Bugünlerde kadınlar eylemlerde en ön saflardalar. Çoğu modern giyimli ve bakımlı, kararlı ve kendilerinden emin bu kadınlar ilkeleri için, değerlerini savunmak için dökülmüşler sokaklara. Peki, nedir ortak kaygıları? Hemcinslerinin ta çocukluktan başlayan bedensel/cinsel kıstırılmışlıklarının üzerine gidip, onları önce babanın sonra da kocanın namusu olarak gören ahlâk(!) anlayışını mı ortadan kaldırmak? Ya da kadınların iş yaşamında […]
Bugünlerde kadınlar eylemlerde en ön saflardalar. Çoğu modern giyimli ve bakımlı, kararlı ve kendilerinden emin bu kadınlar ilkeleri için, değerlerini savunmak için dökülmüşler sokaklara.
Peki, nedir ortak kaygıları? Hemcinslerinin ta çocukluktan başlayan bedensel/cinsel kıstırılmışlıklarının üzerine gidip, onları önce babanın sonra da kocanın namusu olarak gören ahlâk(!) anlayışını mı ortadan kaldırmak? Ya da kadınların iş yaşamında daha yaratıcı, nitelikli ve tatmin edici işlerde istihdam edilmelerini mi sağlamak? Yoksa temelde maddi kısıtlılık nedeniyle evlenmek ya da evliliğini sürdürmek zorunda kalan kadına, bu baskıyı bir kişilik bunalımı olarak yaşatan topluma karşı mı durmak? Kısaca kadını özgürleştirmeye mi çalışmak?
Tam olarak böyle olduğu söylenemez. Çünkü kadınlarımız şu sıralar büyük bir demokrasi, milli irade ve kendilerinden farklı düşünüp giyinen (ya da tam tersi giyinip düşünen) öteki kadınların hak ve özgürlüklerini savunma mücadelesi içerisindeler. Önce elitist bürokratlar tarafından dindar hemcinslerine kamusal alanlarda türban takma özgürlüğü(!) tanınmaması karşısında öfkeye kapılan ‘politik duyarlılık’ sahibi ‘aydın’ kadınlarımız, sonrasında bir de partileri kapatılma noktasına gelince, engin bir ‘özgecilik’ ve ‘politik bilinç’ örneği sergileyerek, ötekinin özgürlüğünü, milli iradeyi ve demokrasiyi darbeci elitlerin elinden kurtarmak amacıyla meydanları doldurdular. Hatta öylesine özdeşleştiler ki ‘ötekiler’le, artık kendileri olarak değil neredeyse yalnızca birilerinin ya da bir şeylerin temsilci olarak varlık göstermeye başladılar.
İnsanlığın ortak aklının, ‘demokrasi, insan hakları ve bireysel özgürlükler’ yolunda edindiği ‘sağduyulu kazanımlarının’ korunması gibi ulvi bir görev karşısında kadınları öncelikle kendi somut sorunları için mücadeleye davet etmek kulağa nasıl gelirdi acaba? Hele ki genel olarak kitlelerin depolitizasyonundan, insanların toplumun diğer üyelerinin sorunlarına karşı duyarsızlaşmalarından yakınıldığı bir tarihsel süreçte. Keşke depolitizasyonun bir diğer koldan çok güçlü bir biçimde, düzenle az çok sorunu olan muhalif kesimlerin 68’den miras kalma ‘kişisel olan her şeyin politik’ olduğu inancı temelinde önce bir kişisellik, bu yetersiz kalınca simetrisi olan ötekilik, sonra her ikisi de dar gelince demokrasi gibi şemsiye kavramlar altına ‘sıkıştırılmasıyla’ işlediği bilinseydi. (Bilinmiyor mu acaba? Belki de öyledir).
Elbette kişisel talepleri politik düzlemde savunulabilir kılmanın en kestirme ve garanti yolunun, bu talepleri bir takım meşru ve genelleştirilmiş kavram ve ilkeler altında toplamak olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak egemen sınıflar ile çeşitli güç ve iktidar sahibi grupların da gerektiğinde (hatta sık sık), kendi çıkarlarını bu kavramlar altında ortaya sürmekten hiç çekinmedikleri de bu gerçeğin öteki yüzüdür. Dolayısıyla bir dönem düzen dışı muhalefetin ifadesi olarak belli bir ilericilik taşıyan kavramların, zamanla ‘sağduyu’ haline gelmeleriyle birlikte mevcut düzenin kendini tahkim etmesinde en büyük ideolojik cephaneyi tedarik etmeleri de yine aynı gerçekliğin en dolaysız uzantısıdır. Tarihin, geçmişten günümüze benzer misyonlar yükleyerek biriktirdiği kavram repertuarı arasında, bizim coğrafyada en çok öne çıkanlar ‘demokrasi’ ve ‘sivil toplumculuk’ olsa gerek. Fakat bugünlerde bir üçüncüsünün daha bu koroya katıldığını görüyoruz: “ötekilik”. Farklı tonlardan olsa da bir ötekilik güzellemesi almış başını gidiyor. Bütünsellikten vazgeçmiş Batı felsefesi içindeki özne tartışmalarından ithal edilip, doğrudan doğruya güncel politik pratiğin göbeğini oturtulan bu kavramda vaaz edilen ise şu: Herkes bir ötekinin hakkını savunacak ki ülkeye demokrasi ve özgürlük gelsin. Bundan ne eksik ne fazla!
