Wall Street, bir patlama bir çöküntü derken, herkesi meşgul etmeye devam ediyor. Herkes bugünlerde ABD hükümetinin 700 milyar dolarlık kurtarma planını konuşuyor. Lehman Brothers isimli yatırım bankasının iflasının ardından, bir sonraki kim olacak sorusu en önemli soru durumundaydı. Geçen ay ise aynı sorunun yerinde, düşen petrol fiyatlarının mı yoksa yükselen ABD dolarının mı bir sonraki […]
Wall Street, bir patlama bir çöküntü derken, herkesi meşgul etmeye devam ediyor. Herkes bugünlerde ABD hükümetinin 700 milyar dolarlık kurtarma planını konuşuyor. Lehman Brothers isimli yatırım bankasının iflasının ardından, bir sonraki kim olacak sorusu en önemli soru durumundaydı. Geçen ay ise aynı sorunun yerinde, düşen petrol fiyatlarının mı yoksa yükselen ABD dolarının mı bir sonraki genişleme göstergesi olacağı yolundaki spekülasyonlar vardı. Geçen yıl, tam şimdi olduğumuz yerdeydik: Finansal kargaşanın ABD ve dünya ekonomilerinde daralma yaratıp yaratmayacağına dair korku ve endişeleri konuşuyorduk. Bir yıl içinde petrol fiyatları rekor yüksekliklere ulaştı (Temmuz’da varil başına 143,73 dolar), ABD doları rekor düşüşler yaşadı (Nisan ayında 1 Avro başına 1,60 dolar) ve ABD finans sermayesinin eski amiral gemisi yatırım bankacılığı tamamen battı.
Bearn Stearns ve Merrill Lynch, sırasıyla, JP Morgan Chase ve Bank of America tarafından satın alındı. Bu son ikisi, yatırım bankası değil, ticari bankalar. Bu da bankacılık düzenlemelerine tabi oldukları ve işlerini yatırım bankalarının yaptığı gibi, sermaye piyasalarında menkul kıymet alıp satmak yerine, merkez bankasından alınan paralarla yeniden finans edebildikleri anlamına geliyor. Goldman Sachs ve Morgan Stanley, Lehman Brothers’ın savunmasız biçimde sermaye piyasası selinde kaybolmasından sonra Fed’in şemsiyesi altına sığındılar. ABD’deki yatırım bankacılığının ortadan kalkmasına ve daha geneldeki küresel finansal istikrarsızlığa Washington, Frankfurt, Tokyo ve Londra’daki devlet ve merkez bankası müdahaleleri eşlik etti. En önemlileri Fannie Mae, Freddie Mac ve AIG olmakla birlikte, hiç de bunlarla sınırlı olmayan finansal kurumlarla mortgage şirketlerine yönelik geniş çaplı kurtarma operasyonları ve hükümet alımları paralelinde açılan kamu harcaması paketleri, ABD’nin sosyalizme doğru ilerlediğini sanan muhafazakâr mali çevrelerden yükselen homurtulu yorumlara neden oldu. Gerçekten de, bu arkadaşlar sıkıntılı günler geçiriyor olmalılar.
Fikirlerin Krizi: Neo-liberalizm, Neo-Keynesçilik ve Sosyalizm
1940’ların sonlarında neo-liberal baş yönetici Joe Schumpeter, ekonomik gelişmeyi “sosyalizme doğru giden [durdurulamaz bir] yürüyüş” [1] olarak adlandırarak Amerikan Ekonomi Birliği’ne iyi bir şok yaşatmıştı. Milton Friedman, Schumpeter’ın genç öğrencilerinden bazılarını, sosyalist Serfliğe Doğru Giden Yol’da bir u-dönüşünün yaşanması anlamına gelen neo-liberal projenin öncü gücü haline gelecek ve 1970’lerden bu yana da gerçekten öncü gücü haline gelen bir kadroyu eğitmek üzere bir araya topladı[2]. Bu kadrolar insan ırkını yeniden özgürlüğün, girişimcilik ruhunun, özel mülkiyetin ve kârın dünyasına döndürecekti. Önde gelen daha birçok siyaset ve ekonomi figürünün yanı sıra, George Bush’un Hazine Bakanı ve günümüzün 700 milyar dolarlık banka kurtarma operasyonunun mimarı Hank Paulson ve Barrack Obama’nın kilit ekonomik danışmanlarından birisi ve Bill Clinton döneminin eski Hazine Bakanı olan Robert Rubin, bu öncünün üyeleri olarak yetiştirildiler.
