Beş, altı ay kadar önceydi. “Ergenekon” daha henüz doğmamıştı; yani Türkiye’de Ergenekon dendiğinde akla ilk gelen isim hala DYP’li eski devlet bakanı Gökberk Ergenekon’du. O zamanlar hayatımızda Taraf diye bir istihbarat bülteni de yoktu. Ankara’da Tunalı Hilmi caddesindeki çok katlı şık D&R mağazasını geziyordum. Gidenler bilir, orada büyükçe bir “en çok okunanlar” tezgahı vardır, girişte […]
Beş, altı ay kadar önceydi. “Ergenekon” daha henüz doğmamıştı; yani Türkiye’de Ergenekon dendiğinde akla ilk gelen isim hala DYP’li eski devlet bakanı Gökberk Ergenekon’du. O zamanlar hayatımızda Taraf diye bir istihbarat bülteni de yoktu. Ankara’da Tunalı Hilmi caddesindeki çok katlı şık D&R mağazasını geziyordum. Gidenler bilir, orada büyükçe bir “en çok okunanlar” tezgahı vardır, girişte hemen solda. Büyük kitapçılar en çok satan kitapları kolay ulaşılabilecek yerlere koyuyorlar, kapının hemen girişine örneğin. Müşteri okumak istediği kitabı aramasın kolayca bulabilsin diye. Popüler eserlerin okuyucusu pek öyle raf karıştırmayı sevmez. O nedenle bu tip okura kolaylık sağlamak gerekir. Ne yazık ki kişisel gelişim, psikoloji, limit-sizsiniz, düşünce gücü, krizlerden yükselerek çıkın, liderlik, para-psikoloji türünden tuhaf kitaplarla dolup taşar en çok okunanlar rafları. Yani insanımız kitap okusa bir dert okumasa başka bir dert. Neyse, bu kitaplar içinde onlara benzemeyen bir tane görmüştüm. Adını şimdi hatırlamadığım bu kitabın kapağında Deniz’lerin resmi vardı!…
O güne değin atv’de yayınlanan Hatırla Sevgili‘nin tek bir bölümünü bile izlememiş ama etrafında kopan tartışmaları bildiğimden Deniz Gezmiş ve arkadaşları ile ilgili bu kitabın çok satanlar arasında olmasını dizinin etkisine bağlamış ve bunun hayırlı bir şey olduğunu düşünmüştüm. Diziyi izleyen arkadaşlarım da kurguyu samimi bulduklarını, herhangi bir saptırmanın olmadığını söylemişlerdi. Sonuçta halkımız kendi yakın veya uzak tarihine dair pek çok şeyi ya hiç bilmiyor ya da yarım yamalak biliyordu. En azından bu dizi vesilesiyle artacak bir ilginin zararı olmaz diye düşünmüş, fazla üzerinde durmamıştım. Ancak, aradan geçen süre zarfında ortaya çıktı ki herkes benim gibi düşünmemiş ve düşünmüyor. 68’e yönelen bu ilgi, halkın bu gecikmiş sevgi gösterisi bazılarını ciddi anlamda ürkütmüş olmalı ki, iktidar tetikçisi istihbarat bülteni, entel-liboşların ve CIA ajanlarının “aşk gemisi” Taraf, bir defa daha katletmeye kalkıştı Türkiye devrimci hareketinin güzelim fidanlarını. Taraf gazetesi Deniz Gezmişlerin aziz hatıralarına saldırıyor, yağlı urganın yapamadığını yapmaya uğraşıyor. Onları kolektif hafızalarımızdan, bilincimizin derinliklerinden sökmeye çalışıyor. İlginç olan bu Taraf‘ı bazı solcuların da okuyor oluşu. Ömründe 1 Mayıs eylemi görmemiş tatlı su solcuları. Solda olmayı sadece entelektüel / akademik bir egzersiz zanneden bir kafa, bir zevat oturmuş solculara “bağnaz olmayın”, “özeleştiri yapın”, “tarihinizle yüzleşin” buyuruyor; “Deniz’lerin yolu Ergenekonculuk’tur uyanın!” diyor. Türkiye’deki sol hareketin entelektüel birikimini ve mücadele geleneğini hiç beğenmeyen bu çevre, bugünlerde her ne hikmetse “Türkiye sollarının” (Ahmet İnsel böyle diyor) ulusalcı, milliyetçi, yabancı düşmanı, içe kapanmacı hatta “Ergenekoncu köklerini” keşfetmiş bulunuyor.(1) Önceleri kendileri gibi yazmayı reddeden yazarların okurla buluşma imkanlarını ellerinden almayı siyasal liberalizmle ve sol / sosyalist düşünceyle ne ölçüde bağdaştığını umursamadan kendilerine hak olarak görenler, şimdilerde kendilerini eleştiren sol yazarları, politik grupları ve partileri ya da “Türkiye sollarını” Ergenekoncu ilan ediyor. Hemen söyleyelim; burada gerçekleşen sola karşı entelektüel bir terör eylemidir. Darbe “sivil” olunca, ortalığa çeki düzen verme işi, burjuvazinin askerine ya da polisine değil organik aydınlarına düşmüştür.
