Şunu özellikle vurgulamak istiyorum. Perşembe günü öğlen saatleri itibariyle dünyanın önde gelen merkez bankalarının piyasalara para akıtılmasıyla birlikte ekonominin toparlanmaya başladığı gibi bir izlenim ortaya çıkmaktadır. Önümüzdeki günlerde hem dünyada hem de Türkiye’de bilindik finans çevreleri (ya da piyasa uzmanları) “artık en kötüsü geri kaldı” diyerek “dibe vurulduğunu”, bundan sonra yavaş yavaş da olsa krizden […]
Şunu özellikle vurgulamak istiyorum. Perşembe günü öğlen saatleri itibariyle dünyanın önde gelen merkez bankalarının piyasalara para akıtılmasıyla birlikte ekonominin toparlanmaya başladığı gibi bir izlenim ortaya çıkmaktadır. Önümüzdeki günlerde hem dünyada hem de Türkiye’de bilindik finans çevreleri (ya da piyasa uzmanları) “artık en kötüsü geri kaldı” diyerek “dibe vurulduğunu”, bundan sonra yavaş yavaş da olsa krizden çıkılacağını vurgulayan sahte bir iyimserlik yaratabilir. İyimserlik bu aşamada krizin daha da derinleşmesinden başka bir şeye hizmet etmeyecektir. Ben, asıl krizin dünya ekonomisinin üretim, tüketim ticaret ve dolayısıyla istihdam alanlarında bugüne kadar görülmedik bir daralma yaşayacak olması olarak kavranması gerektiğini düşünenlerdenim. Dolayısıyla olup bitenden habersiz yaşam savaşımını en ağır koşullarda sürdüren milyarlar, yani Nâzım Usta’nın “Büyük İnsanlığı”, bir felakete sürüklenmektedir. Bunun altını çizmemiz gerekiyor. Olayı bir “mali kriz” olarak görmek veya göstermek abesle iştigal etmektir. Oysa tabiri caizse takke düşmüş kel görünmüştür. Mali krizin açığa çıktığı bu hafta içerisinde finans çevrelerinin sözcüsü olan en tanınmış gazeteler (Örneğin Wall Street) ve TV kanalları (örneğin CNN ve Bloomberg) bu yaşadığımızın 1930 çöküşünden bile daha ciddi bir çöküş olduğunu söylemişlerdir. Bu tarihi ifşaatları asla unutmayalım. Bu noktada ünlü spekülatör Georges Soros’un iki gün önce “sırada birçok büyük banka var, mali sistem iflaslarla sarsılmaya devam edecek” dediğini ise hiç ama hiç es geçmemek gerekiyor. Soros böyle diyorsa, piyasaların baş aktörleri adına konuşarak bunu diyordur. Yani gelecek günler için onların deyimiyle nasıl bir “pozisyon” alacağını söylüyordur.
Şimdi bilinenleri tekrarlamadan bundan sonra olacaklar hakkındaki düşüncelerimi belirteyim.
Yalnız öncelikle bu durumun “sistemik bir kriz” olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Yani çokça ve yanlış olarak söylendiği gibi bu çöküş konut piyasasında başlayan bir daralmanın sonucu olarak gündeme gelmemiştir. Tek bir piyasada başlayan bir daralma kapitalizmi böylesine ciddi bir krize hiçbir zaman sokmaz. Tam tersine bugün yaşanan çöküş kapitalizmin uzun bir süredir aşamadığı reel krizini finansal operasyonlarla aşmaya çalıştığından ortaya çıkmıştır. Konut piyasasındaki daralmanın temel nedeni finans kapitalin borsalarda ve gayri menkul varlıklarda yarattığı büyük köpüğün patlamasıdır. Asıl sorun ise durgunluk ve arkasından hızla gündeme gelecek olan reel çöküştür. Paçalar alev almıştır. Şu anda dünya kapitalizminin mali sektöründe yaşananlar bir yandan bir kurtlar sofrası durumudur, diğer yandan da devletin emekçi kesimlerden topladığı vergilerle batan mali sermayeleri kurtarma operasyonlarıdır. 1980’lerden beri küçültülmesi gerektiği söylenen devlet (yani Regan-Thatcher’dan bugüne ağızlara pelesenk edilen fütursuz liberal söylem) emekçilerin gelirlerinin ve yaşam standartlarının küçültülmesi pahasına büyütülmektedir. Ama bu aslında özel borçların kamu borçlarına dönüştürülmesi operasyonudur. Yalnız devletin büyümesi bu aşamada reel ekonomiye üretken yoldan katılması anlamına gelmemekte tam aksine reel ekonomiyi daralmaya zorlayarak gerçekleştirilen amorf bir büyüme görünümündedir ve bunun maliyeti enflasyon olacaktır. İste bütün bunlar neo-liberalizmin iflas ettiğini ve tarihin çöplüğüne atıldığını kanıtlamaktadır. Belki de gelecek kuşaklar 15 Eylül 2008’i neo-liberalizmin vefat tarihi olarak anacaklardır. Bu anlamda yaşadığımız günler küreselleşme “efsanesinin” de sonu demek olduğu gibi, sistemin ciddi bir ideolojik açmazla karşı karşıya bulunduğu anlamına da gelmektedir.
