Finansal kriz, ABD hükümetinin politikaları ve kapitalist sistemin geleceği konularında Monthly Review editörü John Bellamy Foster ile Arjantin’den Página/12 ve Norveç’den KlasseKampen isimli sol yayınlar tarafından yapılan iki ayrı söyleşiye verilen yanıtları, tekrarları çıkartıp birleştirerek yayınlıyoruz. Página/12: Hazine Bakanlığı’nın birçok ABD bankasındaki mülkiyet hisselerini satın almayı düşünmesi konusundaki görüşünüz nedir? Bunun doğru ekonomik strateji olduğuna […]
Finansal kriz, ABD hükümetinin politikaları ve kapitalist sistemin geleceği konularında Monthly Review editörü John Bellamy Foster ile Arjantin’den Página/12 ve Norveç’den KlasseKampen
isimli sol yayınlar tarafından yapılan iki ayrı söyleşiye verilen yanıtları, tekrarları çıkartıp birleştirerek yayınlıyoruz.
Página/12: Hazine Bakanlığı’nın birçok ABD bankasındaki mülkiyet hisselerini satın almayı düşünmesi konusundaki görüşünüz nedir? Bunun doğru ekonomik strateji olduğuna inanıyor musunuz? Yani, bu politika sistemin onarılmasını sağlayacak mı?
JBF: Hazine Bakanlığı’nın büyük ABD bankalarındaki çoğunluk hisselerini satın alma önerisi (aslında bunun boyutları da hala açık seçik değil), ABD bağlamında, giderek daha da umutsuzlaşan bir dizi eylemin ardından gerçekleştirilen belirgin bir umutsuzluk eylemidir. Krizin denetimden çıktığına işaret etmektedir.
Önemli bir kredi krizi patlak verdiğinde başvurulan standart operasyon prosedürü, son çare borç vericisi fonksiyonunu harekete geçirmek, bütün gemiyi batırma tehdidi yaratan büyük finansal ve ekonomik kurumların kurtarılması ve merkez bankasının ekonomiyi likiditeye boğmasıdır. 1963’de Milton Friedman ve Anna Schwarz’ın Amerika Birleşik Devletleri’nin Parasal Tarihi isimli kitabının yayımlanmasından bu yana, çoğu ABD’li iktisatçı da Büyük Bunalım’ın parasal muslukların gerekli olduğunda açılmamasının sonucu meydana geldiğine; bu durumun reel ekonomiyle hiçbir ilgisinin olmadığına inanmaya başladı. Finansal/ekonomik krizin nasıl ele alınacağı konusunda hakim olan kavramların tümü buradan türemektedir. Şu anki Fed başkanı Ben Bernanke’nin içinden geldiği gelenek de budur. Sorunu temelde parasal/faiz oranı/fiyat terimleriyle ele alma eğilimini kast ediyorum.
Ama şimdi 14 ayını doldurmuş olan ve hızla 1990’lı yılların başlarındaki Japonya erimesi-durgunluğu tipindeki büyük çaplı bir borç deflasyonuna doğru evrilmekte olan (hatta 1930’lı yılların Büyük Bunalımı çapında bir krize dönüşme tehdidini barındıran) bu kitlesel finans krizi karşısında, ABD hükümeti gittikçe daha büyük miktarlara varan çılgınca kurtarma operasyonlarını gerçekleştirmekte ve düşünebildiği ne varsa yapmaktadır.
Finansal sistemi kurtarmak için yüz milyarlarca dolar akıttılar ve daha da fazlasını akıtmaya hazırlanıyorlar (Hazine Bakanlığı’nın 700 milyar dolarlık kurtarma planı, Fed yönetim kurulunun 1.3 trilyon dolarlık toplam miktara kadar son çare alıcısı olacağını açıklaması gibi). Son çare borç vereni olma pozisyonu, muazzam ölçekli bir son çare alıcısı olma pozisyonuna dönüştü. Krizle baş etmek için daha önce hayal bile edilmeyen türde ve büyüklükteki bir araçlar dizisi seferber edildi. Daha geçen gün dünya çapındaki merkez bankaları temelde uyum içinde faiz oranlarını indirdiler. Bu hiçbir işe yaramadı. Erime sürdü. Finansal çalkantı küresel olarak yayılıyor, Avrupa ve Japonya’nın tamamı erimeye yakalandı.