Radikal İki ve Taraf‘ta başlayan ve bir takım düşünce kuruluşları tarafından sürdürülen sola saldırı kampanyası nedensiz değil tabii. Ancak belirtmek gerekir ki bu saldırı solun tamamına yönelmiyor. 90’lardan bu yana özellikle bazı belli başlı Birikim dergisi yazarlarının başını çektiği, çok-kültürlülük, milliyetçilik, bir arada yaşamacılık vs. türlü eğilimlerle bezeli, kendine has bir jargon da yaratabilmiş (bu anlamda başarılı olduğu söylenebilecek) ve siyasal liberalizme yedeklenen akademik bir sözüm ona sol anlayış bütün bu saldırı ve iftira kampanyasından muaf tutuluyor. 1990’ların başlarından bu yana önce siyasal İslam’la flört eden, bunu hoşgörü ve çoğulculuk adına yapan, entelektüel konumunu doğrudan doğruya ceberrut devlet – sivil toplum çelişkisi düzleminde belirleyip, liberal sağla aynılaşan “Açık Toplum”cu bu zihniyet ve bunun taşıyıcısı olan yazarlar güruhu, belki de Türkiye’de farklılıklara ve kendisi gibi düşünmeyenlere karşı en tahammülsüz odağı oluşturuyor. Bu bağlamda, kanımca “Türkiye solları” dedikleri toplama saldırılarının ardında birincisi “kişisel” diğeri “konjonktürel” olmak üzere iki temel neden bulunuyor.
İlkin, son birkaç yıldır solun önemli bir kesimi bu liberal yazarların alışılmış “dokunulmazlıklarını” sorgulamaya başladı. Solda her geçen gün artan alternatif yayınların ve yayınevlerinin sağladığı zemin, on küsur yıldır siyasal İslam’dan başka hiçbir düşünsel formasyona hoşgörüyle yaklaşmayan bu kaprisli güruhu bir hayli ürkütmüşe benziyor. Bu liberal anlayışın akademik çevrelerdeki cazibesi de giderek zayıflamaktadır. Yabancı dil becerileri giderek yükselen, dünyada ne olup bittiğini, nelerin tartışıldığını günü gününe takip edebilen, dünya ve Türkiye algısı sadece “içeriden-dışarıya” bir yerelcilik veya “dışarıdan-içeriye” bir kozmopolitizm tarafından belirlenmemiş, “evrensel”i içselleştirmiş, akademik yayın, puantaj veya kariyer telaşında olmayan, ezilen halk sınıflarıyla ve onların gündelik mücadeleleriyle bağlarını kopartmayan ve sol görüşünü liberalizmle sulandırmayan sağlam bir akademik – politik damar gelişiyor. Zaten böyle de olmak zorunda. Bu damarın çok yakın gelecekte Türkiye solu içindeki ulusalcı/liberal/sosyalist ayrımını sona erdirerek solun potansiyel tabanını toparlayacak, halkın Tayyip Erdoğan gibi bir figürde cisimleşen somut tepkisini sola, yani ait olduğu yere, yönlendirecek bir kolektif mücadelenin ortaya çıkma sürecinde çok önemli rol oynayacağını düşünüyorum. Özetle