ‘Boş verin ya, konuşup duruyorlar işte’nin hareketini yapmıştır. Ve ardından yine evraklarına dönüp parmaklarıyla hesaplar yapar. Diğerleri de konuşmaya dalarlar. Bu ara hizmetçiler kendi aralarında konuşmaya başlarlar)
Yardımcı Hizmetçi: Geçen gün yakalanan protestoculardan birisi, senin kardeşinmiş diye duydum Maykıl, doğru mu?
Baş Hizmetçi: Hııı…
Yrd. Hizmetçi: Aaa, ne kadar da sakinsin. Ben olsam korkumdan ölürdüm, işten atılırım diye. Hatta seni de atacaklarmış diye duydum. Aslı var mı?
Baş Hizmetçi: Hı hı, haberim var da bana bi şey olmaz.
Yrd: Nasıl bu kadar da emin oluyorsun ya? Yoksa başkanın bi akrabası mısın ne?
Baş Hizmetçi: Yok, ben bu Bush’un babasının ahbabıyım. Baba Bush’dan beri buradayım ben, yaa!
Yrd: Yok ya. Clinton zamanında da burada mıydın peki?
Baş Hizmetçi: Yok, onun zamanında mutfağa atmışlardı beni.
Yrd: Vay be, onca yıldır buradasın ha!
Baş Hizmetçi: Ne zannettin?
Yardımcı hizmetçi: Hiç de o kadar şey gözükmüyorsun ama…
Baş Yardımcı: Yaşlı mı?
Yrd: Evet.
Baş Hizmetçi: (Lafı değiştirir.) Yaaa, bana bir şeycikler yapmaz Bush’çuğum. (İçini çekerek ekler) Çocukluğunu bilirim ben onun.
Yrd: Peki ne yapmışlar kardeşine? Çok dövmüşler mi?
Baş Hizmetçi: Ne dövmesi ya, burası Türkiye’mi?
Yrd: Aaa, öyle deme, burada da ciddiye binmiş işler. Hatta emniyet, bazı müfettişleri Türkiye’ye göndermiş, rapor tutmak için.
Baş Hizmetçi: (Biraz olsun heyecanlanır.) Yapma ya… (Sonra toparlanır.) Sen de bu işleri takip mi ediyorsun ne? Bayağı meraklısın bu işlere bakıyorum da. Pek bulaşmasan iyi edersin bu işlere… (Biraz imalı söyler bu lafları.)
Yardımcı Hizmetçi: (Hafif tırsmıştır. Konuyu toparlamaya çalışır.) Yok ya, laf olsun torba dolsun benimkisi. Çok sıkılırım aslında ben bu toplantılardan da ekmek parası işte, ne yaparsın? Sahi ne düşünüyorsun kardeşinin düşünceleri hakkında?
Baş Hizmetçi: Vallahi ben önceden çok kızardım kardeşime. Ve güvenirdim bizim kapitalizmimize. Bir gün, eşitliği getirmese de, gelir bozukluğunu düzeltir diyordum kendime. Ama şimdi hiç umudum kalmadı… Her gün şunları gördükçe hele! (Liderleri göstermiştir eliyle. Bu ara ‘sayın’ liderlerden Sarkozy ve Berlusconi’nin konuşmasına döner ışıklar)
Berlusconi: Vay be, buralarda da yemiştir o Monica’yı Bizim Clinton, değil mi Sarko?
Sarkozy: Bırak ya, eline yüzüne bulaştırdı. İyice yiyemedi kızı. Hem tam yememiş ki oral yapıp durmuş herhalde.
Berlusconi: Sen öyle san. Olayı öyle geçiştirdiler oğlum. Delik deşik etmiş kızı.
Sarkozy: Yapma yav… Sen de olaya hâkimsin ha, bakıyorum da!
Berlusconi: Eeee, işimiz bu aslanım… Sanki sen az anasının kuzususun ha…
Sarkozy: Dostum, ben yerim sadece, yiyene pek bakmam. Ama sen başkalarının mutfağına da bakıyorsun herhalde?
Berlusconi: Sen daha yenisin aslanım, bu işte başkasının işinden ders çıkarmadan ilerleyemezsin. Sana da benim mutfağı izlemeni tavsiye ederim, çok şey öğrenirsin söylemesi ayıp.