Özel mülkiyetin muhtemelen dünyanın diğer her yerindekinden çok daha kutsal bir tabu olduğu ABD, işte bu koşullar altında çok sınırlı olmakla birlikte bir tür banka ulusallaştırmasından söz ediyor. Finansal çevrelerde, şimdi terimi farklı bir bağlama taşıyarak, “rejim değişikliği” çağrıları yapılıyor. Ama bunun anlamı açık: Neoliberalizmin sonu ve ekonomiye saldırgan devlet müdahaleleri. Yaşananlar, bu durumun, finansal piyasalara daha fazla para akıtarak ya da faiz oranlarını düşürerek çözülebilecek bir likidite krizi olmadığının açıkça teyit edilmesi demek.
Önceden daha yüksek faiz oranında kredi alamayan ve şimdi de daha düşük faiz oranında kredi alamayan borçlular için faiz oranlarının indirilmesi ne anlam ifade eder? Finans dünyasında sürüyle para var, sorun paraya sahip olanların bu parayı, geri ödeyebileceği noktasında belirsizlik olanlara vermek istememesi. Bu da para ihtiyacı olan herkes anlamına geliyor. Bu kriz, ABD ve Birleşik Krallık ile onların etki alanında bulunan diğer birçok ülkedeki finans kurumlarının bilançolarının, sahip oldukları kredilerin (ve menkul kıymetleştirilen kredilerin), varlıklarının değerinin düşmesi ile bozulduğu, bir ödeme güçlüğü krizi. Muhasebelerine baktığımızda ödeme güçlüğü içinde oldukları görülüyor.
İşe yarar mı? Büyük çaplı kitlesel bir sermaye değersizleşmesinden kaçınabilirler mi? Kuşkuluyum. Muhtemelen bu işlerin bu biçimde istikrara kavuşturulması için çok geç kaldılar. Süreç alıp başını gitti. Sözün özü, “Atlantik” ekonomisinin tümü sorun yaşıyor, üstelik bu durum sadece finansal sektörle de sınırlı değil. Toplam talebin üçte ikisinden fazlasını oluşturan ABD tüketimi ve dünya talebinin önemli bir kısmı çöküyor. Nüfusun yüzde on beşi mortgage batığı yaşıyor. ABD’deki gerçek ücretler 1970’lerden bu yana artmadı, insanlar büyük borç yükü altındalar ve yaşam koşulları kötüleşiyor. İşsizlik artarken işler yok oluyor. Ekonominin üretken altyapısı köklü biçimde erirken, iflas eden finansal üst yapı, ayaklarının altındaki zeminin çekildiğini görüyor ve belini doğrultması da pek muhtemel değil.
ABD ve BK’daki bankaları ulusallaştırma siyasetine gelince, bu durumu, yaygın olarak yapıldığı üzere, eğer zenginlerin sosyalizminden söz etmiyorsak, sosyalizm ya da hatta radikallikle karıştırmamak gerek. Bu da, tam teşkilatlı bir deflasyonu önlemeyi amaçlayan bir başka umutsuz idare-i maslahattır. Ama “serbest piyasacı” finans kapitalizminin “ABD modeli”nin top yekun çöküşünün bir alameti olarak, çok önemli moral ve siyasal sonuçlara sahiptir.
Página/12: Devlet bu krizle başa çıkmak için, finansal piyasanın ötesinde ne tür siyasetler uygulamalı?
JBF: Kimsenin bu krizle nasıl “başa çıkılacağını” ya da durduracağını bildiğini sanmıyorum. Etrafımızdaki evler yıkılırken doğaçlama yapmak gibi bir durum yaşıyoruz. Bu noktada çok sert bir dünya ekonomik krizinden kaçınılmasının hiç ihtimali yok; hedef 1930’lu yıllarda olduğuna benzeyen derin bir borç deflasyonundan kaçınmaya doğru kaydırılmış durumda. Kapitalizmin tarihindeki en büyük krizlerden birisiyle karşı karşıyayız: Büyük Bunalım’dan bu yana ileri kapitalist dünyada bu kadar berbat bir durum görülmedi.
Bana göre bu noktadaki tek hedef (bu durumun ABD’deki emeğin ve genelde işçi sınıfı örgütlenmelerinin mevcut zayıflığı nedeniyle hayal edilmesi zor olsa bile) sosyal ve ekonomik önceliklerin en alttakilerin ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde yeniden örgütlenmesi olmalıdır. ABD ekonomisinin on yıllardır geniş halk kitlelerinin yaşam koşullarını köklü biçimde zayıflattığı bir gerçektir ve sorunun tamamının kökeninde de bu yatmaktadır. O halde bu koşullara yanıt vermek gerçek anahtardır. Ama böyle olmayacak olsa bile, kendilerini halkın büyük çoğunluğu, işçi sınıfı, mülksüzler, yoksullarla özdeşleştirenlerin hedefi açık olmalıdır: Toplumun en altındakilerin iş, yiyecek, beslenme, barınma, sağlık, eğitim, çevre koşullarının temin edilmesinin öncelik haline getirilmesi. Bu basit bir insanlık ve adalet meselesidir. Büyük halk kitleleri için bir şeyler yapılabilecekken neden, (öncelikle ve kesinlikle zenginler, varlıklılar ve şirketler demek olan) finans dünyasını muhtemelen bir hiç uğruna, nihayetinde vergilerle elde edilen trilyonlarca dolara boğalım?