Rubin, Wall Street’te banker ve politikacı olarak kariyerine başlamadan önce, Harvard ekonomi bölümünden mezun oldu. Paulson, 1968’de Darthmouth Koleji İngilizce bölümünden mezun olduğu için sağlam bir neo-liberal eğitim alamadı ama Rubin’in Wall Street bankacısı ve politikacı olarak sahip olduğu ikili niteliği paylaştı. Buna benzer yaşam öyküleri günümüzün siyasal sınıfı arasında oldukça yaygın. Ancak kritik soru şu: Neo-liberal kapitalizmin bu karakter oyuncularının devlet müdahalesi taraftarı haline gelmesinin nedeni nedir? Bir uygulamacı olarak Wall Street’e hizmet etmek yerine, Fed’in guvernörü ve başkanı olmadan önce kariyerinin önemli bir bölümünü Stanford ve Princeton üniversitelerinde 1930’ların Büyük Bunalımını incelemekle geçiren ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke’ye iman borçları mı var? Muhafazakârların ve neo-liberallerin özgüveni mevcut krizden çok büyük bir yara aldı da Bernanke’nin, Neo-Keynesyen tavsiyelerini bir anda umutsuzca kavradılar mı?[3]
Muhtemelen hayır. Neo-Keynesçilik, son yirmi yılın akademik modası olarak, neo-liberal iktisadı son derece naif “tam bilgi sahibi varsayımlı sürümünden”, bilginin piyasa aracıları arasında eksik ve eşitsiz biçimde dağılmış olduğu daha gerçekçi sürümüne doğru güncelleştirdi. Bu düşünce biçimi, ekonomi politikalarının bir yol göstericisi olarak, 1990’larda Clinton döneminin neo-liberal kapitalizminin en parlak çağında benimsenmişti.
1990’larda, Neo-Keynesçiliğin en önemli savunucusu Joe Stiglitz, önce Clinton’un baş ekonomik danışmanı ve sonra da Dünya Bankası’nın baş ekonomisti oldu. Sadece ondan sonradır ki, kendisine işini kaybettirecek olan bir girişim içinde, kendine özgü Neo-Keynesçi ekonomiyi sosyal demokrat politik fikirlerle harmanlamaya başladı. Neo-Keynesçilik kendisini neo-liberal siyasetin en kabul edilebilir biçimi haline dönüştürdü. Clinton’un Hazine Bakanı olarak Rubin’in halefi olan ve Stiglitz’in Dünya Bankası’ndan atılmasının arkasındaki itici gücü oluşturan Lawrence Summers ve 2003-2005 arasında Bush’un baş ekonomik danışmanı olan Greg Mankiw de, neo-liberalizmin Neo-Keynesci dalını benimsemiş olan kimselerdi.
Bugün büyük muhafazakârların itiraf etmedikleri korku, neo-liberalizmin, eski rakibi Keynes’i kendi entelektüel dünyasının tabi kılınmış bir dalı haline dönüştürdükten sonra, sosyalizmi de sert kriz dönemlerinin tek alternatif politikası haline dönüştüreceğidir. Böylesi bir sonuç sosyalistleri şaşırtabilir. Birçok sosyalist ulus ötesi sermaye sınıfının ve neo-liberal hegemonyanın yükselişi konusundaki analizlerini daha yeni tamamlayıp, finans sermayesinin hâkim olduğu sonucuna henüz ulaşabildiler. Yoksa bu çok güçlü tarihsel blok parçalanacak mı? Neo-liberalizmin sonuna gelindiği yönündeki muhafazakâr korkular son derece abartılı değil mi?
Finansal kargaşa ve çöküntünün eşiğindeki bir ekonomi muhakkak bir inanç yitimine neden olmaz. Finansal sıkıntılar Wall Street’i, 1987, 1990, 1998 ve 2001’de de sarstı. Sadece 1990 ve 2001 krizlerini bir daralma izledi. Neo-liberalizmin yükselişinden bu yana dünyanın neredeyse diğer bütün köşelerini sarsmış olan köklü krizlere kıyasla, ABD ve Kanada ile Avrupa’daki dostları, görece sakin dönemler yaşadılar.
