G. Afrika’da ırkçı beyaz rejimi – Apartheid’a karşı işçilerin ve tüm toplumun önderi olan Güney Afrika Sendikalar Kongresi (COSATU), Komünist Parti ve Ulusal Kongre’nin mücadelesi sonucu ırkçı rejim sona erdi, 1994’te Nelson Mandela devlet başkanı seçildi. Ancak işçilere ve yoksul halka sırt çevrildi ve neo-liberal yeni sömürgecilik politikaları uygulanmaya başlandı. COSATU yönetimi, yeni iktidar ile […]
G. Afrika’da ırkçı beyaz rejimi – Apartheid’a karşı işçilerin ve tüm toplumun önderi olan Güney Afrika Sendikalar Kongresi (COSATU), Komünist Parti ve Ulusal Kongre’nin mücadelesi sonucu ırkçı rejim sona erdi, 1994’te Nelson Mandela devlet başkanı seçildi. Ancak işçilere ve yoksul halka sırt çevrildi ve neo-liberal yeni sömürgecilik politikaları uygulanmaya başlandı. COSATU yönetimi, yeni iktidar ile işçi sınıfı arasında bir emniyet sübabı rolü üstlendi, yeni bürokrasinin önemli bir bölümünü oluşturdu ve hatta konumlarını genel olarak işçi hareketi, özel olarak da yoldaşları içim bir denetim-baskı aracı olarak kullandı. Bu noktada COSATU’nun yönetimine karşı çıkan militan unsurlar ve başta elektrikte, suda olmak üzere kamusal alanın dönüşümüne, işsizliğe karşı doğrudan eylem perspektifiyle hareket eden oluşumlar çokuluslu şirketler ve onların yerli işbirlikçisi iktidarla karşı karşıya geldi.
Yeni sosyal hareketlerin içinde en dikkat çeken Soweto Elektrik Kriz Komitesi’ydi (SECC) .[1] Bir teneke kent olan Soweto’da devlete bağlı elektrik şirketi ESKOM’un yeniden yapılandırılması sonucu elektrik fiyatları dört kat arttı ve binlerce kişinin elektriği kesildi. Öyle ki kaçak elektrik kullanımının önüne geçilmek için saatler ve duvarlardaki elektrik kabloları söküldü. Bu dönemde “gönüllülük” temelinde kurulan, sokaklarda forumlar düzenleyen ve “doğrudan eylemi” benimseyen SECC kuruldu. Elektrikleri doğrudan ana güç bağlantılarına “kaçak” olarak bağlamaya başladılar. Öyle ki elektriği kesilenlerin bir telefon etmesi yeterli oluyordu. Bir gerilla teknisyen elinde alet çantasıyla geliyor ve “kaçak” bağlantıyı gerçekleştiriyordu. Yüz binlerce eve adını Zulu dilinden alan ve anlamı “Aydınlık” demek olan “Operasyon Khinyasa” çerçevesinde elektrik bağlantısı yapıldı. Gerillalar “ESKOM kestikçe biz bağlayacağız” şiarıyla hareket ediyorlardı. Bununla da kalmadı. Elektrik enerjisinin alımında ESKOM’dan kaynaklanan sorunlara karşı da devreye girdi yani enerjiye güvenli ulaşım hakkı da Komite’nin bir göreviydi. Bu süreçte Komite önderliğinde halk pahalı enerji ve kontörlü sayaç uygulamasına karşı belediye başkanının villasını kuşattı. İktidar, hareketi “gangsterler çetesi” olarak suçladı.[2] ESKOM bu eylem karşısında çaresiz kalarak kesintilere son verdi, borçların yarısını ertelemeyi bile teklif etti. Tabii ki bu teklif SECC tarafından reddedildi.
SECC benzeri örgütlülükler bu süreçte yaygınlaştı. Chatsworth’ta su dağıtım şirketi SUEZ ön ödemeli su sayaçları taktı ve binlerce kişinin suyunu kesti. Buna karşılık mahallelerde halk isyanları patlak verdi ve kaçak su tesisatçıları örgütleri oluştu. Bu eylemler sonucu su özelleştirmeleri durduruldu.[3]
Doğalgaz satılık değil!