Servet bölüşülmüyorsa, halkın büyük çoğunluğu temel yaşam koşullarının bozulmasına tanık olu
rken, kamu neden en tepedeki servet sahiplerini desteklemek üzere borcu sırtlasın? Bırakalım sistem kendi derdini kendisi halletsin, biz kamusal kaynaklarımızı halk için harcayalım. Bu biçimde daha iyi bir şeyler üretilebilir. Elbette bu da sınıf mücadelesinin aşağıdan yeniden harekete geçirilmesi demektir; ki bu durum ABD’de uzun zamandır sahiden tanık olmadığımız bir şey. Yakın zaman önce yaptığım konuşmalardan birini, ABD’deki işçi sınıfının Arjantin sokaklarında verilen sınıf mücadelelerinden öğreneceği çok şey olduğunu söyleyerek bitirmiştim. Siz kendi işçi sınıfınızın çok fazla şey elde etmediğini düşünüyor olabilirsiniz ama işler bizim cephemizden daha farklı görünüyor.
Klassekampen: Kredi krizi sermayenin aşırı birikiminin bir semptomu mu? Bana öyle geliyor ki, dünya çapındaki yatırımlar, özellikle de ABD’deki yatırımlar, dot.com (bilgisayar) köpüğünün patlamasının ardından geleneksel bakımdan “güvenli” sayılan konut piyasasına akıtıldı. Bu aşırı yatırım da sırası gelince yeni bir köpük yaratarak bugünkü kargaşaya neden oldu. Sizce de böyle mi?
JBF: Evet, birçok öğe bakımdan yaşanan durumun aşırı sermaye birikimi nedeniyle meydana geldiğine katılıyorum; bu öğeler, iktisatçıların (finansal ekonomi karşısında) “reel ekonomi” olarak adlandırdıkları ekonomi dahilinde, tekel tarafından sınırlandırılmış olan talebe kıyasla üretken kapasitenin (fiziksel sermaye) yığılması; toplumun tepesinde aşırı kar ve servet birikimi; ayrıca servet üzerindeki finansal iddiaların aşırı biçimde artması olarak sıralanabilir. Finansal krizin kendisine gelince, servetle ilgili parasal iddiaların kitlesel, kaldıraçlara son derece dayalı bir biçimde çoğalması, muazzam bir borç yükü yarattı ve bu noktada kitlesel bir sermaye değersizleşmesini dayatıyor. Ancak bütün bunlar, sermayenin oluşum sürecinin, bildiğimiz anlamdaki birikimin, giderek daha da durgunlaşan reel ekonomi içindeki çöküşü ile bağlantılı. Bunlar benim “Tekelci Mali Sermaye” olarak adlandırdığım evrenin çelişkileri.
Dot.com ya da Yeni Ekonomi köpüğünün 2000 yılında patlaması “büyük köpük transferi” olarak adlandırılan durumu yaratırken, Yeni Ekonomi köpüğünün patlaması ABD Merkez Bankasını, kontrol ettiği ana faiz oranlarını (Federal Fon oranları) indirmeye zorlayarak, konut mortgagelarına dayalı yeni ve daha kitlesel bir köpüğe yol açtı. Bu durumun tehlikeleri erkenden görünürlük kazandı. (Bakınız “Hane Borçları Köpüğü,” Monthly Review, Mayıs 2006). Bu da gerçek ücretlerin ABD’de 1970’lerden bu yana durgun olmasına karşın muazzam bir tüketici borçlanması yaratarak istikrarsız bir duruma neden oldu. Bu durum aynı zamanda sermayenin finanstan elde edilen daha da büyük karları, önceden bireysel borçlar olarak adlandırılan her türlü biçimin, özellikle de konut mortgagelarının menkul kıymetleştirilmesi yoluyla çoğaltmasını içerdi. Bu da sırası gelince, yeni “risk” yönetimi tekniklerinin, yeni menkul kıymetler içindeki daha zayıf borçları daha güçlü borçlardan ayırt edecek araçlar yaratmış olduğu teorisi kapsamında, mortgageın daha da riskli müşterileri finanse edecek biçimde genişletilmesine yol açtı (bu araçlar bazıları tarafından, gerçek ekonomideki büyük teknolojilerin eşdeğeri olarak sunuluyordu). Bu yeni borç menkul kıymetleri, güya iflasa riskini daha da azaltacak olan kredi-borç takasları gibi araçlarla “sigortalandılar”. Konut köpüğünün arkasındaki ideoloji buydu (Bakınız “Sermayenin Malileşmesi ve Kriz,” Monthly Review, Nisan 2008.)