Sarkozy: Biz öğrenmiyor, öğretiyoruz be… Sen beni takip et asıl.
(O sırada Merkel, yalnız kalmaktan sıkılmıştır. Çünkü Bush hesap kitap işlerini bırakmış, hatta sinirlice kâğıdı kalemi yere atmış ve Brown ile konuşmaya başlamıştır. Medvedev de Merkel’den uzaktadır. Ve o zaten, ara başladı başlayalı, notlar tutmakta ve bazen de deli deli hareketler yapmaktadır. Bu yüzden Merkel’de Sarkozy-Berlusconi çiftinin konuşmalarına kulak kabartmıştır. Berlusconi bunu fark eder ve Sarkozy’i uyarır.)
Berlusconi: Sen geç onu cicim, sen daha dünkü çocuk sayılırsın benim yanımda. Neyse ya, deminden beri şu karı da bizi dinliyor ha!
Sarkozy: Hangi karı?
Berlusconi: Hangi karı olacak, Merkel.
Sarkozy: Haaa, o da karı mı yav? Ben de şu hizmetçi sanmıştım. Deminden beri bakışıyoruz da.
Berlusconi: Vay çaylak. Ben onla toplantıdan önce işi pişirdim bile. Toplantıdan sonra buluşacağız.
Sarkozy: Yapma ya! İnanmam.
Berlusconi: (Cebinden bir peçete çıkarır ve gösterir.) İnanmıyorsan bak, cep telofonu.
Sarkozy: Vay be, büyükmüşsün abi, vallahi pes. Kaşla göz arasında götürdün karıyı ha. Vallahi pes. Söylerlerdi de bu kadarını beklemezdim. Hem karı bugün düşmüş yuvaya duyduğum kadarıyla. Yoksa eskiden bir muhabbetin vardır derdim ama…
Berlusconi: Yaa, dememiş miydim ben sana aslanım!
Sarkozy: Vallahi pes!
(Bu ara Yardımcı Hizmetli dışarı çıkıp çayları getirir. Kız çayları dağıtırken Berlusconi kıza göz atar, kız da cevap verir. Berlusconi hünerini Sarkozy’e gösterir. Sarkozy de ‘benden pes’ gibi bir hareket yapar. Bush, herkes çayını alıp ilk yudumlarını çektikten sonra, konuşmaya başlamak için gırtlağını seslice temizler ve konuşmaya başlar. )
Bush: Evet sayın başkanlar, ikinci defa Yüce Ruh’un ışığı üstünüze olsun diyerek, toplantıyı açıyorum. Umarım bu Türk içkisi hararetimizi alır da bir sonuç çıkarabiliriz bu oturumdan. Gerçi benim için hava hoş. Bir-iki ay sonra ben yokum. Acıyan Tanrı size acısın diyeceğim ama ben yine de üzerime düşeni yapayım ve engin tecrübemi hizmetinize sunayım.
Medvedev: Ne tecrübesi ya, zaten senin yüzünden gelmedi mi şu kriz başımıza? Yok Afganistan, yok Irak, derken hazinenizi piç ettin. Sizi piç ettiğin yetmezmiş gibi dünyayı da orospu ettin. Töbe, töbe… Bak benim de asabımı bozdun sonunda.
Bush: Lan Medo… Putin gitti, şimdi de sen mi bela oldun başımıza lan, dallama. Ne biçim konuşuyon öyle i…ne
Medvedev: Düzgün konuş lan yavşak. Putin nereye gitmiş. İşte Putin karşınızda. Tüm Rusya şimdi Putin olduk, haberiniz yok. O bizim her şeyimiz, ona göre lafına dikkat et.
Bush: Belli belli, seni görünce o KGB ajanını görüyorum zaten. Pis kukla seni…
Medvedev: Sen kurban ol, bana da, büyük insan Putin’e de. Bi de kendinden sonrakine bak. Ülkenin içine ettiğin gibi partini de batırdın. Ama ona seviniyorum iyice. Çünkü adama benzer birisi geliyor ardından. Obama, şimdi partilin Mc Cain’ı fena sallıyor. N’aber?
Bush: Kim? O kara kuru çocuk mu başımıza geçecekmiş. Vay, vay… Yüce Tanrı yazdıysa bozsun… Gerçi başa gelse de biz onu devletimizin yüksek çıkarları için yollamasını biliriz ama neyse… (Eliyle ‘bitiririz işini’ gibi bir hareket yapmıştır.)