Bu noktada hemen bir soru beliriyor kafamda, niçin benim yaşamın içinden çıkıp gelen kanlı canlı taleplerimin zorunlu olarak demokrasi denen soyut bir kavrama bağlanması gereksin ki? Acaba kendi çıkarlarımı realize edebilmemin tek yolunun ancak ‘demokrasi’ ile mümkün olmasından mı? (Öyle mi?)Belki de bunun asıl nedeni kendi çıkarlarımı savunabilme yolumun, yani düşüncelerimi özgürce ifade edebilmemin ancak demokratik bir düzen içinde mümkün olmasındandır. Yani dolaylı ve pragmatik bir ilişki vardır belki aralarında. Peki bunun için niçin ötekinin çıkarlarını savunmam gerekiyor? Ya ben kendi taleplerimi, ötekilik kabına sığmayacak kadar geniş bir ‘insanlık’ durumunun bir parçası olarak hissediyorsam? Ama kendi taleplerimi de ancak herkesin kendi düşüncesini kardeşçe savunabildiği bir ortamda savunabilirim öyle değil mi? Bunun için de ötekileri savunmamı gerekiyor elbette. Demek ki ikinci bir dolaylılık söz konusu ortada. O halde elimdeki son durum şu mu: benim kendi çıkarlarımı savunabilmem için öncelikle düşünce özgürlüğünü savunmam, düşünce özgürlüğünü savunmam için herkesin düşünce özgürlüğünü savunmam, sonra buna demokrasi adını verip demokrasiyi savunmam ve demokrasiyi savunmak için ötekileri savunmam gerekiyor. Peki bu arada benim kendi çıkarlarım ve somut taleplerim nereye gitti? Sanırım onları da, şu anda kendilerini savunmakla meşgul olduğum ötekilere emanet etmem gerekiyor. Neyse canım, burada ne kadar çok ‘ben’, ‘kendi’, ‘çıkar’ gibi bencillik kokan sözcükler var, hiç böyle düşünülür mü! Düpedüz egoizm ama bu! Geçenlerde bir yerlerde okumuştum, çok çok büyük insanlar, ‘öteki olmayı bilmenin ve bazen ilkelerin, sadece kendinden menkul birer değer olarak savunulmayı hak ettiği’ üzerine yazmıştı. Evet, doğru olan bu olsa gerek. Aydınlandım, arındım.
Politik olmanın bunun gibi bireysel anlamlandırmadan kopuk bir dizi formel ilke ve kavramın bir savunusuna dönüştürülmeye çalışıldığı bir zaman diliminde maalesef en büyük yarayı alan yine “politik bilinç” oluyor. Neden mi? İnsanların somut ihtiyaçlarından doğan toplumsal sorunların çözümünün, yönetebilme (Devletlerini, şehirlerini, ordularını, okullarını, kısaca kendilerini) iradesinden güç alan bir akılla, somut bir hedefe yönlendirilmesi anlamındaki politik mücadele anlayışı tepkicilik ve talepçilikle sulandırılırken, bunun yerini aşınmış bir kamusal bilinç ve zayıflamış bir irade alıyor. Fakat bu esnada, kitlelerin depolitizasyonundan en çok yakınanlar, ‘demokrasicilik, ötekilik, sivilcilik’ üzerinden suskun ve duyarsız kitleleri mobilize ve politize etme çabalarını hiçbir tutarsızlık sezmeden sürdürüyorlar.*
Yalnız ötekicilik de, karşımıza her zaman bu kadar soyut ya da formel çıkmayacak kadar gelişmiş görünüyor. Örneğin, bazı pek sosyolojik analizlere göre içinden geçtiğimiz süreç, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana kendine toplum terbiyeciliğini görev edinmiş, bürokrat, elitist, darbecilerden (ve daha bir sürüsü) müteşekkil “merkez”i politik alandan temizleme harekâtı olarak tahlil edilince, bu merkezin yıllardır dışladığı “çevre” (muhafazakar ve yoksul halk katmanları oluyor) yanında saf tutmamak solculuğun alametifarikası haline geliveriyor. Bu tarz-ı siyasetin önce türban krizinde ‘darbeci yargı’ya karşı uygulandığını biliyoruz. Kendisini laiklik bekçisi ilan eden yargıya karşı, ‘başörtüsüyle kamusal alanda yer almak isteyen muhafazakâr halk kadını’ yanında saf tutmuştu, bazı çok sosyolojik kadınlarımız. Ve yanlarında yer almayanlar için sosyolojik tespitleri de hazırdı: ‘Kendi sınıfsal konumları itibariyle, modern yaşam tarzlarının daralmasın