Klassekampen: Sermaye şimdi yüzünü nereye dönebilir? Örneğin doğal kaynaklar, gıda gibi daha da “güvenli” alanlarda bir başka köpük daha mı yaratacak? Batılı finans sermayesinin şu anda coğrafi açıdan pek de yayılmacı görünmediğini söyleyebilirim, ama bu durum değişebilir mi?
JBF: Şu anda sermayenin yüzünü dönecek bir yeri olduğunu düşünmüyorum, yani hemen şu anda birikimi yeniden başlatma umudu yok. Sürekli olarak yeni köpüklerin yaratılmasından söz edildiğini duyuyoruz ve elbette finanslaşma, tekelci mali evresinde sermayenin durgunlukla mücadele etme yöntemi olduğu için, bu sorunun sorulması da son derece doğaldır. Ama genellikle sanki köpükler, yani daha kalıcı olarak sürüp gitmekte olan finanslaşma süreci dahilindeki büyük spekülatif köpükler, ne olursa olsun herhangi bir şeye dayandırılabilirmiş gibi düşünülüyor. Ancak tarihsel olarak, ileri kapitalist ülkelerdeki bu spekülatif köpükler borsaya ve gayrı menkule dayanır. Şu anda ikisi de genişleyecek gibi görünmüyor. Muazzam bir değer erimesinin yaşandığı bir dönemdeyiz ve bu erime de sonunda, kapitalizmin tarihindeki buna benzer tüm olaylarda olduğu gibi, yenilenmiş birikimin temelini oluşturacak. Ama önce süreç kendisini tamamlamalı. Tam şu anda durgunluğun zirvesinde bir finanslaşma krizi yaşanıyor ve ekonomiyi güçlü biçimde aşağıya doğru çekiyor. Doğal kaynaklar ya da gıdada bir spekülatif köpük imal edilmesi zor çünkü bu alanlar yatırım yapmak açısından en sallantılı alanlardır; tam şu anda meta fiyatları dünyadaki daralmaya karşılık olarak düşüyor ve deflasyon korkusunu artırarak özellikle üçüncü dünya ekonomilerini tehdit ediyor.
Sistem tarihi ve son on yıllar boyunca coğrafi olarak genişledi ama bugün bu bakımdan sınırlarına ulaşıyor. Geçen birkaç on yıl içinde dünyanın kitlesel biçimde köylülerden arındırılması olgusunu ele almak bile yeterlidir. Bu insan tarihinin tamamının belki de en büyük insan hareketidir, aslında küresel ölçekteki yeni bir çitlemeler dizisi bütünüdür.
Çin’in dünya ekonomisi içinde güçlenen rolü, (aslında küresel ekonomide on yıldan uzun süredir elde edilen tek önemli sürdürülebilir büyüme kaynağıdır), toplamda sistemin istikrarını azaltmamışsa bile, artırmamış gibi de görünmektedir. Coğrafi olarak baktığımızda ve emperyalizm anlamında, Rosa Lüksemburg tarafından işaret edildiği üzere kapitalist yayılmanın neredeyse mutlak sınırlarına dayanmış durumdayız. Bu durumun aynı zamanda ekolojik bir boyutu da var. Harvey ve Wallerstein’ın çalışmaları da çok önemli olmakla birlikte, bu sorunla ilgili olarak bildiğim en iyi analiz, Jason Moore tarafından kaleme alınmış olan ve Monthly Review’nun Kasım 2008 sayısında yayımlanmış olan “Ecology and the Agrarian Question in World-Historical perspective,” (“Dünya-Tarihsel Perspektiften Ekoloji ve Tarım Sorunu”) başlıklı makaledir.
Klassekampen:Bizim Norveç merkez bankası başkanı Svien Gjedrem de bu krizin otuzlardan bu yana yaşanan en kötü kriz olduğunu teyit etti. Daha bir yıl önce kendisi ve diğer uzmanlar bizleri subprime krizinin bir “Amerikan fenomeni” olduğu ve “hızla gelip geçeceği” konusunda temin ediyorlardı. Modern iktisat söz konusu felaket yaratan olayları tahmin etmekte neden başarısız oluyor?