Günümüzde neo-liberal yeni sömürgecilik saldırılarına karşı ufkumuzu açan başka somut örnekler de var. Örneğin Bolivya’da yaşananlar. 1996’daki özelleştirme süreciyle birlikte çokuluslu tekeller yeraltı zenginliklerini ellerine geçirmişlerdi. Bunun sonucu olarak 2000 yılında su şirketi Bechtel’in yoksul semtlere su hizmetini götürmeyişi ile Cochabamba’da su isyanları patlak verdi ve (bu isyanın sonucunda kazanılan başarıların yoksullara verdiği güvenin de etkisiyle) Bolivya’daki toplumsal mücadele, yeraltı kaynaklarının -su, petrol ve doğalgazın- işçilerin ve halkın eline geçmesi, kamulaştırılması talebi üzerinde yoğunlaştı. Bu dönemde kurulan Hayatı ve Suyu Savunma Koordinasyonu’nu işçiler, yerliler, öğrenciler ve işsizler oluşturdu. 2002’de devlet başkanlığına seçilen Sanchez de Lozada iktidarında özelleştirmeler devam edince tepkiler yoğunlaştı. Doğalgaz satılık değil! (El gas no se vende!) temel talebi üzerinden “Doğalgazı Savunma Ulusal Koordinasyonu” kuruldu. Bolivya; Aymara yerlileri, maden ve fabrika işçileri, işsizler ve öğretmenlerin doğrudan eylemine -grev, yol kesme gibi- sahne oldu. Doğalgazın kamulaştırılması talebi etrafında birleşen bu unsurlar neo-liberalizme meydan okudu ve 2005’in sonunda yapılan genel seçimler sonrası Evo Morales devlet başkanı seçildi.
Yani suyun özelleştirilmesi mücadelesinde biriken halk mücadelesinin üzerine inşa edilen Doğalgazı Savunma Ulusal Koordinasyonu paralelinde gelişen mücadele Morales’i iktidara getirdi, kamusal alan böyle belirlendi ve hala Bolivya oligarşisi ile mücadele içinde belirleniyor.[4]
Kolombiya’da sosyal mücadeleler Magdalena nehri gibidir. Sabahları nehrin yüzeyi sığdır ama akşama doğru nehir kontrol edilemez. Cali’de de direncin nehri yükseliyor…
Bir diğer örnek de Kolombiya’nın Cali eyaletinden. Emcali Yerel Hizmet İşçileri Sendikası (SINTRAEMCALI) belediye, su, elektrik, ulaşım ve iletişimin özelleştirilmesini durdurdu. Neo-liberal yeni sömürgeciliğe karşı doğrudan eylemi benimseyen sendika, 1995’te başkentteki İspanyol büyükelçiliğini, 1996’da altı gün boyunca Cali’de üretim işyerlerini, 1998’de on dört gün boyunca CAM Tower’daki şirketin genel merkezini ve aynı merkezi 2001 Noel’inde 36 gün boyunca işgal etti. SINTRAEMCALI bir yandan yoksul öğrencilere ve en genel anlamda yoksullara ekonomik, politik ve toplumsal eğitimler verirken, diğer yandan hemşireler, elektrikçiler, su tesisatçıları ve öğretmenler vasıtasıyla yoksul mahallelere giderek halkın kamusal hizmetlere ulaşım sorununu çözmeye çalıştı.
Toplumun tüm kesimleriyle ortak hareket eden SINTRAEMCALI, üyelerinin ekonomik çıkarlarıyla sınırlı bir hatta sahip olmadı; bir kent ayaklanmasına önderlik edecek perspektife sahip oldu.
Enerjide dönüşüme karşı mücadele “özelleştirme karşıtlığına” indirgenemez!
