Kamu çalışanlarının toplusözleşme hakkı ile ilgili AİHM’in verdiği karar sendikalarda ve kamu emekçileri cephesinde heyecan yaratmışa benziyor. Görünen o ki, bundan böyle çeşitli toplantılarda ve yazılarda AHİM’ in bu kararından çokça söz edilecek. Kuşkusuz bu karar önemlidir ve heyecan yaratması da doğaldır. Ancak; bir hakkın mahkeme kararları ve yasalarla tanınması bizim gibi ülkelerde otomatikman kullanılacağı […]
Kamu çalışanlarının toplusözleşme hakkı ile ilgili AİHM’in verdiği karar sendikalarda ve kamu emekçileri cephesinde heyecan yaratmışa benziyor. Görünen o ki, bundan böyle çeşitli toplantılarda ve yazılarda AHİM’ in bu kararından çokça söz edilecek.
Kuşkusuz bu karar önemlidir ve heyecan yaratması da doğaldır. Ancak; bir hakkın mahkeme kararları ve yasalarla tanınması bizim gibi ülkelerde otomatikman kullanılacağı anlamına gelmiyor. Mücadele etmek gerekir, hakkı fiilen kullanmak gerekir. Ama her şeyden önce temel insan haklarının yasalarda yazılı olsa da, olmasa da meşru haklar olduğu bilincinin oluşması gerekir. Unutulmamalıdır ki; kapitalist düzenlerde sermaye ve iktidarları emekçi halkın haklarının kağıt üzerinde kalması için geliştirdikleri akla hayale gelmez oyunlar ve planlar vardır.
Bugün işçilerin (kimi istisnaları bir yana koyarsak) büyük çoğunluğunun kağıt üzerinde yani yasalarda sendika kurma, toplu sözleşme, grev ve örgütlenme hakkı bulunmaktadır. Ama haklar sermayenin baskı ve tehditleri ile kullanılamaz hale getirilebiliyor. Çapa Kızılay Kan Merkezi’nde görüldüğü gibi Dev-Sağlık İş sendikasına üye olan işçiler yasal haklarını kullandıkları için işten atılma ve sürgünle karşı karşıya kalabilmektedir. İşverenlerin (kamu ya da özel) yasal haklarını kullanan emekçilere karşı her türlü baskı ve sindirme politikalarını gündeme koymakta tereddüt etmedikleri görülmektedir.
Yani sorunun özü esas olarak hak ve özgürlüklerin yasalarla tanınmasında değil, kullanılabilmesinde yatmaktadır.
Bilindiği gibi 1990’larda kamu emekçilerinin sendika kurmalarının önünde de yasal bir engel yoktu. Ama o dönemde bu hakkın kullanılması karşısında işveren devletin her türden baskı ve engellemesi ile karşılaşıldı. Tüm baskı ve engellemelere karşın o dönemde fiilen kurulan sendikaların mücadelesi sonucu bugün sendika hakkı tartışılır olmaktan çıkmıştır. Bugün (aslında dün de) var olan toplusözleşme hakkı da ancak örgütlü mücadele ile ve fiilen kullanıldığında bir anlam kazanacak, aksi durumda kitlelerin gözü kulağı iktidarların icazetine ve insafına kalacaktır. Ve kitleler AİHM kararına uyumlu bir yasa beklentisine düşecektir.
Aslında bu hakkın kullanılmasının önündeki en büyük engel yasalar değil, sendika yöneticilerinin ve kamu emekçilerinin kafalarında kurdukları barikatlardır. 05 Kasım 2004 tarihinde sendika.org’da yayınlanan bir yazımda bu konudaki düşüncelerimi şöyle dile getirmiştim ;
” 1990′ larda bile kamu çalışanlarının sendika kurma, toplusözleşme yapma hakkı önünde yasal bir engel bulunmadığı iddia edilirken, (KESK ve bağlı sendikaların birçok yöneticisi o süreci yaşayanlardandır) 07 Mayıs 2004 tarihinde Anayasanın 90. maddesine eklenen bir ibare ile; usulüne uygun olarak onaylanıp yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmelerle kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda uluslararası sözleşmelerin hükümlerinin esas alınacağı hükmü ile TBMM’de onaylanarak yürürlüğe konulan 98 ve 87 sayılı İLO sözleşmeleri ortada iken 4688 sayılı yasa ile belirlenmiş olan toplu görüşme sürecinin artık hükümsüz olduğu hukuksal gerçeğine rağmen, toplu görüşme oyununun figüranı olmak nasıl açıklanabilir?