JBF: İleri kapitalist dünyada 1930’lı yıllardan bu yana görülen en kötü finansal ve ekonomik krizle karşı karşıya olduğumuz gerçeği, bu noktada, bilgi sahibi hiç kimsenin kuşku duymadığı ampirik bir olgudur. Tekelci mali sermaye ve finanslaşma çağında tahminde bulunulamamasının bir dizi öğeyle ilgisi var, bu öğelere sistemin tarihi boyunca görülen spekülatif büyümelerin tamamının sahip olduğu psikoloji de dahildir. Marx’ın Kapital’de gözlediği gibi, “Çöküş birden bire zuhur edene kadar işler daima iyi gider, kumpanya her zaman yoluna devam eder”. (Kapital, cilt 3, bölüm 30).
İktisat teorisi bakımından, kendi modelleri dahilinde bu işleri hiçbir biçimde anlamayan ortodoks ya da neoklasik kapitalist iktisadın zaaflarına işaret edilebilir. Te
melde, “gerçek ekonomi” olarak adlandırdığı şey ile para ya da finansal ekonomi arasında bir ilişkisizlik durumu var sayıyorlar. Kredi/finans aleminde olup bitenlerin, ihtiyaç duyulan finansı (ve genel olarak finansal hizmetleri) temin ederek, gerçek ekonomiye hizmet ettiğine inanılır. Ama bunun ötesinde bu dünyada olup bitenlerin (servetle ilgili parasal iddiaların yığılmasının), altta yatan ekonomi ile hiçbir ilgisi yoktur ve bu sistem kendi ilkeleri uyarınca işler. Ortodoks iktisat, bu bakımdan normalde, reel ekonomi ile de anlamlı herhangi bir biçimde ilgilenmemiştir. Finansın ekonominin bütününü sürüklediği gerçeği elbette bir düzeyde biliniyordu, ama gerçek ekonomide 1970’lerden bu yana görünür hale gelen altta yatan durgunluk eğilimleri, karlar yükselmeye devam ettiği sürece büyük bir rahatlıkla görmezlikten gelindi. Sorun kısmen ana akım iktisadın kendi görece akılcı evresini uzun zaman önce terk etmesi (hatta Keynes’i bile terk etmesi) ve parasalcılık, arz-yönlü iktisat, akılcı beklentiler teorisi, yeni klasik iktisat gibi bir dizi budalaca doktrinler bütününü benimsemesinden kaynaklanmaktadır. Bu kriz gelip vurduğunda, Fed yönetim kurulu başkanı Ben Bernanke’nin başını çektiği (kendisi Büyük Bunalım’ın parasalcı yorumu konusunda uzmanlaşmış akademik bir iktisatçıdır) ABD merkez bankacılarının hakim perspektifleri, bunun basit anlamda bir likidite sorunu olduğu ve gerekirse havadan helikopterlerle para yağdırılabileceği biçimindeydi (bu da Milton Friedman’ın, “Helikopter Ben” lakabını kazanan Bernanke tarafından savunulan bir düşüncesidir).
Rekabetçi, düzenlenmemiş ve aslında kurumsallaşmış açgözlülüğe dayalı akıldışı bir rekabet sistemi bağlamında denge varsayımında bulunan bir teorinin sergilediği bu aptallık derecesi, söylemeye bile gerek yok ki, hiçbir zaman kolaylıkla anlaşılabilir bir şey değil. Neoklasik iktisat uzun zaman önce (en azından teorik varsayımlarında) siyasal iktisat olmaktan vazgeçmiştir ve uygulamacıları da bu durumda herhangi bir sınıf, iktidar, vs. kavramını uzun zamandır analizlerine dahil etmemekte, bunların yerine büyük ölçüde anlamsız soyutlamaları koymaktadırlar. Aslında, bu durum öylesine geçerlidir ki, neoklasik iktisat iş çevrelerinde, para kazanmak da dahil olmak üzere gerçek dünya ölçütleriyle baktığımızda genellikle yararsız bir şey olarak görülür. Zaman dışı mekanik modelleri benimsedikleri için diyalektik bağlantıları da kavramaktan uzaktırlar. Tersine, ortodoks iktisadın bütün bu alanlardaki zayıflıkları Marksist siyasal ekonominin sahip olduğu gücü temsil eder.
Klassekampen: Marx kapitalizm kapsamında, üretici güçlerin üretim sistemi tarafından zincire vurulduğu analizini yapmıştı. Bugün, finansal sektörden kredi gelmemesi nedeniyle canlı işler iflasa doğru gidiyor. Bu durum üretici güçlerle üretici olmayan güçler arasında artan çelişkinin bir işareti midir? İşçiler saldırgan bankaların kurtarılmasının yükünü çekmek zorunda kaldıkları zaman, bu bir tür “ilksel birikim” midir? Finansal sistem üretimi ilerletme rolünü terk mi etti?