Bugün bile, daralmanın vurup vurmayacağı hiç de belirgin değil. ABD gayrı safi yurt içi hâsılası 2007’nin dördüncü çeyreğinde negatifti (% -0.17), 2008’in ilk dört ayında zorla % 0.87’ye ulaştı ama ikinci çeyrekte % 3,27’ye zıpladı. Yine de işsizlik de ocak ayındaki yüzde 4,9’dan ağustosta yüzde 6,1’e sıçradı. Bu en son gelişme ABD iş dünyasının en az verimli işçilerinden kurtulduğu ve verimlilik artışı temelli bir iyileşmenin yolunu açtığını da ima ediyor olabilir. Yine, finansal krizin bir sonucu olarak, firmalar kendilerini yüklü borçlardan ve değersizleşmiş kâğıt servetlerden kurtarıyor da olabilirler.
Schumpeter’ın korkusunu; yani bir zamanlar sosyalistlerin umudu olan sosyalizme doğru yürüyüş korkusunu tazelemenin anlamı var mı? Yoksa Schumpeter’ın piyasa ekonomilerinin yenilikçi hareket yasası olarak kabul ettiği “yaratıcı yıkıcılığın” yeni bir evresine mi tanıklık ediyoruz?
Bu soruyu yanıtlama girişiminde, mevcut krizi bu neo-liberalizm dönemindeki oldukça ılımlı ön krizlerle değil, 1930’ların ve 1970’lerin sert dönüm noktalarıyla kıyaslamak anlamlı olabilir. Bu entelektüel yolculuk üç nedene dayanmaktadır. (1) Ekonomik neden:
Mevcut kriz finansal kurumlar üzerinde 1970’lerden bu yana görülenlerden çok daha köklü etkilerde bulundu. Wall Street o zamandan bu yana finansal kargaşalar yaşarken, bir yandan da dünyanın diğer bölgelerinde yaşanan finansal erimelerden kaçarak kendisine sığınak arayan uluslararası sermaye için güvenli bir liman oldu. (2) Politik neden: Fed, borç verme oranlarını mevcut krizin patladığı 2007 yazından bu yana 1990 ve 2001’deki kadar saldırganca indiriyor. Son iki örnekte, bu indirimler yerli ve uluslararası sermaye dolaşımının kolaylaşmasına katkıda bulunan daha düşük faiz oranlarına tercüme olmuştu. Şu anda, bankalar piyasa oranlarını yüksek tutuyorlar ve bu da finansal olmayan sektöre yönelik kredi-arzını daraltıyor. (3) İdeolojik neden: Devlet hâkim ideoloji olarak neo-liberalizmin Keynesçiliğin yerini almasından sonra, ekonomik müdahalelerden çekilmedi. Ama neo-liberal ideoloji bu müdahaleyi küreselleşmeye ve yeni ekonomiye adapte olma söylemleriyle maskeledi. Vergi gelirlerini mülk sahibi sınıfların ceplerine yeniden açıkça aktardığı bugün, neo-liberal devletin bu maskesi düşmüş durumda.
1930’lar: Uzaktan Beliren Süper Gücün Krizi
1929 Ekimindeki borsa krizini izleyen Büyük Bunalım, ABD’nin dünya siyasetine ve ekonomisine hâkim olmaya henüz başladığı bir dönemde patlak verdi 1918’de, St. Petersburg ve Moskova’dan Berlin, Viyana ve Budapeşte’ye doğru yayılan proleter enternasyonalizmine karşı bir alternatif olarak, başını ABD’nin çektiği kapitalist enternasyonalizmini öneren kişi, dönemin başkanı Wilson’du. Ne Britanya ne de Fransa, savaştan bitap düşmüş ve yükselen bir işçi sınıfı militanlığı dalgasıyla karşı karşıya kalmış halleriyle, böylesine uz görülü bir yükümlülüğün altına girme gücüne, cesaretine ve hayal gücüne sahiptiler. Birkaç yıl sonra, ABD’den yapılan sermaye ihraçları, Avrupa ekonomilerinin, oldukça mütevazı ölçülerde yeniden yapılanmasına katkıda bulundu. Ancak, o dönemde ABD kendi imgesinden bir kapitalist dünya biçimlendirme yeteneğine sahip değildi. ABD burjuvazisinin bütün fraksiyonları da Wilson’un Amerikan enternasyonalizmi projesini paylaşmıyorlardı. Dünya ya da en azından Avrupa siyasetiyle ilgilenmeyen ve ABD hegemonyasının henüz prematüre olduğuna inanan kesimler hâlâ mevcuttu.