Medvedev: Vay anasının kuzusu, demek yiyeceksiniz adamı ha?
Bush: Anasını da, danasını da, hatta seni de katıp yeriz oğlum biz, ne diyosun?
Medvedev: Lan sen bir krakeri bile yiyemiyon dallama, beni nasıl yiyecen?
(Medvedev dilini çıkarır çocuk gibi sesler çıkarır. Bush, parmaklarını açarak burnuna ve kulaklarına götürüp yavaşça sallayarak Medvedev’e eşlik eder. Az önce en ufak argoda birbirine giren bu ikiliyi izleyen diğerleri ise şimdi şaşkın şaşkın birbirlerine bakmaktadırlar.)
Brown: Ne oldu size ya, pek güzel sevişiyorsunuz, hayırdır?
Medvedev: Hiç ya, canım sıkıldı da toplantıdan, biraz sıkıntımı atayım dedim.
Bush: Vallahi ben de öyle…
Merkel: İyi ki şu halinizi sıradan insanlar görmüyor ha. Yoksa vay halimize…
Berlusconi: Evet arkadaşlar, benim teklifim kaynadı az önce, ne düşünüyorsunuz teklifime?
Bush: Vallahi bence… En azından kısa süreliğine, iyi fikir gibi geldi yani bana…
Brown: Gelebilecek tepkileri de düşünmek gerek ama.
Bush:
(Sinirli bir şekilde Brown’a bakarak sorar.) Ne tepkisiymiş?
Brown: (Hafif utangaç cevaplar.) Iııı, yani şimdi… Iııı, şimdi bu durumda… Yani, insanlar zor durumdayken… Iııı, nasıl diyim yani… Sayın Bush… Yani insanlar kin de duyabilir bizim gibi siyasetçilere… O açıdan şey etmiştim…
Bush: (Brown’ın haklı olabileceğini düşünür gibi olur ama çaktırmaz) Biz onları sakinleştirmeyi biliriz… Eeee, siz söyleyin o zaman, ne yapacağız şu krize? (Bir de Hacivat gibi ellerini çenesine götürür ve öyle konuşur.) Yar bana bi çare… Yar bana bi eğlence…
Merkel: Bizim AB ülkeleri “ortak fon”dan bahsediyor ama bence bu ulusal çıkışların önüne engel olabilir. Onun için ikisinin ortası, karma bir şey düşünülmeli.
Berlusconi: (Hafif dalga geçer, hafif de kur yapar gibi Merkel’e yanıt verir.) Sayın hanfendi, siz de ülkenizden önce genel çıkarları düşününüz, irica ederim.
Merkel: (Az gevşemiştir.) Öyle mi diyorsunuz Sayın Berli… Ah afedersiniz, size Berli diyebilir miyim? Bizim Berlin aklıma geliyor da sizin isminizi söylerken… (Hafif kırıtarak güler.)
Berlusconi: (Bu olayı da Sarkozy’e gösterir. Sarkozy ‘Vallahi ben havlu attım’ın hareketini yapar.) Diyebilirsin cicim. Sayın pek güzel Merkel, ha şöyle yola gel. (Her ikisi de gülerler.)
Brown: Şu aşırı rekabet için de, bir an önce bir şeyler yapmalı.
Bush: (Kendinden geçerek ve bir din adamının dumanlı vaazi şeklinde konuşmaya başlar.)
Kitab-ı Mukaddes’te geçtiği gibi Hz. İsa, Tanrı’nın sözünü dinleyenlerin “evlerini kaya üzerine kuran akıllı adam”a, dinlemeyenlerin ise “evlerini kum üzerine kuran budala adam”a benzediğini ne güzel bir şekilde açıklamıştır. (Coşarak bağırır.) Sen her şeyde ve her yerdesin Tanrım. Senin sözlerinden üstün yoktur, Tanrım. (Yine daha normal konuşmayı sürdürür.) Hayatlarını sadece başarı, kariyer ve para gibi gözle görülür ve hissedilebilir şeyler üzerine bina edenler, evlerini kum üzerine kurmuşlardır. Gerçekmiş gibi görünen bu şeyler eninde sonunda geçip gidecektir… Hepinizi Kitab-ı Mukaddes’e uymaya çağırıyorum… Gerçeğin yegâne temeli, bizim gerçeklik anlayışımızı değiştirebilecek yegâne şey, Tanrı’nın sözüdür. Gerçekçi olan, Tanrı sözünün gerçekliğini tanıyan kişidir… Sen her şeye kadirsin Tanrım. Bizi şu kriz belasından kurtar Tanrım.