JBF: Kriz, üretici güçlerin mevcut üretim ilişkileri (yani sınıf, mülkiyet ilişkileri) tarafından ne ölçüde zincire vurulduğunun açık bir örneğidir. Bu örnekte, gerçek ekonomideki durgunlukla sermaye birikiminin, kapitalist üretim ilişkileri tarafından talep edilen daha da azgınlaşan buyruklarının bileşimi, finansal sektördeki kar yoğunlaşmasının tırmanmasına neden oldu. ABD’de, son yıllarda, ekonominin tamamındaki kar toplamının yüzde 40’ı tekelleşmiş finansta yoğunlaşmıştı. Ama bu karlar nihayetinde durgunlaşan gerçek ekonomide daha da ezilen işçiler tarafından gelecekte yapılacak olan ödemelere dayanmaktaydı. Daha sonra subprime borç ödemeleri kesintiye uğradı ve tam anlamıyla geçirimsiz olan menkul kıymetleştirme sürecinin sonucu olarak, kimse hangi borçların iyi, hangilerinin kötü olduğunu bilmez hale geldi. Aynı zamanda, türevlerin iflaslara karşı “sigorta” oluşturdukları yanılsaması da tam anlamıyla buharlaştı; aslında bu durum bütün mahalle yanarken bitişik evlerde oturan ev sahiplerinin birbirlerini yangına karşı sigortalamalarına eşdeğer bir durum ortaya çıkardı. Kredi piyasaları dondu çünkü bankalar ve diğer finansal kurumlar borç vermeyi bıraktılar çünkü borçları alanların bunları geri ödeyebileceğine güven duyulamıyordu. Bankaların kendileri de ödeme güçlüğü içindeydiler, sermayeleri eridi ve mevcut borçlarını ödemeye zorlandıkları zaman da bu borçları ödeyemediler.
Bu koşullar altında, finansal sektöre kaç milyon dolar likidite boca edilirse edilsin, hiçbir sonuç alınamadı. Bankalar dahil, parası olan herkes istifçiliğe başladı. ABD deli gibi dolar basıyor ve finansal sektörü likiditeye boğuyordu ama bankalar para sermaye borç vermek yerine parayı cüzdanlarında saklıyor, daha doğrusu parayı Hazine tahvilleri satın almak için kullanıyorlardı. Bu durum da hükümetin girişimlerini boşa çıkartan bir tür döner kapı etkisi yarattı. Ödeme güçlüğü ile birlikte para kazanamayıp borçlu oldukları ama ödeyemedikleri iddiaların karşılarına dikildiği bir gelecek olasılığıyla karşı karşıya kalan bankalar, tam da Keynes’in bu koşullar altında yapacaklarını söylediği şeyi yaptılar: Nakit istiflediler. Şu anda, yetkililer doğrudan doğruya bankalara tercihli hisse karşılığında (ki bu bankaların kısmen ulusallaştırılmasıdır) sermaye enjekte ederek, bankaların yeni borçlarını garanti ederek ve vadeli tasarruf sigortasını yükselterek tam anlamıyla erimeyi önlediler (ABD tipi plan üç aşağı beş yukarı bütün ileri kapitalist ülkelerce de benimsendi). Sadece ABD’de, bu miktarın potansiyel olarak 2.25 trilyon dolara ulaşacağı tahmin ediliyor. Bu birkaç hafta önceki 700 milyar doların çok üstünde bir miktar (New York Times, 15 Ekim 2008). Bu, finansal felaketi durdurmaya yönelik umarsız bir girişimdir.
Bütün bunlar mevcut finansal krizin bir parçası. Ama, işaret ettiğiniz gibi, sorun çok daha derinlere uzanıyor ve hiçbir yerde gerçek ekonomi ve bu ekonomi ile spekülatif finans arasındaki ilişkiyi ele alacak hiçbir ciddi girişime rastlamıyoruz. Daha geniş anlamda, şu anda durgunlaşma ile finanslaşma diyalektiği olarak anladığımız bağlamda, üretken sermaye ile üretken olmayan sermaye arasında, üretim ve finans olarak büyük bir çelişkiden söz etmek hiçbir anlam ifade etmez. Sorunla ilgili klasik ifade, Harry Magdoff ve Paul Sweezy’nin 1986 yılında basılan Durgunluk ve Finansal Patlama isimli kitaplarında yer alan “Üretim ve Finans” isimli makalede bulunabilir. Daha yakın zamanlarla ilgili olarak da benim “Kapitalizmin Malileşmesi” isimli makaleme bakabilirsiniz (Monthly Review, Nisan 2007).