Atlantik’in öteki yakasında ise, Britanya egemen sınıfı, ABD ve Almanya’nın tırmanan rekabeti ve ayrıca savaş maliyetlerinden ciddi biçimde zayıflamış olmakla birlikte, hâlâ İmparatorluğuna ve dünya lideri olma düşüncesine yapışıyordu. İtalyan komünisti Gramcsi’nin haklı olarak bir sınıfın, Britanya burjuvazisinin artık hegemonyasını icra edemediği ve bir başka sınıfın, Amerikan burjuvazisinin de henüz bu hegemonyayı icra edebilme yeteneğine sahip olmadığı bir durum olarak tanımladığı durum işte buydu. Bu “hegemonik vakum” Britanya ve Amerika merkez bankacı yöneticileri 1929 Ekim Wall Street çöküşünü tedavi etmek konusunda işbirliğine gidemediklerinde açıklık kazandı. Bu işbirliği yapamama halinin bir sonucu olarak, finansal erime sadece krizi tetiklemekle kalmadı, ayrıca, dünya piyasasını imha eden rekabetçi devalüasyonlarla birlikte kredi kurumasına da yol açtı.
Bugünkü durum bundan çok farklıdır. Dünyanın finansal merkezlerindeki merkez bankası yöneticileri işbirliği içindeler ama sermayenin uluslararası dolaşımını stabilize etme konusunda yarattıkları etkiler, 1970’lerden bu yana geçen süre içinde tanık olunandan çok daha sınırlı. Bu da hegemonik bir vakumun varlığını değil, ABD liderliğindeki kapitalizmin altının oyulduğunu ima etmektedir.
Mevcut krizi 1930’ların krizinden ayrıştıran başka önemli yönler de mevcut. 1929 finansal krizi, dolaşımın kapitalist sermaye birikimi sürecinin en zayıf halkası olduğunu kanıtlaması ve siyasetin bu bağlantıyı tamir edememesi nedeniyle bir depresyona yol açtı. Ancak, bunalımın seyri içinde, sonunda ABD hegemonyasını inşa eden bir dizi öğe evrimleşti. Bunlardan birincisi, sanayi sendikacılığına ve New Deal siyasetine neden olan yeni kitlesel üretim sanayilerindeki emek hoşnutsuzluğu dalgasıydı. İkincisi, Alman burjuvazisinin emek hareketlerini kendi başına içermeyi başaramadığını ve ekonomik bakımdan bunalım tarafından imha edilen radikalleşmiş orta sınıfın desteğine ihtiyaç duyduğunu kanıtlayan Nazi Almanya’sının yükselişi oldu. Aynı zamanda, başta Britanya ve Fransa olmak üzere Avrupalı güçler, Nazi saldırganlığını ve Komünist Partilerle Sovyetler Birliği tarafından temsil edilen “tehdidi” durduramayacaklarını kanıtladılar.
ABD burjuvazisi içindeki enternasyonalist fraksiyon bu yerel ve uluslararası öğeleri bir refah ve savaş ekonomisini pekiştirmek için kullandı.[4] Çoğunluğu komünistler tarafından inşa edilen ve yönetilen sendikalar, önce, Hitler Almanya’sı ile Sovyet Rusya arasında kurulan totaliter özdeşlik fikrine dayandırılan ve sonra da anti-komünist haçlı seferi olarak devam ettirilen faşizme karşı mücadelenin içine çekildiler. Bu durum, ekonomik bakımdan kitlesel üretim tekniklerinin ve Keynesçi talep yönetiminin bir savaş ekonomisini bir para basma makinesi haline dönüştürmesi sayesinde mümkün oldu.