söylemek gerekirse gerici-liberaller, solun her kesiminden yükselen ağır eleştirilere cevaben tam bir ahlaksızlık örneği sergileyerek Türkiye solunun köklerine, 68’e, Deniz’lere, Mahir’lere küfür ediyor. Adeta “açtırmayın kutuyu!” diyorlar. Bu türden bir mahalle çirkefliği ise on beş yıldır halvet oldukları Amerikancı-İslamcılardan bulaşmış olsa gerek. Belki hatırlatmanın tam da yeri ve zamanıdır; Hüsamettin Çetinkaya bundan on üç yıl önce Umutlarımızın Celladı Kimliklerimiz(2) de M. Belge, Ö. Laçiner ve A. İnsel gibi liberallerin saldırılarına solun cevabının ne olması gerektiğini -hem de onların anladığı dilde, Arapça- ifade etmiş ve Birikim‘cilere “Yallah!” demişti…
İkinci olarak, bu isimlerin ve bağlantılı oldukları birtakım kurum ve kuruluşların başta AKP hükümeti olmak üzere Türkiye’de bir çok sivil oluşumu destekleyen yerli ve/ya yabancı vakıflarla ve düşünce kuruluşlarıyla maddi ilişkileri mevcut. Böylesi ticari bağlantıların olduğu bir ortamda liberal solda öne çıkan söz konusu isimlerin sola yönelik değerlendirmelerinin iyi niyetli olduğunu düşünmek saflık olacaktır. Örneğin A. İnsel geçtiğimiz yıl Açık Toplum Enstitüsü‘ne bir Kamu Harcamaları Araştırmasıyaptı (Seyfettin Gürsel ve Asaf Savaş Akat ile birlikte).(3) Şüphesiz ki insanlar bu tür projelerde görev alabilir; bu işlerden para kazanabilirler. Bu bir suç
değildir. Ancak, bu durum solcu bir yazar olarak söylediğiniz sözün inandırıcılığı zedelemez mi? Bu türden ilişkiler, verdiğiniz düşünsel mücadelenin “ne için, kimin için” olduğu konusunda kamuoyunda şüphe yaratmaz mı? Bu kadar çıplak ve açık bir maddi ilişkinin sizler için mantıki açıklaması eminim ki vardır. Hemen her şeyin olduğu gibi bu tür ilişkilerin de “liberal” bir kılıfı eminim bulunmaktadır. Zaten Soros’cu ya da Açık Toplum fedaisi olmakta “utanılacak” bir şey de yoktur. Ancak, izniniz olursa, dünyada pek çok ülkede Soros ve benzeri spekülatörlerin neden bazı “muhalif” toplumsal hareketleri desteklemekte olduğunu ve bazı sivil toplum kuruluşlarına ciddi paralar yatırdığını düşünmek lazımdır. “Ben Soros’un parasıyla özgür bir sol muhalefet yaparım, bildiğimi okurum. Soros’un parasını da bir güzel yerim, bu beni bozmaz!” mı diyorsunuz? Öyle ise ortada, en azından öğrencilerinize açıklamakta zorlanacağınız türden, son derece ciddi ahlaki bir durum var demektir. Eğer öyle değilse de yaptığınız şeyin ne tür bir solculuk olduğunu ya da solculukla bir ilgisi olup olmadığını sormak germektedir.