(Medvedev ve Berlusconi dalga geçer gibi dinlerler. Diğerleri huşu içinde dinleyip hatta konuşmanın sonuna doğru ellerini havaya açıp ‘Amen’ derler.)
Brown: Ne güzel konuştun Sayın Bush.
Bush: Evet, ama bunlar benim laflarım değil ki çok Sayın Papa hazretleri 16. Benediktus’un son açıklamaları bunlar.
Merkel: Haaa, biz de senin lafların diye az şaşırdık da…(Yani sen böyle güzel konuşamazsın anlamında demiştir bu sözünü. Bush ise bu imayı anlamayıp daha da coşmuştur.)
Bush: Benim değil ama yüzde yüz katılıyorum Papa’ya.
Medvedev: Şimdi de kilisede mi arıyoruz çözümü? (Medvedev ve Berlusconi gülerler.)
Bush: (Medvedev ve Berlusconi’ye dönerek.) Siz söyleyin o zaman çareyi, çok biliyorsanız! (Artık herkes bir sonuç bulamıyacakmış havasındadır ve hepsi birbirleriyle sadece “Kem, küm” cümleleriyle konuşmaya başlarlar. En sonunda Bush, tartışmayı sonlandırır.)
Bush: Kem küm de keme küm… Amaaan, ne diyorum ben ya? Evet, çok sayın başkanlar, haftaya Brown’larda toplanalım diyorum. Kem. Ne dersiniz? Küm.
Brown: (Şaşırmıştır. Fakat hemen atlar.) Kem, küm… Evet, evet, küm, bizde toplanıp kem, buluruz bir çare küm.
Hepsi: Evet, evet, küm, buluruz bi çaresini kem, hele bir kalkalım buradan küm. Kem küm de keme küm, keme küme de kem küm.
7. Sahne:
(Yine flaş haber, yine o gözlüklü adam.)
_ Evet, sayın seyirciler… Az önce Beyaz Saray’daki önemli toplantı bitmiş bulunmaktadır. Toplantıdan toplantı kararı çıktı dersek, yanlış söylemiş olmayız. Öyle ki tüm piyasalar toplantı sonucunda hangi ülkenin ne kadar kaynak aktaracağını beklerken, başkanlardan böyle bir açıklamanın gelmemesi tam bir hayal kırıklığı yarattı. Hatta bu hayal kırıklığıyla bir iki bankacı intihar etti, borsadaki ibreler aşağıya düşmekten mide bulantısı geçirdi. (Bu andan itibaren sevimli bir delinin hareketleriyle konuşmasını sürdürür.) Evet, sayın seyirciler, daha fazla tadınızı kaçırmadan, sizleri ‘Çöpçatan Programı’yla baş başa bırakıyorum. İyi seyirler, tatlı gülüşler, bol sevişmeler… Hadi rastgele, rastgele…
8. Sahne:
(Yine aynı Ege kahvehanesi. Fakat bu sefer Tayyar yoktur. Ali, Salih ve İsmet konuşmaktadırlar.)
Ali: La bizim Tayyar’dan ne haber? Bileniniz vaa mı?
İsmet: O evden gaçıveemiş ya… Habarınız yok mu? (Salih ve Ali şaşırırlar.)
Salih: Yok ya… Nireye gitmiş peki?
İsmet: Vallahi garısı da bilmiyomuş. O bizim evine götürdüğümüzün ertesi günü gaçmış, bi daha da gelmemiş.
Salih: Allahalla… Bak şu işe… Yazık ya, şu griz de erken vurdu milleti vallaa.
Ali: (İsmet’e) Haaa, la seinkilee boün bi toplantı yapıvemişlee ya. Emma başka bi toplantıya ertelemişlee çözüm işini…
İsmet: Nerde benimkilee oluyolamış onnaa aslanım. Ööle bi toplantıya Tayyibimi çaırmazlasaa olacağı buydu zatee. Ne oluvecedi sanki?
