Demokratik rejimlerin turnusol kağıdı, siyaset yapma kanallarının ve elbette muhalif olma hakkının yasal, politik ve kültürel temelde güvence altında olmasıdır. Politik ve toplumsal baskıların arttığı, otoriterlik eğilimlerinin güçlendiği, siyasi iktidarın kendini mutlaklaştırma çabasına girdiği bir başka deyişle demokrasiden uzaklaşıldığı her dönemde, siyaset yapma hakkına sahip olma ve muhalefet kanallarını açık tutma mevzusu yeniden tartışılmaya başlar. […]
Demokratik rejimlerin turnusol kağıdı, siyaset yapma kanallarının ve elbette muhalif olma hakkının yasal, politik ve kültürel temelde güvence altında olmasıdır. Politik ve toplumsal baskıların arttığı, otoriterlik eğilimlerinin güçlendiği, siyasi iktidarın kendini mutlaklaştırma çabasına girdiği bir başka deyişle demokrasiden uzaklaşıldığı her dönemde, siyaset yapma hakkına sahip olma ve muhalefet kanallarını açık tutma mevzusu yeniden tartışılmaya başlar. Demokratik kültürün tam olarak yerleşmediği coğrafyalarda, iktidarı elinde bulunduranlar, özellikle çalkantılı dönemlerde, politik pozisyonlarını, kudretlerini ve çıkar ilişkilerini korumak amacı ile muhaliflerinin ve eleştirel düşünenlerin siyaset yapma ve fikrini açıklama hakkını elinden alma ya da kısıtlama arayışına girebilir. Bu çerçevede atılan ilk adım, genellikle ‘politik alanı’ daraltma taktiğine başvurmaktır. Politik alanı daraltmak, kavramsal düzlemde farklı siyaset üreten aktörlerin ve platformların -yıldırma/küstürme/korkutma dahil- çeşitli araçlarla etkisizleştirilmesi anlamına gelir. Bilhassa muhalif olma potansiyelini taşıyan örgütlü politik oluşumları ve toplumda etkin bireyleri, kamuoyu vicdanında ‘gayrı meşru’ ya da ‘suçlu’ ilân etmeye yönelik hamleler en sık başvurulan psikolojik araçların başında gelir. Muhalif olanın, topluma ‘yabancı’ veya ‘düşman’ olduğu, ‘gerçekleri’ bilmediği ya da maksatlı olarak saptırdığı ve netice itibarı ile çoğunluğun iradesine karşı geldiği savının iktidar odaklarınca bu denli sık tekrarlanması, tam da bahsi geçen siyaseti daraltıcı müdahalenin göstergesidir. Daha açık bir ifade ile demokrasi adına demokratik rejimin olmazsa olmazı çokseslilik ve sorgulayıcılık kurban edilmek istenir. Ayrıca yine bu eksende ‘eleştirel konumu gereği’ siyaset yapmaması arzu edilen aktörleri ve toplumsal kesimleri bastırma teşebbüsü üzerinde de düşünülmelidir. Muhalif sanatçılar ve akademisyenler, otoriterlik eğiliminin artmasıyla çoğunlukla topun ağzına konulanların başında gelir. İktidar odakları tenkit edildikçe politik hakaretler, sansürler, davalar artar. Buna paralel olarak da iktidar merkezleri, kendi eylem ve tasarılarını onaylayan, daha cazip kılan ‘yeni yaratıcı aktörler’ devşirir. İktidar(lar)a eklemlenen entelijansiyanın eleştirelliğinin ve geniş açılı yaklaşımının yok olmasının ötesinde ‘güç’ten yana taraf olan bir ideolojik inşa sürecine girilir. Bu sürecin hazin yönü, bizzat ‘iktidara endeksli’ olduğu için ezilen sınıfları yine yok sayan bir diskuru üretmesidir. Netice itibari ile ezilen sınıfların içinden kimi bireyler ve irili ufaklı gruplar iktidara yaklaşarak kendini kurtarırken, yığınlar sömürü düzeni içinde hapsolmaya devam eder.