Ülkemizi pazarlamak konusunda AKP hükümeti seleflerine kıyasla açık ara önde gidiyor. Bu noktada hayata geçirilen kamu reformunun ayaklarını özelleştirmeler, çalışma koşullarının esnekleştirilmesi, güvencesizleştirme ve yapılan zamlarla faturaların kabarması – halk üzerinden fahiş kar sağlama oluşturuyor. İlk önce eğitim ve sağlıkta başlanan bu dönüşüm şimdi de su ve genel olarak enerji alanlarında derinleşmeye başladı. Enerjide dönüşümün sonuçları ise gözle görülür bir şekilde belirginleşti. Dışa bağımlılık arttı. Halk su ve elektrik faturalarını ödeyemez hale gelirken sermaye hızlı bir birikim olanağına kavuştu. Ancak ilerici halk güçleri açısından enerjide dönüşüme karşı yeterli bir hazırlığın ve politikanın olmadığı da gözüküyor.
Bu noktada bir süredir Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Genel Merkezi tarafından benimsenerek bazı illerde yeniden kurulmaya başlanan Özelleştirme Karşıtı Platform (ÖKP) üzerinden şekillenen tartışma, basit bir isim tartışmasının ötesinde önümüzdeki dönem enerjide dönüşüm sürecine karşı mücadele yöntemlerinin nasıl olması gerektiği; savunma değil saldırı, karşıtlık değil hak talebi mücadelesi verip veremeyeceğine dair anlamlı bir tartışmadır.[5]
Ayrıca neo-liberal yeni sömürgecilik saldırılarının her dalgasında tekrar tekrar ve farklı isimlerle toplanan ilerici halk güçlerinin aynı bileşenlerinin kalıcı bir kurumsallaşmaya gidememesi ve atılan yanlış adımların güçlü bir sol hareket geliştirmenin de önünü tıkadığını da belirtmek gerekiyor.
ÖKP ve ifade ettiği mücadele tarzı isminden de anlaşılacağı gibi bir karşıtlık -savunma ilişkisi kuruyor. Özelleştirme kapsamına alınan kurumların kamunun elinde kalmasını söylüyor ama kamunun bütün bu hizmetleri nasıl sunması gerektiğini ya da “nasıl bir kamusal alan” sorusunu yanıtlamıyor. Şu an bir kamu kuruluşu tarafından sunulmakta olan hizm
etlerin pek çok aşamasının taşeronlaştırma yöntemleri ile çoktan piyasa koşularına açılmış olduğu gerçeğini ıskalıyor. Kamusal alan savunusunu yapmanın aynı zamanda yeni bir kamusal alanın inşası sürecini de içerdiğini kavrayamıyor.
Örneğin Kocaeli’nde 10 Haziran günü bölgenin elektrik dağıtım şirketi SEDAŞ Ak-Cez ortaklığına, gaz dağıtım şirketi İZGAZ 14 Ağustos’ta SUEZ ile birleşen Gaz de France’a satıldı. Bölgedeki elektrik dağıtım şirketinin özelleşmesi sürecinde kurulan, İZGAZ’ın satılması sürecinde de tüm tartışmalara rağmen devam ettirilen ÖKP; iddiadan uzak, özelleştirme tarihine endeksli, birkaç basın açıklaması, mahalle toplantısı yapıp, mahkemeye dava açarak aslında satışların durdurulması konusunda tek umudu mahkeme salonuna bağlayan bir şekilde örgütlendi. Neo-liberal yeni sömürgecilik programlarına karşı yürütülen hukuksal mücadele, mücadele araçlarından biri olsa da minareyi çalanın kılıfını da hazırlayacağını öngörerek yakında mahkeme kapılarının bizlere kapanacağını bilmeli ve asıl gücümüzü etkili bir halk muhalefeti örgütlemeye harcamalıyız.