Salih: Hııı, Tayyip olsaydı bi bok yapıveiirdi yaa. Töbe, töbe…
İsmet: La olum, tabi ki Tayyibim hepsinden acar bi adam. Baksana hepsinin götü tutuştu. Tayyibim rahat, çünkü direksiyon elleinde aslanımın…
Salih: Hııı, Tayyip çok bilii ya ondan rahat…
Ali: La olum bizim Mustaa abi vaa ya, bu işleii pek iyi bili ha. Geçen gonuştum da, aazım açık dinleivedim adamı.
İsmet: Hııı, anlaşıldı, senin bu gomunist gomunist gonuşmalaaın needen geliyomuş, belli oldu. La olum ne gonuşuveyon o anaşistle? 80’lede beş sene mapusta yattı ya o.
Ali: Vallahi oasını buasını bilmem, adam berk gonuşuveyoo.
İsmet: La ne berk konuşuvecemiiş, onun bildikleiini ben unutevedim be.
Salih: Hele, hele… Olum adam o zaman, yani seksenleede, maliye mi, iktisat mı ne zıkkım onu okuveimiş ya. Hem de Ankaada.
İsmet: Neyse ne? (Ali’ye döner.) Ne deyiveedi la bu cenabet? De bakalım?
Ali: Şimdi bu gapitalizmin kronik bi hastalığıymış bu griz. Bi nevi deli yani deyiveoo, Mustaa abi. Grize girip duran delilee gibi. Dikiş tuta mı Alicim, deyiveedi baa. Hem de doğuu söleyiveyoo adam. Ben gendimi bildim bileli, bi doğruluveemedik şu grizleeden, deiil mi arkideş?
İsmet: (Hafif sinirli.) Eeee?
Ali: Sona bu griz denen zıkkım, aşırı üretimden oluveemiş.
İsmet: (Dalga geçer.) Hah ha ha… Griz aşırı üretimden mi oluveeimiş? Vay anasının nikâhı… Sonaa?
Ali: Dinle bi ya… Şimdi aşııı üretim oluveoo emma, vatandaşın cebinde mangır oluvemese neye yarar mallar? Heç bi şeye yaramaz. Sona bu mallaa patronlaıın elinde kalınca bir bir batıveomuş deyyuslaa. Ondan kelli de işten atmalaa, enflasyon… Derken al sana nur topu gibi bir griz. Yaaa…
(Salih ağzı açık dinlemektedir. İsmet de dalga geçer gibi dinlese de, aslında kafasına yatmıştır Ali’nin ded
ikleri. Ancak lafı değiştirmeye çalışır hemen.)
İsmet: He ya, he, öölee oluveomuş bu işlee. (Dalga geçmiştir kendince.) Aslanım, ben onu bunu bilmem. Fazla geziveme o adamla. Zati zehirleiivemiş seni o cenabet. Vallahi başına iş alırsın ha.
Ali: Ne işi alacam la. Zati uzaktan akrabamız oluveir Mustaa abi.
İsmet: (Sessizce) Belli oluu, beli oluu.
Ali: Ne didin?
İsmet: Bişe yok, bişe yok. Aha, iti an çomaıı hazıla deyi, boşa deyivememiş atalaımız. İşte Mustaa abin de geliveoo bak. Ben gidiveyom arkideş, az sonaa ezan okunacak. Gelmeyonuz mu? ( Salih’de kalkar.)
Ali: Durun la, az sona beraber gidiveriiz. (İsmet’le Salih kalkmışlardır. Mustafa gelmiştir. Onlar kalkarken selam verir ve oturur. İsmet sert sert bakmıştır giderken Mustafa’ya.)
Mustafa: Ne biçim bakıyo lan bu İsmet adama, Ali? Goca garının şeyini görmüş gibi, ekşi ekşi bakıyo ya insana. Ne anlarsın bu heriflerden anlamıyorum.
Ali: Hiç be Mustaa abi, gonuşuveoduk öölesine. Sen nişiyon?
Mustafa: Ne olsun be, tatili de yedik, gitmeye hazırlanıyoruz şimdi. Bizim yaşlıları sevindirdik, şimdi de gediveriyoz yani.