Ahmet İnsel, 27 Temmuz tarihli Radikal İki‘deki yazısında anti-emperyalist solu kalpaklı Kemalizm devrimciliğine sarılmakla eleştiriyor. Ergenekon soruşturmaları sürecinde sessizliği ve taraf olmamayı seçen (artı kendisini ve kendi gibi düşünen / davranan liberalleri şiddetle eleştiren) solu Kemalist, kapanmacı, içe dönük olmakla ve Ergenekoncu “gerçek köklerine” sarılmakla suçluyor; daha doğrusu kışkırtıyor. Neden? Çünkü, “Bazı insanlarda” diyor İnsel, “bunalım dönemlerinde köklerini arama ve bildik olanı, kulağın çok eskiden beri duymaya alışık olduğunu arayıp, bunlara sarılarak güven bulma ihtiyacı bastırır.” Gerçekten de İnsel haklıdır. Bir sabah uyandığımızda aniden bir güven bulma ihtiyacı bastırdığı içindir ki “Türkiye solları” olarak kökenlerimize dönmeye karar vermiş; öğleden sonra dört sularında da Ergenekoncu olmuşuzdur. Aslında İnsel sıradan bir sosyal bilimci değildir. İyi bir akademisyen olup, parlak bir kariyerin sahibidir. Peki neden bu kadar saçmalamış, bilim-dışı ifadelere başvurmuştur? Ben bunu aslında inanmadığı şeyleri yazmak durumunda kalmasına bağlıyorum. Öte yandan İnsel’e göre Türkiye’nin sollarının bazı Radikal ve Taraf yazarlarını eleştirmesinin nedeni (ki darbecilere verilen primin nedeni de budur) öteden beri Ergenekoncu oluşlarıdır. Ona göre bu eğilim sol hareketin genlerinde vardır. Kaldı ki tesadüfe bakınız; habercilikten başka her şeyi yapan Sabah gazetesi de aynı gün (27 Temmuz) konuyu sürmanşetten “Ergenekon’un Derin Solu” başlığını altında “incelemektedir.” Hükümetin ve “Açık Toplum”cuların beslediği medya, İslamcılar, tarikatçılar velhasıl ülkede ne kadar gerici varsa emeğe ve emek güçlerine (Açık Toplum Düşmanları’na) saldırırken, İnsel, Türkiye solu gibi “bunalıma girmemek” için neye ve nereye sarılmaktadır?
Yılana tabii ki! Ahmet İnsel ve ona benzeyen diğer liberal yazarlar, günümüzün kriz ortamında “eskiye bağlanmamak” adına ulusötesi sermayenin demokrasi havariliğine sarılmışlardır. Bu nedenle artık bu kişiler için “liberal sol” tabirini kullanmamak gerekmektedir. Bu duruma çok yakınlarda liberal sol ile bir tartışma zemini talep eden Sungur Hocamız ne kadar üzülür bilemem; ancak Ergenekon olayı “derin devletin” ve “gladyo benzeri çetelerin” değilse bile Türkiye’de liberal solun kesin sonu olmuştur. Artık gün gibi ortaya çıkmıştır ki bu isimler, Türkiye’de küresel/ulusötesi sermayenin hakiki “organik aydınları” konumundadırlar. Yani, ulusötesi burjuvazi en etkili organik aydınlarını soldan devşirmiştir; bence bu çok önemli bir olgudur. İronik bir biçimde bu yeni sınıfsal konumları, aynı gün aynı gazetede Ertuğrul Kürkçü tarafından kaleme alınan makalede net bir biçimde ortaya çıkarılmaktadır. Kürkçü’ye göre Ergenekon sürecinde çatışan tarafları küresel piyasada rekabet avantajını Avrupa Birliği ile bütünleşmekte gören büyük sermayeyle ve “Anadolu Kaplanları”nın AKP ekseninde oluşturduğu çelişkili ittifak ve kendisine devletin göreli özerkliğinin sağladığı bir alanda varlık koşulları bulunan, gücünü askerin politik nüfuzunu kullanmaktan alan karmaşık bir yapı oluşturuyor.