Ülkemizde kamu çalışanlarının toplu sözleşme yapma hakkı vardır.
Burada sorun işveren devletin bu hakkı yok sayarak sendikaların önüne toplu görüşme oyuncağını atması, onların da bu oyuncakla oynamak için üye yazımı yolu ile yetki sevdasına düşmeleridir. Yani burada oynanan oyunun oyuncuları işveren devletle, koltuklarını ve kazandıkları sosyal statüyü bir türlü kaybetmek istemeyen sendikacılardır. Bu oyunda kamu çalışanları yoktur. Ve kimse tarafından da muhatap alınmamaktadırlar.
Kamu çalışanları sendikaları toplu görüşme süreci adlı oyunu zaman geçirmeksizin reddetmeli, fiilen toplu sözleşme sürecini programalı ve bu sürece uygun hazırlıklar yapmalıdırlar. Ancak bunun olabilmesi için öncelikle yöneticilerin toplusözleşme hakkının var olduğuna, kendilerinin inanmaları ön koşuldur. Yöneticilerin bu konuda kafaları netleşirse ikinci adımda görev bu hakkın temel ve vazgeçilmez bir hak olduğu bilinciyle sendikal olanak ve inisiyatifleri değerlendirerek üyeleri toplu görüşme hakkımız, grev silahımız şiarı ile mücadeleye seferber etmek olmalıdır. Bu mücadele esas olarak fiili pratik/politik bir mücadele olmakla birlikte unutulmamalıdır ki; aynı zamanda hukuki bir mücadeledir. Ve bu ikili mücadele iç içe gelişecektir.”
2004’ten günümüze bu konuda pek bir adım atılmadı. Sendika yöneticileri işi AİHM’e götürmekle yetindiler.
Evet, kabul etmek gerekirse son AİHM kararı ile hukuksal süreç fiili-meşru mücadele sürecinin önüne geçmiştir.
Bu durum karşısında sendikalarımızın yapması gereken; işi doğasına uygun hale getirmektir. Yani oluşturulacak bir mücadele ve örgütlenme programı ile (AHİM kararını da arkasına alarak) fiilen toplu sözleşme sürecini başlatmaktır.
Bunun için öncelikle sendikalarımızda 1988-2008 arasında geçen 20 yılı değerlendirmek ve bir eleştiri-özeleştiri süzgecinden geçirmek ilk adım olmalıdır. Sendikaların kuruluş süreci bu anlamda yol göstericidir. Yani “hak verilmez alınır” şiarının toplusözleşme ve gev hakkının kullanılmasında da öne çıkarılması gerekir. Tüm bunlar yapılırken KESK başta olmak üzere tüm sendika yönetici ve aktivistlerden başlayarak kamu emekçilerinin bilincine çıkarılması gereken şey “toplusözleşme ve grev hakkının meşru bir hak “olduğu gerçeğidir. Bu meşru hak bilince çıkarılırken aynı zamanda sendikal harekette devrimci bir yenilenmenin zorunluluğu unutulmamalıdır. İşe yeni bir sendikal strateji oluşturarak başlamalıdır. Bu strateji biryandan örgütsel iç yenilenmeyi hedeflerken diğer yandan da Neo-liberal politikaların açlığa, yokluğa, yoksulluğa ve işsizliğe mahkum ettiği emekçilerle ve en temel demokratik hakları inkar edilen ve baskı altında tutulan Kürtler, Aleviler ve diğer ezilen dışlanan toplumsal kesimlerinin ortak mücadelesi ile uyumlu hale getirilmelidir. Böyle bir mücadele ile bir yandan Neo liberal politik saldırılar püskürtülecek ve aynı zamanda da emekçilerle ezilenlerin ortak mücadelesi yolunda çok önemli bir adım atılmış olacaktır. Emperyalist-Kapitalist sistem karşısında “başka bir dünya” da herhalde böyle mümkün olacaktır!