Bu süreci durdurma iddiasından uzak, yenilgiyi baştan kabul eden ve umudunu mahkeme salonuna bağlayan yanılsamanın ideolojik kaynağı ise sosyal demokrasiye dayanmaktadır. Yani kamusal hizmetler alanında düzen-içi, reformcu müdahalelerle bir uzlaşma sağlanabileceği beklentisi ve bağlı olarak neo-liberal politikalar içinde bir sosyal boyut oluşturma, bir nefes alma algısı. Oysa kamusal alan sınıflar mücadelesi alanının konusudur yani kamusal alanın yeni tarifi de sınıfların güç dengelerine bağlı olacaktır. 19.yy’da gerçekleşen işçi mücadeleleri 8 saatlik çalışmadan oy hakkına kadar kamusal alanı belirlemişti. 20.yy’da ise sosyalizmin maddi bir güç olması ve sosyalist olmayan ülkelerde çok güçlü sosyalist muhalefetin olması yine belirleyen oldu. Yani işçi sınıfının ve halkın verdiği iktidar mücadelesi kamusal alanı şekillendiren temel belirleyen olmuştur. Günümüzde de kamusal alanın sınırlarını hukuk ve uzlaşı çağrıları değil hak mücadeleleri belirleyecektir.
Yani bu süreci basitçe bir “özelleştiriliyor” ortak vurgusu ile değil kronik yoksulluk koşullarında dayatılan bir proleterleştirme ve yeniden proleterleştirme süreci olarak kavramalıyız.
Hak mücadeleleri gelişiyor. Bir yandan halkın öz-savunma eylemi oluşurken diğer yandan geleceğin toplumunun nüveleri ortaya çıkıyor. Yani herkesin katılabileceği kadar basit ama bir o kadar da devrimci bir tarz gelişiyor.
Dipnotlar
1- Hatırlanacağı gibi Soweto siyahların ırkçı rejime başkaldırması noktasında yapılan 1970’li yıllardaki isyanların simgesidir.
2- 18.yy’ın sonunda B. Avrupa merkezli başlayan tarihin ilk proleterleştirme dalgasına karşı gelişen tepkiler de baldırıçıplaklar, serseriler çeteleri vb. olarak nitelendirilmişti. Çünkü bu süreçlerde gelişen tepkiler geleneksel işçi örgütlenmelerinin iç işleyişine, eylem tarzına vb. göre yeni özellikler gösterirler.
3- Gerilla teknisyenler kavramını Chris Smith, In These Times’te yayınlanan bir yazısında kullandı. Bkn. Evrensel Gazetesi, 19 Eylül 2002. SECC üyeleri de kendilerini komünist olarak niteliyorlar.
4- Sendikal-sosyal hareketlerin ortak özelliğini en iyi şu söz ifade ediyor: Kimin kazandığı fark etmez, El Alto savaşacak! Halk dinamizmi Morales’in devlet başkanı olmasından sonra da devam ediyor. El Alto bölge sendikasının merkezinde olduğu bu dinamik, Bolivya oligarşisine karşı mücadelenin omurgasını oluşturuyor.
5- ÖKP’nin merkezi yürütmesinde EMO ve ESM ile birlikte Tes-İş’in de yer alması kafaların ne kadar karışık olduğunu gösteriyor. Hatırlarsak Tes-İş Sendikası ve Başkanı bizzat AKP’nin kuruluş sürecinde yer almış ve Türk-İş yönetiminin belirlenmesinde de “seçimleri 5-0 istiyorum” diyen Erdoğan ve AKP’nin müdahalesi gerçekleşmişti. Ardından SSGSS yasası sırasında önce göstermelik bir muhalefet sergilenip ardından hükümetle anlaşan Türk-İş Başkanı, DİSK ve KESK’i hedef göstermişti. Tabi Taksim 1 Mayısı’ndan bir gün önce yine AKP ile uzlaşan ve provokasyon olacağı iddiasıyla DİSK’i ve KESK’i yalnız bırakan aynı Türk-İş Başkanı idi daha doğrusu Tes-İş idi. AKP ile, hep göstermelik muhalefet ve ardından da uzlaşı fotoğrafları veren bir sendika ve anlayış ile birlikte neo-liberal saldırılara karşı uzun erimli ve ilerici bir mücadelenin nasıl yürütülebileceğinin cevaplanması gerekiyor.