(5) Kürkçü, haklı bir şekilde, bunların dışında emeğin, ezilenlerin, yoksulların, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların ve gençlerin oluşturduğu bir kutbun daha olduğunu ifade ediyor. Adeta insanları bu kansız iç savaşta bir taraf olmaya çağırmayın diye haykırıyor. Kürkçü’ye göre “1 Mayıs’ta Taksim’e yürüyenlerin, SSGSS yasa tasarısına karşı ayağa kalkanların, çevresel yıkıma, kentsel dönüşüm haydutluğuna meydan okuyanlar, nükleer santrallere, siyanürlü altın madenciliğine direnenler, barış ve halkların kardeşliği için on yıllardır mücadele edenler bu kampta”dır. İşte kalın kafalı “Türkiye solları” hala bu ezilenler kampında kalmakta direndiği için İnsel, Çalışlar, Belge ve Laçiner gibi isimler çileden çıkmaktadır. (6)
Bu saflaşma bize sermayenin farklı fraksiyonlarının siyasallaşmış bir hukuk zemininde verdikleri mücadeleyi anlatıyor. Liberaller çok iyi bilir ki sermayenin kendi içinde giriştiği kapışmalar, daha kuvvetli olan, ileriye dönük bir vizyonu olan sermaye unsurunun zaferiyle sonuçlanır ve onun önderliğinde tarihsel blok ya da hegemonya bloğu pekişir. İlki demokratik diğeri otoriter kapitalist devlet yapısına meyleden bu iki gücün arasındaki iktidar mücadelesinin, tarihsel olarak, ilki lehine sonuçlanmaya yakın olduğu açıktır. Bu safları uluslararası politik ekonomi yazınında kimileri Lockecu / liberal merkez bölge ve Hasım (contender) devlet toplum kompleksleri arasındaki mücadele olarak görmektedir. Kimi bazı yazarlar ise süreci, neredeyse tüm ülkelerde, ulusal ve ulusötesi sermaye fraksiyonları arasında süregiden bir mücadele olarak okumaktadır. Diğer bir yandan dünya sosyalistleri arasında yeni-emperyalizm ve imparatorluk tartışmaları almış başını gitmektedir. Metin Özuğurlu, 25 Temmuz tarihli Sendika.Org‘daki yazısında çok önemli bir tespit yapmıştır. Gerçekten de bu liberal cenah en az 10-15 yıldır Marksist yazını takip etmeyi bırakmış olmalı ki sosyal bilimlerde Marksizm’in nasıl bir açılım kazandığını; anaakım sosyal bilimlerin açmazlarının sosyolojiden iktisada, uluslararası ilişkilerden siyaset bilimine değin pek çok alanda Marksist çalışmalara ilgiyi nasıl da arttırdığını bilmemektedirler. (7)Bilgi ve finans kaynaklarınız AB, Dünya Bankası gibi bir takım uluslarüstü siyasi forumlar, Açık Toplum Enstitüsü gibi ulusötesi STK’lar olunca da doğal olarak ezilenlerin dünyasından uzaklaşırsınız.
Aslında durum çok karmaşık değildir. Elbette bir organize suç çetesini çökertmek ya da terörizme bulaşan kişileri yakalamak (eğer bugün olan buysa tabii) önemlidir. Yani Ergenekon operasyonu önemli bir olaydır. Ancak bir yandan da Türkiye’de ABD ve AB kontrolündeki yeşil sermaye ve ulusötesi sermaye unsurlarının başını çektiği bir hegemonya bloğu, bir “ulusötesi tarihsel blok” kurulmaktadır. Bu anlamda devletin kurucu ideolojisi Kemalizm’in ve ulusalcılığın tasfiyesi büyük önem taşımaktadır. Bu da bir olgudur ve bu olgunun önemi tarihseldir. Suç işlediği iddia edilen bazı kişilerin mahkum olması ya da olmaması bir yana Türkiye tarihiyle yaşıt bir kadro/zihniyet/ideoloji tasfiye edilmektedir. Bugüne değin Kemalizm’le doktrine olan Türkiye Cumhuriyeti ordusu artık bir NATO oluşumudur ve bunu AKP hükümeti sağlamamıştır.
Kürkçü’nün isabetle hatırlattığı gibi Milli Güvenlik Siyaset Belgesi 1997 tarihlidir. Bize göre bu dönüşüm/entegrasyon süreci 1990’ların sonunda ivme kazanmıştır.