ı istemeyen şehirli orta sınıf kadınların hezeyanı’. İşin en ilginç yanı ise aynı süreçte, erkeklerin bu konuda ağızlarından çıkan -olumlu ya da olumsuz- her sözün ‘erkek egemenliğini sürekli olarak yeniden üreten kapitalist sistem içinde kadın bedeni üzerine başka bir tahakkümcü söylem’ olarak algılanarak ‘bedenime dokunma!’ diye tek cümleyle savuşturuluvermesiydi. Yani çok sosyolojik-çok halkçı kadınlarımız da eninde sonunda formel bir kadıncılığa saplanmakta buluyorlardı çıkışı! Sakın bunun ardında yatan asıl neden, bu çok halkçı elit düşmanı aydın kadınlar tarafından, yıllardır sistematik bir biçimde gericileştirilip tarikatlara bağlanan kadınların tümünün, kendileri gibi, yaşamda tutacakları yol üzerine (din anlayışları da dahil) uzun uzun düşünüp kafa yorduklarının, okuduklarınınyazdıklarının-çizdiklerinin, masterlar yaptıklarının varsayılması olmasın? Tüm başörtülü kadınları birer Nihal Bengisu Karaca sanmanın da sosyolojik tespiti yapılabilir ve hatta buna eşlik eden kolaycı-halkçılığın hiç de şaşırtıcı olmayan psikolojik bir durum olduğu analiz edilebilirdi. Ama biz gelişmelerle devam edelim.
Sonrasında, elit zümrenin toplum mühendisliğini uygulama sahasının muhafazakâr kesimle sınırlı olmadığı ve ‘tüm ötekileri’ (söylemesi bile dilin mantık çerçevesini zorluyor!) kapsadığına kanaat getirilmiş olacak ki, DTP’nin, AKP’nin ve Lambdaistanbul’un kapatılma girişimlerinin hepsi, aynı ‘sosyolojik’ gerekçelerle aynı kefeye konarak, mücadele, yine aynı ilkeler adına verildi: demokrasicilik, sivilcilik, ötekicilik. Aradan geçen kısa zaman diliminde bir hayli pekiştiği gözlenen bu ‘politik duruş’, nihayetinde patlak veren Ergenekon vakası vesilesiyle organize edilen darbeye karşı yürüyüşlere destek vermeyenlerin neredeyse itham edilmesinde dayanak haline gelir oldu: demokrasi düşmanlığı, darbe taraftarlığı ve elitizm. Son günlerde basından tanıklık ettiğimiz kadarıyla, ötekiler koalisyonunun listesinde mazlum kalemlerinden biri olarak şanlı yerlerini alan kadınlar da, yeterince destek vermedikleri düşünüldüğü anda bu eleştirilerden ve buna eşlik eden uzun söylevlerden ziyadesiyle nasibini almaktalar.
Peki, eleştirenlerin görmemekte ısrar ettikleri ne mi? Çok sosyolojik-çok politik-çok feminist ‘söylemlerinin’, en sonunda, yıllardır İslamcı kesimden duymaya alışık olduğumuz ‘mazlum edebiyatı’ ile artık aynılaştığı. O halde aynı formalizm kapanına kısılmış görünmenin verdiği korkuyla yazımın başlığını değiştiriyor ve yeni bir başlık atıyorum: BİZİM GİBİ DÜŞÜNENLER VE ÖTEKİLER.
* Bu arada, bir yandan kitlelerin hergün daha çok kamusallığa ilişkin bilinç ve duygu durumlarından soyularak depolitize edildiğine tanıklık edip, diğer yandan % 10 seçim barajıyla, binbir türlü tarikat seferberliğiyle ve hukuksuzlukla iktidara oturtulmuş, her anlamda gerici bir partinin arkasında durmayı demokrasi mücadelesi saymak en iyi ihtimalle tarihin garip bir cilvesi olarak görülebilir herhalde.