AB süreci bugüne kadar olumlu ekonomik koşullarda ilerlemişti; şimdi büyük bir mali krizle karşı karşıya. Birliğin geleceği bu ekonomik krizin etkilerine olduğu kadar, belki de daha çok, üye ülkelerin krize gösterecekleri tepkilere bağlı. Ya AB üyesi ülkeler safları sıklaştıracak ve birlik sürecini daha da derinleştirecekler ya da Birlik süreci çürümeye ve çökmeye başlayacak. AB ülkeleri, […]
AB süreci bugüne kadar olumlu ekonomik koşullarda ilerlemişti; şimdi büyük bir mali krizle karşı karşıya. Birliğin geleceği bu ekonomik krizin etkilerine olduğu kadar, belki de daha çok, üye ülkelerin krize gösterecekleri tepkilere bağlı. Ya AB üyesi ülkeler safları sıklaştıracak ve birlik sürecini daha da derinleştirecekler ya da Birlik süreci çürümeye ve çökmeye başlayacak.
AB ülkeleri, “bizim banka sistemimiz ABD krizinden etkilenmez” fantezisi dağılıp krizin ilk dalgası kıyılarına vurduğunda Le Monde’un başlığı, “Chaque un pour soi” (herkes kendi başının çaresine baksın) AB’nin “gerçeğini” hemen ortaya koydu. Ortada ne Brüksel ne AB üyelerinin post-modern (birleştirilmiş) egemenliğinden bir iz vardı. Herkes hemen kendi ulus devletinin kucağına sığınmaya başlıyordu. Kriz derinleşmeye devam ederken bu “bencil” havanın giderek zayıflamaya, üyelerin “zorunlu olarak” birlikte davranmanın, krize karşı ortak bir program geliştirmenin önemini kavramaya başladıkları görülüyor.
Krizde yalpalamalar
AB duvarında ilk çatlağı İrlanda, diğer üye ülkelerin banka sistemini nasıl etkileyeceğine aldırmadan, kendi ülkesindeki bankaların mevduatlarını garanti altına alarak açtı. Bir Financial Times yazarı İrlanda’nın tavrını, ortaçağda orduların muhasara ettikleri kentlerin içine mancınıkla vebalı ceset atmalarına benzetecekti.
AB bankalarının mevduatlarının İrlanda’ya kaçarak diğer üye ülkelerin bankalarının içinin boşalması riski oluşunca, tedbir diğer ülkelerce de benimsendi. Bu sırada Almanya, FT yazarı Münchau’nun deyimiyle AB çapında hiçbir önemi olmayan Hypo Real Estate adlı bankayı, salt Almanya’nın siyasi gereksinimlerinden hareketle kurtarmaya kalkarak “fonlarını ziyan ediyor”, Fransa’nın önerdiği, AB çapında kurtarma paketini geri çeviriyor, mali kriz derinleşmeye devam ediyordu. Bu kez İzlanda, diğer AB ülkeleri üzerindeki etkilerine aldırmadan bankalarını devletleştirdi. İzlanda bankalarına bir milyar sterlinden fazla kamu parası kaptıran İngiltere, önce İzlanda’nın varlıklarını donduruyor sonra da ülkeye dava açıyordu.
Nihayet İngiltere AB’nin en kapsamlı, iddialı kurtarma paketini açıkladığında, tepkiler hâlâ, “her ülke kendi sorunlarını bildiği gibi halletsin” olmaya, piyasalar da çökmeye devam ediyor, G4 zirvesi ortak bir plan üretemediği gibi çağırılmayan ülkelerden de tepki çekiyordu.
Hafta içinde AB üyelerinin tutumları giderek birbirlerine yakınlaşmaya başladı: Mevduat garanti sınırları Birlik çapında yükseltildi, eşgüdüm niyeti vurgulandı. ABD ve AB merkez bankaları ortak bir tavırla faizleri yarım puan indirdiler. Cuma günü Almanya’da Merkel hükümeti G7 toplantısından önce büyük bir “U” dönüşü yaparak “sistem düzeyinde”, “ortak çözümlerden” söz etmeye, İngiliz paketinin kimi unsurlarını benimsemeye, bu arada mevduat garantilerini para piyasası fonlarına kadar genişletmeye başladı. Medya, Merkel’in Brown ve Sarkozy ile sürekli temas halinde olduğunu, hafta sonunda da AB liderlerinin nihayet bankaları kurtarmaya karar verdiğini aktarıyordu.
Birlik ya da çokluk, işte bütün mesele…
Gelişmeler AB üyelerinin nihayet birlikte davranmaya, birlik sürecini güçlendirmeye başladıklarına işaret ediyor. Ancak, önlerinde, üye ülkelerin birbirlerinden farklı ekonomik özelliklerinden kaynaklanan çok büyük engeller var.
AB’nin yapısı da derin bir mali krize, ardından gelecek, durgunluktan depresyona kadar uzanabilecek bir ekonomik konjonktürün getireceği siyasi ve toplumsal sorunlara uyum sağlayacak özelliklerden yoksun. Ekonomik bütünleşme tamamlanmadan, mali bütünleşmeye gidilmiş olmasının sorunları da ortaya çıkmaya başladı.
Dahası, AB çapında bir eşgüdümü oluşturmak, birliği ilerletebilmek için gerekli hegemonya sisteminin de henüz kurulamadığı söylenebilir. Bunu, AB’nin büyük, “küreselleşmiş” sermaye kesiminin, kontrol ettikleri medya gruplarının, “organik entelektüellerinin” tüm çabalarına karşın Fransız ve Hollanda vatandaşlarının, neo-liberal AB anayasa taslağını, İrlanda vatandaşlarının bu taslağın “Lizbon anlaşması” versiyonunu geri çevirmelerinden, olduğu kadar, en son, Rusya’nın Gürcistan’ı işgali sırasında, Almanya ve Fransa bir tutum alırken İngiltere’yle eski Sovyet uydularının bir başka tutum almasında da görebiliyoruz. Göreli ekonomik istikrar ve refah döneminde istikrar kazanamayan bir “hegemonya projesinin”, kriz ortamında ülkelerin vatandaşları giderek huysuzlanmaya, bir suçlu aramaya, hükümetlerini de baskı altına almaya başladıkları bir dönemde ne şansı olabilir?
Nitekim krizle birlikte, bu hegemonya projesinin en önemli başarılarından biri olan Avro’yu korumaya yönelik Maastricht kriterlerinin, “istikrar paktının” hızla şarampole yuvarlanmakta olduğunu görmüyor muyuz? Avusturya seçimlerinin sonuçları da güçlü bir AB karşıtı sağ popülist (büyük sermayeye tavırlı) dalganın yükselmekte olduğunu düşündürüyor.
Krizin Avrupa Birliği sürecini bir yol ayrımına getirdiği kesin. Ya AB süreci, kendi içinde hegemonya sorunlarını aşacak ve daha da derinleşecek ya da çürümeye başlayacak.