AKP hükümeti dünyadaki en azgın ve sömürücü neoliberal politikaları uygularken halkımız “Allah Tayyip’ten razı olsun!” demektedir. Sadaka niyetine damla damla verdikleri karşılığında geleceğimiz gasp edilirken, Türkiye’de sürekli büyüyen büyük sermaye (Koç’lar, Sabancı’lar, TÜSİAD, İslami sermaye) halinden çok memnundur. Sadece belirsizlikten biraz ürkülmekte; ama onlar da tıpkı halkımız gibi “Allah yine de razı olsun, buna da şükür!” demektedir. Bizlerin liberal sol diye bildiği bazı yazarların safları da bu süreçte netleşmiştir. Muhafazakar-İslamcı damarla eklemlenen bu kesim kaderini küresel kapitalizme ve serbest piyasalara yani düzenin kendisine endekslemiştir. Bu nedenle artık “liberal sol” bitmiştir. Ergenekon süreci Türkiye’de ilk olarak liberal solu bitirmiştir. Liberaller Ergenekon’dan çıkamamıştır. Takke düşmüş, altından burjuvazinin organik aydınları görünmüştür. Türkiye’nin sosyalistleri, biraz geç de olsa, bugün bu arkadaşlara hep bir ağızdan “Yallah!” demektedir…
*Atılım Üniversitesi – Ankara
28 Temmuz 2008
Dipnotlar:
(1)Ulusalcıları, Kemalistleri hiç sevmeyen, milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı üzerine binlerce makale onlarca kitap yayımlayan liberal solcuların içinden cemaat kanallarını dolduran sayısız asker programı ve uyduruk diziler üzerinden her gün pompalanan ilkel milliyetçiliğe karşı bir Allahın kulu çıkıp da dur dememektedir.
(2)Hüsamettin Çetinkaya, Umutlarımızın Celladı Kimliklerimiz, Ankara: Bilim ve Sanat, 1995.
(3)Açık Toplum Enstitüsü Türkiye Temsilciliği irtibat bürosunun internet sayfasında son beş yılda desteklenen projeler belirtilmektedir. Bkz. http://www.osiaf.org.tr/router.php?sayfa_id=003&res=1024
(4)Ahmet İnsel, “ADD ve Antiemperyalist Sol Kucaklaşıyor,” Radikal İki (27 Temmuz 2008).
(5)Ertuğrul Kürkçü, “Üçüncü Bir Kutup Var!” Radikal İki (27 Temmuz 2008).
(6)Geçtiğimiz günlerde Basın Kulübü programının konusu “Türk Solu Ergenekon’u Tartışıyor” idi. Katılımcılar Ufuk Uras, Aydemir Güler, Hikmet Çetinkaya, Melih Pekdemir ve Oral Çalışlar’dı. Radikal yazarı Çalışlar, “Türkiye sollarına” derdini anlatmaya çalıştı ama ne gam! Adamlar Ergenekon’da taraf olmuyor bir türlü. Neden? Çünkü, Ergenekonculuk genlerinde var da ondan. O programda iki türlü solu gördük aslında. Bir yanda sürekli sola ne yapması gerektiğini söyleyip duran, “özeleştiri yap ve değiş!” diyen, işadamı mı yoksa ezilenlerin sözcüsü mü belli olmayan, modayı yakından takip eden “bakımlı solcu” Çalışlar vardı. Diğer yanda ise ömrünü mücadeleye adamış ve her türlü çilesini çekmiş olduğu belli olan bir devrimci-demokrat figürü Melih Pekdemir. Çalışlar’a baktığımda patronları, Pekdemir’e bakarken mahallemizdeki devrimci ağabeylerimizi, onların saflığını, bozulmamışlığını ve çilekeşliğini gördüm. Çoğumuzun gördüğünün de bu olduğunu sanıyorum. Bu iki sol arasındaki fark göstergeler düzeyinde belirginleştikçe, liberal solculuk kandırmacasının suyunun iyice ısındığını sezmek mümkün oluyor.
(7)Metin Özuğurlu, “Adam Olacak Çocuk,” http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=18387