Britanya’nın İmparatorluğu ve Almanya’nın imparatorluk inşa etme girişimleri savaşın ekonomik maliyetlerine yenik düşerken, ABD bu yükü önemli ölçüde, Britanya dâhil müttefiklerinin sırtına yükleyebildi. Üstelik dikey olarak bütünleşmiş şirketlerdeki kitlesel üretim, diğer ülkelerdeki üretim örgütlenmesi biçimlerinden daha verimli olduğunu gösterdi. Bu rekabet gücü ABD şirketlerine işçilerine bir kârlılık sıkışması yaratmadan daha yüksek ücretler ödeme ve diğer ülkelerdeki kapitalist üretim için bir rol modeli haline gelme olanağı sundu.
Bugün bu öğelerin hiçbirisi geçerli değil. Finansal kriz ve kazanılamayan savaşların yarattığı vergi yükünün tırmanması [5] ve daha yakınlardaki batık finansal şirketlere yönelik kurtarma operasyonları Birleşik Devletlerdeki emekçi ve orta sınıfları vuruyor. Hazine Bakanı Paulson’un finansal krizin yükünü ABD’nin G-7’li ortaklarıyla paylaşma girişimi yandaş bulamadı. Meslektaşları basit bir biçimde krizin bir Amerikan sorunu olduğunu ilan ettiler ve kendi ana yurtlarında daha küçük kurtarma paketleri açmaya giriştiler. Daha genel olarak, savaş ekonomisi artık bir büyüme motoru olarak çalışmıyor ve ABD şirketleri bir zamanlar sahip olduklarıyla aynı etkinlik avantajı marjına sahip olmadıkları gibi, birçok sektörde geriden geliyorlar. Kapitalist paktın liderinin bugün neden 2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında olduğundan daha az güçlü ve parlak olduğunu anlamak içinse, sarsıntılarla dolu 1970’li yıllara bakmalıyız.
1970’ler: İmal Edilmiş Hegemonyadan Pentagon Wall Street Kapitalizmine Geçiş
ABD’nin kapitalizm modelindeki çatlaklar 1970’lerde belirginlik kazandı. Yerel olarak, sivil haklar ve kadın hareketleri Amerikan Hayat Tarzı’ndaki tabi kılınmış konumlarına karşı protestoları yükselttiler. Tüm renklerden ve her iki cinsiyetten işçiler, çalışmanın değersizleşmesine, çalışma ritmindeki hızlanmalara ve ücretlerinin satın alma gücünün altının enflasyonla oyulmasına isyan ettiler. Bütün kapitalist merkezlerde benzer hareketler görülmekle birlikte, ABD bunlardan özellikle ağır biçimde etkilendi çünkü aynı zamanda Almanya ve Japonya’nın yükselen ihracat gücü merkezlerinin rekabeti ve Vietnam’da, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez, ekonomi üzerinde büyüme uyarısı yerine yük yaratan yükselen savaş girişimleri ile karşı karşıyaydı. Neo-liberalizm bu meydan okumalara verilen yanıt oldu.
Siyah si
vil haklar hareketi, radikal kanadının yani Kara Panterlerin zalimce ezilmesiyle birlikte, az sayıdaki siyahın orta sınıf haline dönüşmesine ve daha da az sayıdaki siyahın ABD burjuvazisi içinde liderlik konumlarına yükselmesine izin verilerek etkisizleştirildi. Afrika kökenli Amerikalıların çoğunluğu, ABD toplumunun en altında kalmaya ve hem düşük hem de yüksek ücretli mavi yakalı işler için giderek göçmen, özellikle de Hispanik kökenli emekçilerle rekabet etmeye devam ettiler. Aynı böl ve yönet taktikleri kadın hareketini etkisizleştirmek için de kullanıldı: Bazıları orta sınıf konumlarına çekildiler ve geriye kalanlar üzerindeki ekonomik baskılar yaşam standartlarının korunması daha uzun saatler boyunca çalışmayı gerektirirken yaygınlaştı. Sendikaların pazarlık gücü şirketlerin üretimlerini ABD içinde acımasız sömürünün hüküm sürdüğü güney eyaletlerine ya da deniz aşırı sermaye-dostu bölgelere yeniden dağıtmasıyla zayıflatıldı.