Ali: Abi senin kitapçı dükkânın vaadı de mi, Ankaada? Halen o işi mi yapıyon? Nasıı geçiniveyon mu? Bizim millet pek kitap okumaz da…
Mustafa: Ne olsun be Aliciğim, geçinip gidiyoruz işte.
(Tam o sırada ezan sesi duyulur. Ali kalkarken tam Mustafa’ya da ‘Hadi gel gidelim.’diyecektir ama son anda söylemez.)
Ali: Ben namaza gideem bari Mustaa abi. ( Gülerek devam eder.) Az da günahlarımızdan arınalım deiil mi? Hadi görüşürüz abi.
Mustafa: (Şakayla.) Git, git bendenden de selam söyle? ( Ali şaşırmıştır. Çünkü Mustafa bu tür şeylerle dalga geçmez. Mustafa’da hemen düzeltir ortamı, gülerek konuşur.) Hoca’ya selam söyle canım, hocaya.
(İkisi birden gülerler. Az sonra tüm kahve boşalır. Kahveci, Mustafa ve bir iki kişi hariç kimse kalmamıştır. Bu bölüm de burada biter.)
9.Sahne:
(Yine sabah programı, yine o süslü kadın programcı, yine seyirciler…)
Sunucu: Eveet, güzeller, hoş geldiniz… (“Hoş bulduk” diye atılırlar seyirciler. Hemen erkek seyircilerden birisi ekler: “Biz de varız burada Papatya, biz yakışıklıları da unutma” der.)
Sunucu: Ay kız, yerim ben sizi ‘yakışıklılar’. Siz olmasanız zaten, başlamam programa ha. Aaaa, sen misin kız Ziya Amca? Nerdeydin anacağım sen, görünmüyordun bayağıdır?
Ziya Amca: Hiç sorma Papatya’cığım, ben de sizi özledim ama neler geldi başıma bir bilsen…
Sunucu: Ne oldu kız, söylesene.
Ziya Amca: Vallahi söyleyeceğim ama utanıyorum.
Sunucu: Ay kız biz bizeyiz söylesene. Utanacak ne var?
Ziya Amca: Ben hastalandım da biraz…
Sunucu: Geçmiş olsun kız… Vah, vah… Neyin varmış?
Ziya Amca: Şey…
Sunucu: Ne oldu kız, çabuk ol programa geçecem. Ne oldu?
Ziya Amca: Ya, bende çıban çıktı. (Gülüşmeler.)
Sunucu: (Diğer seyircilere.) Durun kızlar. Eeee, nerende çıktı çıban? (Kendisi de gülüyordur.)
Ziya Amca: Vallahi, kıçımda çıktı. (Çok fazla gülüşmeler… Sunucu da güler. Kendini zor tutmaktadır.)
Sunucu: Allah iyiliğini versin kız. (Gülüşmeler.) Vallahi çok geçmiş olsun kız. Ama ne olacak bi çıbandan, yine de gelseydin sen.
Ziya Amca: Öyle deme Papatya’m. Vallahi şu başındaki toka kadar vardı çıban. (Gülüşmeler.) İyileşir iyileşmez de geldim zaten. Çok özledim sizi vallahi.
Sunucu: Ay kız biz de seni çok özledik… Ay görüyor musun açılışı ‘şey’indeki çıbanla açtık Ziya Amca. (Gülüşmeler.) Hayırlısı bakalım, daha neler göreceğiz bugün. (Seyircilerin yanından koltukların oraya doğru gider. Kameraman da onu takip eder. Sunucu kameramana doğru konuşuyordur.) Evet, sayın izleyiciler, bugün neler yok ki programımızda? Çok sevgili, türkülerin babası Fetih Büyük Parmak… (Alkış, kıyamet.) Evet, Sayın Büyük Parmak yoğun çalışmalarının arasında, beni kırmadı geldi. Az sonra gelecek. Yine Sayın Doçent Doktor Ökkeş Karabacak, yine bize o güzel dinimizde, “Şükür etme” konusunu işleyecek. Bugünkü kriz şartlarında çok ihtiyacımız var, değil mi kız? (Alkışlar.) Evet, yine Sayın avukatımız Mert Adilbakar Beyefendi, boşanma hukukundan bahsedecek. (Alkışlar.) Evet, sırayla bunları çağıracağım ama önce günün dram kadınını çağırıyorum. Zaten onun dertleriyle birlikte sanatçımıza, doçentimize ve avukatımıza sorular yönelteceğim. Evet, kızlar, günün dram kadınının başına gelenleri dinleyince, kulaklarınıza inanamayacaksınız. Hem de taa, Denizli’nin bir ilçesinden geliyor: Zeliha Krizoğlu. Evet alkışlarınızla… (Alkışlar.)