***
Bundan sonra başımıza gelecekler
Bugün ABD’de yaşananlar tam da 11 Eylül durumuna benzemektedir. ABD toplumu bir psikolojik çöküş yaşamaktadır. İktisatçıların “panik” diye analizlerinde vurguladıkları ruh hali bütün bir ABD toplumuna ve ekonomisine hakim olmuştur. Bu ise sistemin ani bir soka her an maruz olduğu anlamına gelir. Bunun sonucu doların değer yitirmeye devam edecek oluşudur. Yıl sonu itibariyle avro dolar paritesinin daha önce ulaştığı 1.60’ları geçerek 1.80’lere doğru ivmeleneceğini bekleyebiliriz.
Küresel mali sistemin yeniden yapılandırılması gerekliliği gündeme gelecek, bu kapsamda ABD dünya kamuoyuna açıklanmasa da iflas etmiş kabul edilerek zorunlu bir “istikrar programına” tabi tutulmak istenecektir. Bu ABD ekonomisindeki yavaşlama eğilimini hızlandıracak ve ekonominin durma noktasına gelmesine yani durgunluğa girmesine yol açacaktır. Daha önceden başlayan enflasyonist gelişmenin varlığında ABD’de “stagflasyon” (hem durgunluk yani işsizlikte artış hem de enflasyon) yaşanacaktır.
AB’ye gelince: Avrupa Bölgesi’ndeki (Eurozone) yavaşlama hız kazanacak, Doğu Avrupa ülkeleri basta olmak üzere çevre ülkelerde ağır bir durgunluk başlayacaktır. Avrupa hem sosyal hem politik çalkantılara gebedir.
Asya bölgesinde iki büyük sıkıntı belirilecektir: İhracatta daralma, enflasyonda artış. Bu durumdan en ciddi etkilenecek olan Çin’dir. Rusya’nın da ihracat gelirlerinde ciddi düşüşler yaşanacaktır. Dolayısıyla Asya da sosyal ve siyasi çalkantılara gebedir.
Latin Amerika’da büyüme yavaşlasa da devam edecek, Chavez’in Bolivarci devlete kapitalizmi parlak bir döneme girecektir. Krizin eşiğinde olan Meksika ve Arjantin’i kötü günler beklemektedir.
Arap ülkelerinde ABD yanlısı rejimler sıkıntıya girebilir. Mısır başta olmak üzere Kuzey Afrika ülkelerinde bu yıl gördüğümüz kitlesel ayaklanmalar ortaya çıkabilir.
İran’a saldırının gündeme gelmesi büyük olasılıktır (ABD’deki yukarıda vurguladığım ruh halinden bir an evvel çıkma arayışı savaşı bir siyasete dönüştürmektedir). Gürcistan’daki gerginlik derinleşecektir.
Türkiye’ye ne mi olur? Şakayla karışık şunu söyleyebilirim: Deniz Feneri vakasında savcılar acele etmesin, çünkü yakın gelecekte hayır kurumlarına ihtiyaç görülmedik ölçüde artacaktır. Daha teknik bir durum, Türkiye’nin Meksika ve Arjantin ile birlikte benzer bir felakete sürüklenmekte olduğudur.