Herkese ama özellikle de en umutsuz sınıf-altı gruplara ucuz kredi sunulması ve ucuz ithal tüketici malları akını, emeğe ve yaşam standartlarına yönelik bu saldırıların etkisini yumuşattı. Bir arada ele alındıklarında, bu iki öğe Pentagon Wall Street Kapitalizminin yükselişine katkıda bulundu. [6] Finansal, çoğunlukla da kurgusal varlıkların birikimi ile tamamlanan ucuz kredi, Wall Street’i dünya kapitalizminin dolaşım süreçlerinin merkezi haline getirdi. Bu da sadece finansal faaliyetlerden elde edilen muazzam kârların yığılmasına neden olmakla kalmadı, ayrıca söz konusu kârlarla ilgili iddiaları üretim süreçlerinin yeniden tahsis edilmesi ve yeniden örgütlenmesini sağlayan etkili bir silaha dönüştürdü. Ortaya çıkan sonuç, hala Wall Street’in finansal kazanç iştahını tatmin etmeye yetecek kadar yüksek olmamakla birlikte, sadece daha yüksek bir artık değer oranı değil, ayrıca küresel arz zincirlerinin yükselişi oldu.
Yönetimsel irade tek başına söz konusu arz zincirlerini oluşturmak için yeterli değildi. Dış piyasaları açacak ve özel mülkiyeti koruyacak politik iradeye de ihtiyaçları vardı. Bu durum NAFTA’dan Dünya Ticaret Örgütü’ne kadar uzanan diplomatik baskılar ve ticaret anlaşmaları ile kısmen elde edilebiliyorken, ABD askeri-sanayi kompleksi her zaman söz konusu girişimlerin son çare merci oldu. Elde edilen mülkiyet yoluyla birikim dünyanın birçok ülkesinde krizler ve zorluklara yol açtı ama aynı zamanda ABD’nin kendi anayurdunda sosyal barışı korumasını sağladı. Deniz aşırı finansal krizler düzenli olarak, özellikle 1980’lerin ve 1990’ların finansal sarsıntıları içinde, güvenli bir liman olarak kabul edilen Wall Street’e sermaye akımı yaşanmasına neden oldu. Böylece Uluslararası Para Fonu’nun finansal çalkantılara çare olarak yazdığı sınaî yeniden yapılanma, mali konsolidasyon ve özelleştirme reçetesi, daha fazla varlığı Wall Street kumandası altına sokarken, daha ucuz tüketici malları da ABD’deki alışveriş merkezlerinin raflarına dizildi.
Pentagon Wall Street Kapitalizminin Sonu mu?
Pentagon Wall Street Kapitalizmi iki tür inanca yaslanır. Birincisi, ABD ordusunun dünyanın neresinde olursa olsun özel mülkiyeti koruma yeteneğine sahip olmasıdır. İkincisi, doların güvenilir bir servet biriktirme aracı olmasıdır. 1970’lerde, ABD burjuvazisi ABD ordusunun Vietnam’da yenilmesi, doların Bretton Woods sisteminin sabit döviz kurlarını terk etmesinden sonra değer kaybetmesi ve yerel enflasyon nedeniyle sarsılan bu inançları, neo-liberalizme ve saldırgan dış siyasetlere doğru kararlı bir hamle yaparak tamir etti. Bu hamle liderleri hâlâ yurt içinde sendikalarla ve çevre ülkelerde kalkınmacı devletlerle uzlaşma aramakta olan birçok Avrupa ülkesinin feragatçi politikalarından çok daha etkin bir kârlılık ve mülkiyet koruması vaat ediyordu.
Otuz yıl sonra bu inanç bitti. ABD dış siyasetleri hâlâ her zamankinden daha saldırgan olmakla ve hükümetin Wall Street’i kurtarma girişimleri önceden görülmemiş düzeylere ulaşmakla birlikte, sonuçlar ölümcül. Afganistan’da ve Irak’ta, dünyanın en büyük ordusu, çoğunlukla tek taraflı olarak, insanlık dışı ve anti demokratik ilan ettiği rejimleri imha edebildiğini kanıtladı. Ama ABD aynı zamanda kendi imgesinden bir serbest piyasa toplumu yaratmaya katkıda bulunamadığını da kanıtladı. Wall Street’teki yatırımcı güveni muazzam miktarlardaki merkez bankası parasının ve vergi dolarlarının enjekte edilmesiyle asla tamir edilebilir durumda değil. Üstelik emekçi ve orta sınıflardan birçok insan da iş, emeklilik ikramiyesi ve evlerinin kaybedilmesi tehlikesiyle karşı karşıya. “Amerikan Rüyası” onlar için sona ermiş durumda. ABD uluslararası kapitalizm için bir rol modeli olmaktan çıktı. Hâlâ sürücü koltuğunda oturuyor olmasının nedeni, ne yeni bir kapitalist hegemonya inşa edebilecek alternatif kapitalizm modellerinin ne de kapitalist olmayan bir geleceği temsil etme iddiasına sahip olan muhalefet hareketlerinin mevcut olması.