Sunucu: Evet bacım, anlat bakalım.
Zeliha: (Aslında rahat bir kadın olduğu bellidir ama şimdi biraz utangaçtır. Bir de şivesinden çekiniyordur. Zaman zaman düzeltmeye çalışarak konuşur.) Ay abla nerden başlayıverem? Adamdan mı başlasam, kaynanamdan mı, çocuktan mı, bilmiyom ki… Bende dert çok…
Sunucu: Ay kız, bir yerden başla işte. Mesela kocandan başla. Neydi kocanın adı?
Zeliha: Tayyar. Tayyar Krizoğlu.
Sunucu: Evet, dinliyoruz seni.
Zeliha: Abla şimdi bu bizimki, bir önceki grizde de bir işe giriveemişti. Ben girme, girme dediydim de, o giriveemişti kör olasıca…
Sunucu: (Sinirli bir şekilde keser lafını.) Lütfen, lütfen, sakince anlat ve küfürsüz anlat. Bak ekranlarının başında çoluk çocuk, genç yaşlı seyircilerimiz var. Lütfen.
Zeliha: Tamam abla, özür dilerim. Ben de çok doluyum da, onun için… Neyse, sonra bu batırmadı mı tüm paraları grizde. Tabii ki sadece krizden değil, o sıralarda ben bunun cebinde garıların fotoğraflarını falan da görüveyodum. Ay abla… (Ağlar gibi yapar ama bir damla yaş akmaz gözünden. Seyirciler: “Ay, may” gibi nidalar çıkartırlar.)
Sunucu: Vay yavrum, sonra sonra…
Zeliha: Sonra bu evi terk ediveedii. Neyse uzatmayayım sonra yine gelivedii. Bir ay önce babam buna mangır, yani para veriverdi. Doğru dürüst bir dükkân açıvee kapının önünde, dedi. Gül gibi geçiniveiin, dedi. Bizimki ne yapmış peki abla? Gidiveemiş borsaya yatırmış bütün mangıılaaıı, aman paralaaıı. Sonra bu griz gelmedi mi? Kör olasıca griz… Sonra ben de öğrenince kızdım dabii. Babam da kızdı… Bu sefeede beyefendi grize girmez mi? Öfff öff, nelee çektim ben bu grizleein elinden abla, bi bilsen. Bi ekonomik kriz, bi herifin grizi, vallahi grizler arasında kaldım anlayacağın… Bi ekonomik kriz, bi herifin grizi… Vah, vah… (Ağlayacak olur yine.)
Sunucu: (Zeliha konuları açtıkça, sunucu hem üzülüyor gibidir, hem de reytinglerin yükseleceğini düşünerek heyecanlanmaktadır.) Eeee, o ikinci kez eve geldikten sonra karıya kıza gidiyor muydu seninki?
Zeliha: Vallahi ondan sonaa görmedim abla. Az bi şey akıllanmıştı yani. Yapmışsa da bilemem, günahı boynuna.
Sunucu: Eeee, sonra?
Zeliha: Sonra abla, bu bi ara grize girdi dedim ya. Az daha beni doğrayıvereceedi. Komşulaa zor alıvedilee elinden. İki gün sona da, yine kaçtı bizim ki. Bu sefer korkuyorum abla, başına bi şey geldi diye. Ne de olsa gocamdı
r. Beni izliyosa gelsin abla, gelsin. Krizini de grizini de yerim onun. Yeterki gelsin. (Ağlayacak gibi olur. Seyirciler alkışlarlar.) Zaten benim sorunum bununaa deiil ki, o kaynanam denilen or… (Kendini tutar yine ve ağlayacak gibi olur. Seyirciler de, sunucu da “Vah, vah” demektedirler. Sonra sesler, sadece nidalar halinde duyulur. Kimin kime ne dediği belli değildir. Bu durumda sahne biter. Daha doğrusu oyun biter.)
Ekim-Kasım 2008
Eser YILMAZ
(eseryilmaz80@hotmail.com)