Türk siyasal hayatında yukarıda özetlenen marazi haller, farklı aktörler ile sürekli yeniden yaşandı. Politik alanı daraltma girişimleri, hem askeri hem de sivil iktidarlarca demokratik kültürün oluşumunu öteleyecek ölçüde sık tekrarlandı. Özellikle askeri darbeler ve darbeyi takip eden zaman dilimlerinde, politik alan kavramı ‘devletin bekası’ çerçevesinde tanımlanarak gerçek manasından uzaklaştırıldı. Muhalif hareketler ve sembol aktörler, meşru siyasal zeminin dışına atılmak istendi. Son yıllarda tanık olunan bir dizi olay; bahsi geçen anti-demokratik sürecin başka bir mecrada işlemeye devam ettiğini adeta kanıtlar nitelikte. AKP’nin seçim başarıları üzerine çokça ifade edilenin aksine politik alanın genişlemesinden ziyade yeni iktidara göre biçimlenen bir ‘daralma/dışlama’ süreci yaşanıyor. Yandaşlara yer açma düsturu ile yürütülen siyasete ek olarak, muhalifleri bastırmaya/etkisizleştirmeye yönelik sistemli bir proje işletiliyor. İdeolojik hegemonyayı yeniden inşa eden iktidar, ezilen sınıfların taleplerini ve ihtiyaçlarını görmezden gelirken asıl mücadelesini rakip iktidar odakları üzerinde yoğunlaştırıyor. Diğer yandan da siyaseti, ‘iktidarı onaylama’ eylemine indirgediğinden emek örgütleri, muhalif sanatçılar ve akademisyenlerle sık sık karşı karşıya geliyor. İktidarın sendikalara gösterdiği hoyrat tutum, bizzat başbakanın Musa Kart’tan başlayarak karikatüristlere açtığı tazminat davaları, Karabük’te yazar Latife Tekin’e ve Kastamonu’da “Son Kumsal” belgeselinin yönetmeni Rüya Arzu Köksal ve yapımcı-görüntü yönetmeni Aydın Kudu’ya AKP’li belediye başkanlarınca yapılan çirkin muameleler, siyaset yapmayı kendi tekeline almak isteyen otoriter bir zihniyetin izdüşümüne değişik alanlardan sadece birkaç örnek.
Unutulmamalı ki; demokratik sistemin en ayırt edici özelliği, siyaset yapma hakkının belirli bir zümrenin tekelinde olmamasıdır. Demokrasi, bireyi politik tercihleri konusunda serbest bırakan, demokratik kültüre ve yasal düzenlemelere uygun olmak şartı ile iktidara ulaşma yollarının açık tutan bir sistem olduğu kadar muhaliflerin sesini çıkarmasını, örgütlenmesini ve iktidar olma ihtimalini koruduğu bir düzendir. Türkiye’de ise demokrasiden böyle bir anlam çıkarılmadığı açık. Bunun en güzel kanıtı, politik alanı daraltma hastalığına ve heveskârlığına sık yakalanılması. Politika üretmenin yalnızca devletin ve rejimin menfaatini gözettiğini iddia eden askeri/sivil kurumlar, siyasal partiler ve bu partiler ile organik bağı olan örgütler aracılığı ile yürütülmesini arzu eden politik kültürün kendini yeniden üretmesi de bu durumun sonuçları arasında. Halbuki ne siyasal partiler ne diğer anayasal kurumlar, demokratik sistemin en önemli unsurlarından biri olmakla birlikte kesinlikle politikanın üretildiği yegane merkezler değildir. İktidar(lar) etrafında kümelenen ve güçten nemalanan odaklar da tüm toplumun iradesinin uzantısı biçiminde düşünülemez. Ayrıca siyaset yapma ve kendi geleceğini belirleme hakkının iktidar(lar) ve yandaşları/mensupları tarafından vesayet altına alınabilmesi söz konusu dahi değildir. Türkiye’de siyaseti yönlendirmeye teşebbüs edenler ve bilhassa da iktidar partisi, politika üretme hakkının sadece kendilerinde olmadığını bir an önce idrak etmelidir. Akademisyeni, sanatçısı, emekçisi ile asıl mücadele birlikteliği ve toplumsal çağrı, politik alanı demokratik ölçütlere uygun olarak genişletme ve muhalefet kanallarını açma yönünde olmalıdır.