Alman maliye bakanı Steinbrück birçok gün kadar önce ABD’nin “finansal süper güç konumunu” yitireceğini söyleyerek önemli bir medya ilgisinin hedefi oldu. [7]. Diğer ülkelerdeki hükümetler de benzer duyarlılıkları dile getirdiler. ABD hükümetlerinin ve Wall Street bankerlerinin mevcut krizin geçen yaz patlak vermesi öncesinde sergiledikleri kibir dikkate alındığında, diğer ülkelerin bir parça soğukkanlı davranması yeterince anlaşılabilir bir durumdur. Ama yine de fazla bir anlama gelmemektedir. Başka hiçbir ülkede ya da ülkeler grubunda, hükümetler ve kapitalistler zayıflayan Pentagon Wall Street kapitalizmine bir alternatif icat edebilmenin yakınında bile değiller. ABD İmparatorluğu’nun suç ortakları idiler ve hala öyleler, ABD tarafından tetiklenen krizin kendi yönettikleri ülkelerdeki etkilerini çevrelemeye çalışmakla meşguller. Britanyalılar hala geçen yılki Northern Rock çöküşü rezaletiyle uğraşmakla meşgul; Almanlar IKB kayıpları ile mücadele ediyor; dünya egemen sınıfları bir durgunluğa hazırlanıyor. 1990’ların başlarındaki ve 2000’lerdeki krizlerde olduğunun aksine, hızlı bir iyileşme de beklemiyorlar. Bunun yerine, tabi kılınan sınıfların çalışma ve yaşama koşullarına yönelik bir saldırıya hazırlanarak, oldukça karanlık bir gelecek resmi çiziyorlar.
Şu ana kadar, sendikalardan ve diğer toplumsal hareketlerden fazlaca bir tepki gelmedi. Her şeye kadir finansal piyasalar fikrine takılıp kalındığında, kendilerini son ana kadar evrenin efendileri olarak sunanların öz güvenlerinin derinden sarsıldığı bir ortama uyum göstermek zor olabilir. New York Kenti Emek Konseyi daha geçen gün Wall Street’te, Paulson’un o kadar da zengin olmayanlar ve yoksullar pahasına zenginlere sunduğu cömert kurtarma paketine karşı bir gösteri düzenledi. [8] Bu sadece sembolik bir eylem olabilir ama ilginç bir yönelime işaret ediyor: Ana Cadde halkı Wall Street, Bay Street ve dünyanın diğer finansal merkezlerini yeniden talep ediyor ve umut ederiz ki değiştirmeye yöneliyor. Dünya paranın sırtında değil, işçilerin sırtında dönüyor.
Ingo Schmidt- Athabaska Üniversitesi
Dipnotlar:
1. J.A. Schumpeter (1949). “The March into Socialism,” in Capitalism, Socialism and Democracy London 1976.
2. F.A Hayek (1944). The Road to Serfdom Chicago 1994.
3. Neo-Keynesçilik terimi diğerleriyle birlikte Ben Bernanke, Lawrence Summers, Joseph Stiglitz ve Gregory Mankiw tarafından yazılan gazete makelelerinden derlenen iki cildin yayımlanmasından sonra iktisatçılar arasında popülerlik kazandı. Bakınız: N. G. Mankiw and D. Romer, eds. (1991). New Keynesian Economics, 2 volumes, Cambridge, MS.
4. P.A. Baran ve P.M
. Sweezy (1966). Monopoly Capital: An Essay on the American Social Order New York.
5. J. Stiglitz ve L.Bilmes. (2008). The Three Trillion Dollar War: The True Cost of the Iraq Conflict New York.
6. I. Schmidt (2008). “Aufstieg und Fall des Pentagon Wall Street Kapitalismus” Sozialismus, June.
7. “US will loose financial superpower status,” Financial Times, September 25, 2008.
8. “Union leaders denounce bailout plan,” New York Times, September 25, 2008.
[Socialist Project’teki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir.]