NTV’nin yeni yayınlanmaya başlayan Sade Vatandaş programının geçen haftaki konularından birisi, dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle yaşanan ‘polis tarafından vurulma’ olayları idi. Okan Bayülgen’in sunduğu programın konuklarından (ismini şu anda hatırlamadığım) bir avukat, Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nda yapılan düzenlemeyle, yasal durumun fiili duruma uydurulduğunu belirtti. Ben, doğruluğu tartışma götürmez bu tespitin bir başka yönüne eğilmek […]
NTV’nin yeni yayınlanmaya başlayan Sade Vatandaş programının geçen haftaki konularından birisi, dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle yaşanan ‘polis tarafından vurulma’ olayları idi. Okan Bayülgen’in sunduğu programın konuklarından (ismini şu anda hatırlamadığım) bir avukat, Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nda yapılan düzenlemeyle, yasal durumun fiili duruma uydurulduğunu belirtti. Ben, doğruluğu tartışma götürmez bu tespitin bir başka yönüne eğilmek istiyorum: Televizyon dizileri. Yasal düzenleme fiili duruma uydurulurken, televizyon dizileri de toplumsal rızanın alınmasından önemli bir işlev görüyor.
Kurtlar Vadisi, bildiğim kadarıyla hala en yüksek reyting alan dizilerden birisi. Kontrgerillanın katliamlarını ve “devletin öldürme hakkı”nı izleyicilerin zihninde meşrulaştıran bu dizi, kanımca diğer polis dizilerinden daha kötü değil. Çünkü Kurtlar Vadisi’nde derin devletin yaptığını diğer polisiye dizilerde sıradan devlet yapıyor.
Bu dizilerden ilki, Kanal D’de yayınlanan ve müziğini kullanarak Aşık Veysel’in kemiklerini sızlatan Gece Gündüz. Dizide başkomiser Aslan, mazlumları koruyor, yasal sınırlamaları takmıyor, işyerlerine ve evlere girerek sağa sola kafa atıyor. Zaman zaman da gaza gelerek Bruce Willis’i ve Mel Gibson’ı bile geride bırakıyor; kendisine kurşun sıkanların üstüne yürüyor dimdik. Ama vazgeçemediği bir şey varsa o da harekete geçip karşısındakinin ağzını yüzünü dağıtmadan önce mutlaka bir espri yapması ve sırıtması. Bu sayede sadece Başkomiser Aslan karşısındakine kafa atmıyor, aynı zamanda izleyicilerin de kafa atmasını sağlıyor. Ne de olsa Aslan Bey’in kafasından nasibini alanlar bir şüpheli değil bir “suçlu”. Ve bütün “kahraman” polisler gibi başkomiser Aslan da “suçlu”nun cezasını oracıkta vermeli; “adliyenin yükünü hafifletmeli”. Zaten -kullanmayı pek sevdiği tabirle- “bu şerefsizler”in kafa yemekten başka bir hakları olamaz. Ama en önemlisi ise başkomiser Aslan’ın attığı sopaların, hepimizin vicdanı adına atılıyor olması.
ATV’de henüz iki bölümü yayınlanan Adanalı dizisinin başkarakteri ise “efsane” bir başkomiser. İsminden de tahmin edilebileceği gibi zat-ı muhteremin Adanalı olmasına vurgu yapılınca, insan hakları hak getire. “Beni aşağıya indir” diyen “suçlu”yu apartmandan aşağı atan Adanalı, böyle yapmakla aslında “suçlu”nun isteğini yerine getiriyor sırıtarak. Bu konuda kendisini uyaran amirine ise savunması hazır: “Bu şerefsizleri biz içeri tıkıyoruz, hemen dışarı bırakıyorlar.” Adana şivesi ve tavırlarıyla “suçlu”ya haddini bildiren başkomiseri, bir insanı aşağıya atmasına rağmen “adalet” yerini buldu sempatisiyle izliyoruz.
Yine Kanal D’de yayınlanan Arka Sokaklar ise daha örgütlü bir ekip; öne çıkan tek bir karakter yok. Örgütlü çalıştıkları içinse birbirlerini “dengeliyorlar”. Hatta fazla şiddet kullanan arkadaşlarını, terapiye bile gönderiyorlar. Ama terapiyi izledikçe görüyoruz ki polisin “suçlu”ya şiddet uygulaması bir zorunluluk; aksini düşünmek ise “saflık”. Kendi “saflığımız”la yüzleşiyoruz birkaç dakika sonra; çünkü terapiyi veren kadın doktor, terapiyi alan erkek polis tarafından kurtarılıyor tacizcilerin elinden. Ama önce ikna etmeye çalışıyor tacizcileri polis; ne de olsa tacize uğrayan kendisine terapi uygulayan doktor. “Gör işte” diyor sanki doktora, “ben ikna etmeye çalıştım, ama bu şerefsizlerin anladığı tek dil bu.” Sonra o da basıyor sopayı ve doktorun “saflığı”, hayatın “gerçeği” tarafından “yanlışlanmış” oluyor.
Dur ihtarına uymamamın bedeli, ölüme gebe bu ülkede. “Havaya sıkılan” ya da “yanlışlıkla ateş alan” silahların kurşunları, 18 yaşındaki gençlerin ensesine giriyor 11 metreden. Ve polisiye dizilerin “kahramanları”, büyük bir tutkuyla tüm bir hayatı atış poligonuna çevirmeye yardımcı oluyor. Polisin işkence yapma ve şüpheliyi vurma “hakları”nı sadece meşrulaştırılmakla kalmıyor; aynı zamanda bir mizah konusu haline getiriyor. Televizyon karşısındakiler ise işkenceyi gülümseyerek izliyor; çünkü onlar için tüm suçlular sadece televizyonda.