Bankaların işçiler tarafından vergi mükelleflerinin fonlarıyla kurtarılmasının “ilksel birikim” olarak adlandırılmasının pek yararlı olacağını sanmıyorum. Bu kavram klasik iktisatta ve Marxist teoride, kendinden menkul kapitalist birikim sisteminin altında yatan temellerle ilgili çok özel bir anlama sahiptir. Daha ziyade, ücretli çalışanların daha fazla borç yükünün sorumluluğunu üstlenmeye zorlanması, bunun en alttaki insanların ezici çoğunluğuna yarar sağlayan hükümet programlarının daha da kısıtlanmasının meşrulaştırılması için kullanılması, yani daha dosdoğru bir biçimde sömürü oranını devlet aracılığıyla yükseltmenin ve gelirle serveti yoksuldan zengine doğru yeniden dağıtmanın bir yöntemi olarak görülmelidir.
Sermaye, elbette işsizlik dahil, krizin maliyetlerini işçilerin sırtına yüklemenin sayısız aracına sahiptir ve elbette bu tekniklerin hepsi kullanılacaktır. Marx bir zamanlar (Kapital
‘de) mizahi bir biçimde ulusal servetin, işçi sınıfı dahil, toplumdaki herkese ait olan yegane parçasının ulusal borç olduğunu söylemişti. Temelde toplumun en altındakiler tarafından ödenen ulusal borç, bu durumda özel ellerde bulunan ulusal serveti desteklemenin bir aracına dönüşmektedir. Sermayenin kurtarılmasına gelince, bu kapitalizmin her krizdeki ilk kuralıdır. Hiç de yeni bir durum değildir, sadece sorunun çapı büyümüştür.
Finansal sistemin “sistemin ilerletilmesi rolünü terk edip etmediği” sorunuza gelince, sorunun tam üzerine parmak bastınız. Özellikle ABD’deki durum ele alındığında, temel sorun da budur. 1970’lı yıllardan bu yana tırmanan bir durgunluk var. Büyüme oranları son on yıllar içinde (elbette daha geniş eğilim içindeki devrevi iniş ve çıkışlarla) adım adım yavaşlıyor. On yıllar itibarıyla baktığımızda, tesis ve ekipman (üretken kapasite) kullanımı düşüyor, işlerin (özellikle de iyi işlerin) sayısı azalıyor, gerçek ücretler donduruldu, hane borçları artıyor, net yatırımlar durdu, gelir ve servet eşitsizliği büyüyor. ABD’de bugün servet sahiplerinin en üstteki yüzde 1’i, en alttaki yüzde 80’in iki katı kadar gelire sahip (finansal servetten söz edecek olursak, yani sahiplerinin oturduğu konut hisselerini dışarıda bırakırsak, bu fark dört kata kadar çıkacaktır).
Yükselen sömürü oranları ile karakterize olan bu koşullar altında, sistemi temelde ayakta tutan şey, (insanların ister konut isterse hisse senedindeki her türlü artışın bir parçasını, özellikle de piyasanın sadece tek bir yöne, yukarıya doğru hareket edeceğine inanmaları halinde harcama eğiliminde olmaları durumu için kullanılan), “servet etkisi” yoluyla ekonomiyi genişleten finansal patlama olmuştur. Elbette başka öğeler de var. Yani 2007 yılında ABD askeri harcamaları 1 trilyon dolardı, bu da ekonominin ayaklarını basacağı bir zemin yarattı (“The U.S. Imperial Triangle and Military Spending,” Monthly Review, Kasım 2008).
Ama finansal patlama sistemi ayakta tutan başlıca araçtı. Bu durum şu anda sona ermiş gibi görünüyor, bu da finanslaşmanın uzun kriziyle karşı karşıya olduğumuz ve asla fazla dibe inmemiş olan durgunluk eğilimlerinin büyük oranda su yüzüne çıkması anlamına gelmektedir. ABD gayrı safi yurtiçi hasılasının yüzde 70’i civarında olan ve dünya talebi açısından kritik bir önem taşıyan ABD tüketimi batmakta ve onunla birlikte de her şey batmaktadır.
Kapitalist sınıf için üzülmeye harcanacak vaktimiz yok. Gerçek ızdırabı çekecek olanlar ileri kapitalist ülkelerdeki ve esas olarak da yoksul ve “yükselen” ülkelerdeki işçi sınıflarıdır. Bizler (yani sol) çabalarımızı, bozulmuş bir sistemi (onarılabilir olsa bile) onarmaya çalışmak yerine, ekonomik piramidin en altında bulunup en fazla şeye ihtiyaç duyanlar için harcamalıyız. Nihayetinde, bu siyasal ve sınıfsal bir sorundur. Dünyanın her yerindeki, özellikle de ileri kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının, en sonunda koşullar tarafından ve üstelik de tüm dünyayı ve onunla da birlikte dünya halkını paramparça ettiği vahşi bir sistemin mantığına karşı duran biçimlerde yeniden savaşmaya davet edildiği tarihsel bir anda bulunuyoruz.
