Dünya ekonomik krizi kendini iyiden iyiye hissettirirken emperyalizmin ılımlı İslam projesinin bir ürünü olan AKP iktidarının gerçek yüzü de iyice belirginleşiyor. AKP, altı yıldır uyguladığı politikalarla ülkemizde yoksulluğu kitleselleştirdi. Bununla da kalmadı. Din argümanını kullanarak devlet-tarikat ilişkileri çerçevesinde yoksul halkı “tebaa” ve “dilenci” haline getirmeye çalıştı. Mülkiyet, örgütlenme, kadın sorunu ve bilumum diğer konularda özgürlük […]
Dünya ekonomik krizi kendini iyiden iyiye hissettirirken emperyalizmin ılımlı İslam projesinin bir ürünü olan AKP iktidarının gerçek yüzü de iyice belirginleşiyor. AKP, altı yıldır uyguladığı politikalarla ülkemizde yoksulluğu kitleselleştirdi. Bununla da kalmadı. Din argümanını kullanarak devlet-tarikat ilişkileri çerçevesinde yoksul halkı “tebaa” ve “dilenci” haline getirmeye çalıştı. Mülkiyet, örgütlenme, kadın sorunu ve bilumum diğer konularda özgürlük kıstası bu çerçeveydi.
Emperyalizmin ılımlı İslam projesi çerçevesinde yeni sömürge tipi faşizm de yeniden yapılandırılmaya çalışılıyor. Bu noktada “top bıyıklı” faşistler rejimin yeni yüzlerini oluşturmaya başlıyor. Bu sürecin temel aktörü olarak AKP’nin rolü açıklanırken Sendika.Org’da teo-liberalizm kavramı kullanılmıştı (Bkz. Olsa olsa teo-liberalizm). Sömürge tipi faşizmin güncel biçimine de teo-liberal faşizm desek yanlış olmaz herhalde.
Dünya ekonomik krizi Türkiye’yi etkisi altına aldı. Gerek dünya ekonomik krizinin gerekse ülkemiz sömürge kapitalizminin krizinin derinleşmesi AKP’nin de gerçek yüzünü gözler önüne serdi. Geleneksel devlet aygıtının belli kesimleri ile girdiği çelişki yüzünden bazı kesimlerce demokrasi yanlısı bir ittifak olarak görülen AKP; işçilere, devrimcilere, Kürtlere, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne yani genel olarak halka ve halkın haklarına karşı yoğun bir saldırıya geçti.
Bu noktada emperyalizmin direkt belirlediği “terörle mücadele” programı çerçevesinde teo-liberal faşizmin saldırıları gerçekleşiyor. İlk önce polise verilen sınırsız yetki kullanma izni, ceza kanunlarında teo-liberal rejime uygun olarak yapılan değişikliklerle sürüyor. Yine son MGK toplantısında geleceğe yönelik bazı adımlar atıldı. Terörle mücadelede emperyalizm, Genelkurmay ve Hükümet arasında bir koordinasyonun sağlanması amacıyla İçişleri Bakanlığı’na bağlı olarak bir müsteşarlık kuruluyor.
Terörle mücadele programının ülkemizde izleyeceği saldırıları ele almadan ordunun yapılanmasına dair bir değinme gerekiyor. Yıllardır dışarıya yönelik bir müdahale aygıtı haline dönüşeceği söylenen ordu için bu noktada bazı adımlar atıldı. Kafkasya İstikrar Platformu denilen oluşum ve BM Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliği’ne seçilinmesi bölgesel taşeronluk rolümüzün derinleşeceği ve operasyonel bir tarzda konumlanılacağını işaret ediyor. Tabii bu konumlanmanın Kafkaslarla sınırlı olmayan daha geniş bir alanda olacağı aşikar.
Ülkemizde ise teo-liberal faşist saldırı hızla sürüyor. Öncelikli hedefi ise devrimciler oluyor. Yürüyüş Dergisi’nin dağıtımını yaparken gözaltına alınan Engin Çeber, karakolda ve hapishanede yapılan işkence sonucu hayatını kaybetti. Bazı polisler, Çeber’in arkadaşının teşhisi sırasında gülerken bir tanesi de “ben de seni tespit ettim” diyerek tehditte bulundu. Bu durum polisin fütursuzluğunu iyice gözler önüne serdi.
Yine Mücadele Birliği Platformu üyelerine yapılan işkence ve tutuklamalar, F tipi hapishanelerde gerek tutsaklara gerekse tutsak yakınlarına yapılan onursuz aramalar, dayaklar ve hakaretler, Yürüyüş Dergisi’ne verilen toplatma kararı, Ankara’da Kızılbayrak dağıtımı yapanlara gözaltı, Çeber haberlerine sansür ve birçok internet sitesine girişin engellenmesi rejimin birincil hedefinin devrimciler olduğunu gösteriyor.
Teo-liberal faşizmin bir diğer hedefi ise Kürt gerçeği veya direnen Kürtler. Abdullah Öcalan’ın tecrit koşullarının ağırlaştırılması ve uğradığı fiziksel saldırı, bunu protesto eden binlerce Kürde yapılan şiddetli saldırılar ve Doğubeyazıt’ta bir kişinin ölümü, çocuklar da içinde olmak üzere gözaltına alınanlara işkence yapılması, Harem Otogarı’nda saldırı, Gebze’de kadın tutsaklara saldırılması ve DTP’ye yönelik baskıların artması Kürt gerçeğine yönelik inkar ve imhanın bir yüzü. Diğer yüzü ise Genelkurmay Başkanı’nın Hükümet’e brifing vererek Kürt gerçeğine yönelik kapsamlı bir saldırı hattının oluşturulmaya çalışılması.
Teo-liberal faşizmin saldırısının en önemli hedefi ise en güçlü düşmanı olabilecek işçiler. İşçilere yönelik saldırılar derinleşerek sürüyor. Ülkemizi ucuz emek cennetine çevirip AB’nin fason üretim cenneti haline getirilmesi, kıdem tazminatının kaldırılması noktasında atılan adımlar, taşeronlaştırmanın hızlanması, işsizliğin olağanlaşması, bölgesel asgari ücret uygulamasının altyapısının sağlanması ve özelleştirmeler devam ediyor. Küresel krizin ülkemizin çarpık reel sanayini vuracağı göz önüne alınınca, işçilere yönelik saldırı planları daha fütursuzca yapılacak. Şimdiden metal sanayi ve yan sektörlerinde işten çıkarmaların başlaması buna bir örnek.
İşçilere yönelik saldırının önemli bir ayağını da örgütsüzleştirme oluşturuyor. Limter-İş Sendikası Genel Sekreteri Kanber Saygılı’nın sendika çalışanı olması gerekçesiyle işten atılması ve bölgede patronlar tarafından “kara liste”ye alınması çok somut bir kanıt. Son olarak Dev Sağlık-İş Sendikası’na üye olan Kızılay Kan Merkezi işçilerinin sürgüne yollanması teo-liberal faşizmin “sendikalara değil cemaatlere ya da birer cemaate dönüştürdüğü bağlı sendikalara üye ol” politikasının bir sonucu. İşte teo-liberal faşizmin özgürlük anlayışı bu.
Teo-liberal faşist saldırının bir hedefi de geniş halk kitleleri ve hak hareketleri. Son altı yılda yoksullaşmanın sıçraması ve gelişen kendiliğinden tepkiler ve bu tepkileri sistematize etme çabaları da önemli bir hedef. Eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, enerji haklarını korumaya çalışan halk, şiddetli saldırılara uğruyor. Dikmen’de halkın konutlarına yapılan saldırı, buna karşı Halkevleri önderliğinde barınma hakkı mücadelesinin oluşması ve yine bu mücadeleye yönelik saldırı en somut örneği oluşturuyor. Taksim’de Kızılay’da Kolektifçi öğrencilerin AKP, Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nde öğrencilerin Abdullah Gül’e protestolarının polis şiddetiyle karşılaşması; Halkevcilerin AKP önünde hak ihlalleri protestosuna tahammülsüzlük son dönemki örnekler. Yani “tebaa değil halkız” diyen herkes teo-liberal faşizmin potansiyel düşmanı ilan edildi.
İşin diğer bir yanı da yoksullaştırmanın kitleler arasında yarattığı çürüme eğilimlerine karşı da şiddetin sıradanlaşması. Hırsızlık suçundan karakola gidenlerin işkenceye maruz kalması ve bu uygulamanın artması teo-liberal faşizmin kendi yarattığı çürümeye karşı aldığı önlemi de gözler önüne seriyor. Otobüs ve minibüslerin durdurularak aranması, GBT kontrollerinin sıklaştırılması da polis baskısının gündelikleşen yanını oluşturuyor.
Bu noktada solun oligarşinin iç hesaplaşmalarında bir destek unsuru olma tuzağına düşmemesi gerekiyor. Ilımlı İslam’ın ürünü olan AKP, dinsel gericiliğiyle emperyalizmin güncel bir aktörü olarak tarihteki yerini aldı. Yeni sömürge faşizmin kendini aklama çabalarının maskesi çabuk düştü. Teo-liberal faşizm saldırıları hızlandı. Faşizm ılımlı İslam soslu olarak yine bir gerçek. Bu saldırıyı ancak kitlesel ve militan bir hak mücadelesinin gelişmesi durdurabilir. Bu görev de hepimizin…