Página/12: Finansal sistemin ya da sektörün düzenlenme biçiminin krizi çözmek üzere değiştirilmesi gerektiğini düşünüyor musunuz?
JBF: Düzenlemeler derken, finansal sisteme daha fazla sınır konulmasından söz ediyorsanız, bu durum ekonomi sonunda hangi düzeyde olursa olsun yatıştıktan sonra gelecekte mutlaka meydana gelecektir. Ama finansal erimenin zirvesinde şu anda hiçbir gerçek düzenleme yapılmayacak. ABD’deki Fed ve Hazine Bakanlığı ile diğer devlet organları ve elbette diğer hükümetler de, sisteme likidite ve sermaye akıtmak için matbaaları çalıştırmak dahil (bu tabii artık bu işler elektronik olarak yapıldığından sadece bir metafor) daha felaketli bir finansal erimeyle mücadele etmek için, ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Bunun ötesinde daha fazla risk-almanın kodu olan “güveni yeniden temin etmeye” çalışıyorlar. Amaçları Keynes’in sözleriyle, “hayvani ruhların” önünün yeniden açılmasıdır. Finansal sistemi şişirmek için, şu anda, düzenlemeleri artırmıyor azaltıyorlar; devlet yetkilileri finansal krize her zaman böyle yanıt verirler. Sermayenin çıkarlarını temsil ettikleri sürece başka bir seçenekleri de yoktur. Katı düzenlemeler dayatmak şu anda her şeyin üstlerine geldiğini düşünen finansal menfaat sahipleri için işleri daha da kötüleştirir. Amaç yeniden para akışını sağlamak. Yani bu soruya en azından şu an için hiçbir gerçek yeniden düzenlemenin söz konusu olmadığı biçiminde yanıt verebilirim.
İleri kapitalist sistemin hakikati, 1960’lı yıllardan başlayıp, 1980’lerde tırmanarak ve 1990’lı yıllar sonrasında daha da tırmanarak, on yıllardır üretim ve yatırımlardaki durgunlukla mücadele etmenin temel aracı olarak finanslaşma sürecine (yani “reel ekonomiye” kıyasla finansal üst yapının şişirilmesine) bağımlı olmasıdır. Sorunun kökeninde yatan şey, sömürü ve eşitsizlikten kaynaklanan altta yatan durgunluk eğilimidir. Finanslaşma, yani (ideolojik olarak neoliberalizm tarafından meşrulaştırılan) bir köpüğün ardından diğerinin şişirilmesi, gerçek ekonomideki durgunluğa bir çözüm olarak önerildi. Mevcut aşırı kapasite tarafından aşağıya çekilen yeni üretken kapasite yatırımlarının durgunlaşması veri alındığında ABD ve sistemin merkezindeki diğer ülkelerdeki ekonomik büyümeyi sürükleyen de bu oldu. Ancak eninde sonunda, sermayenin imhası dışında hiçbir “çözüm” yoktu: Marx, “kapitalist üretimin önündeki gerçek engel, sermayenin kendisidir” diye yazmıştı.
Bir kez daha bu gerçek sınıra dayandık. Bu durumda, bu noktada, düzenleme/kuralsızlaştırma/yeniden düzenleme konusu, en azından acil soruna çözüm olarak sermayeye yeni kısıtlar konulmasından söz ediyorsanız, önemsizdir. Kapitalizmin yeniden istikrara kavuşması her zaman krizlerin kurtarıcı fonksiyonunu olan şeyleri gerektirir: Yani mevcut sermayenin büyük bir miktarı hayatta kalan daha küçük bir toplamın yeniden kör, çılgınca birikim sürecine başlamasını sağlamak üzere imha olmalıdır. Ama böylesine devasa bir “sermaye değersizleşmesi”ne eşlik edecek olan gerçek-dünyevi acıların, işlerin, konutların, öz-saygının yitirilmesi ve bugün küresel ölçekte yaşanabilecek olan sefalet ve hatta açlık olması, ABD modeli kapitalizmin sonu anlamına gelebilir, çünkü dünyanın geri kalanı böyle bir sonucu asla kabul edemez. İhtiyacımız olan ve uğruna savaşmamız gereken tek şey, gerçek bir rejim değişikliği; 21. yüzyıl sosyalizmidir.