Tuzla’daki grevin ardından bir dizi tartışma yaşandı.Tuzla’da yaşananları ve mücadeleyi yakından takip eden, sürecin içerisinde olan biri olarak 16 Haziran Tuzla grevini ve gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Orada devam eden bir mücadele var. Bu yüzden her yorum, her eleştiri çok dinamik bir durumu ele almaya çalıştığını kendine hatırlatmalı diye düşünüyorum. Tuzla, 1980 sonrası emek örgütlenmesinin […]
Tuzla’daki grevin ardından bir dizi tartışma yaşandı.Tuzla’da yaşananları ve mücadeleyi yakından takip eden, sürecin içerisinde olan biri olarak 16 Haziran Tuzla grevini ve gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Orada devam eden bir mücadele var. Bu yüzden her yorum, her eleştiri çok dinamik bir durumu ele almaya çalıştığını kendine hatırlatmalı diye düşünüyorum. Tuzla, 1980 sonrası emek örgütlenmesinin hem nesnel hem de öznel olarak içinden geçtiği sıkıntıları yansıtıyor. Yani bölünmüş işçi sınıfı, iç göçle büyüyen ücret rekabeti, Doğu’da devam etmekte olan bir savaşın İstanbul’a etkileri, bütün bunların yansımaları orada. Ayrıca öznel olarak da darbeler geçirmiş, fraksiyonlara bölünmüş solun kendine has sorunlarını da yaşıyor. Bütün bu limitler içerisinde orada öncelikle sahip çıkılması ve destek verilmesi gereken bir direniş olduğunu düşünüyorum. Herkes kendi çapında, kendi donanımı ölçüsünde o desteği belirleyebilir bence.
Benim bu dinamik süreçteki mütevazi değerlendirmelerimin zeminini kısacık anlatayım ki, siz daha iyi eksiğini – fazlasını tartabilin. Benim 2 senedir havzayla tanışıklığım var, son 1 senedir de en yoğun olarak yaptığım iş oldu. Araştırmalar Limter-İş inisiyatifi ile kurulan Tuzla Komisyonu çerçevesinde ve onların üzerinden sahaya girmek ile başladı. Ondan sonra Limter-İş’in olmadığı bir ortamda, bir tersane içerisinde birebir 400’e yakın işçiyle mülakat, ve anketler yaptım. Onun dışında bir belgesel çalışmamız oldu, onun da ayrı bir hikayesi ve bağlantıları. Orada da Limter-İş üzerinden havzayla ilişkiler gelişti. Doğru yere doğru zamanda gidince herkes de derdini anlatmaya çok teşne zaten. Benim deneyimlerim buradan geliyor. Yavaş yavaş daha makro olarak derlenebilecek bir şeyler görebilmeye başladığımı düşüyorum. İşte bu gözlemlere dayanarak söylüyorum ki, Limter-İş Sendikası böyle bir dönemde orada sınıf sendikacılığını devam ettirdiği için dirayetini ve onurunu takdir etmek ve eleştirel olarak sahip çıkmak gerekiyor.
16 Haziran Pazartesi günü oraya gelen değişik gruplar, örgütler vs.. içerisinde kendisi de zaten taşeronlaştırma, esnekleştirmeden mağdur olan insanlar vardı. Zaten bundan mağdur olmayan emeğiyle geçinen yok, çünkü günümüzdeki ve müstakbel emek süreçleri bunun üzerine kuruluyor. Ben bunu Tuzla Komisyonu çalışmasında da yaşadım. Tuzla’yı konuşurken, doktor çıkıyor İstihdam Paketi’yle işyeri hekimliğinin ilga edilmesini, işçi sağlığı iş güvenliği hizmetlerinin taşeronlaştırılmasını anlatıyor. Mühendis çıkıyor, iş güvenliği mühendisi kavramı yerine iş güvenliği uzmanı kavramı geliyor diyor. Bu ne demek? Odaya bağlı çalışan güvenceli mühendis kadrosunu daraltıyorsunuz, yani artık herhangi bir emekli subay gelsin, hemşerim gelsin, sözde iş güvenliği uzmanı olsun diyebiliyorsunuz. Ben şu anda bir vakıf üniversitesinde çalışıyorum, özel olarak bölümümdeki şartlardan memnun olmama rağmen, genel olarak üniversite ile ilişkim her sene sonlandırılabilecek senelik anlaşmalardan oluşuyor. Ezcümle, emeğiyle geçinen, sırf işçi sınıfına mensup olmayanları da tek bir belirleyici zemine çeken bir süreç olduğunu düşünüyorum.
Gerçekten de servetin yok, sermayen yok ise, emeğinle geçiniyorsan, doktor ol, mühendis ol, eğitimci ol, işçi ol fark etmiyor. İşçi sınıfı ile orta sınıfları yaklaştıran bir süreç işliyor. Ve bu süreç toplumu daha da polarize ediyor. Zenginlik/yoksulluk ilişkilerini derleyen çalışmalardan da öğrendiğimiz, İstanbul dünyada en fazla dolar milyonerini barındıran on şehirden biri haline gelmiş. Bu polarizasyon ortamında bazı sınıfların, kültür farkları, ifade farkları, kendilerini algılama farkları olsa da, taşeronlaşma, güvencesizleşme nesnel zemini dümdüz ediyor. 16 Haziran Pazartesi Tuzla’ya gelenlerin bu hatta politize olmuşluk yaşadığını veya yaşama potansiyeli barındırdığını düşünüyorum. Ve Limter-İş’in söylemi hiçbir zaman “işçiler ölüyor, onlara sahip çıkın” olmadı; “yaşam hakkı” dendi. Ve bu yaşam hakkını çok iyi politize edip, geniş bir bağlama koymayı bildi: ‘İş kazaları bu dümdüz edilen, güvencesizleştirilen emek şantiyesinin yalnızca bir görüngüsüdür’ demeye getirdi. Biz de bu süreçte “burası neoliberal emek uygulamalarının laboratuarıdır” dedik. ‘1980’lerde Tuzla laboratuarlarında geliştirilen çıktı, gerçek biyosfere yayıldı’ demeye getirdik.
Her zaman konuşmalarda “Tuzla en fazla ölümlü kazanın olduğu yer değildir” deniyor. Bize de söylüyor işverenler, “Niye bu kadar üzerimize geliyorsunuz, inşaat sektöründe daha çok işçi ölüyor” diyorlar. Ben de “Haklısınız” diyorum. Keşke o işkolu da mekansal olarak darmadağın olunmasa da, oradaki işçilerin yaşadıkları da duyulsa! Yani “sizin orada da zencileri öldürüyorlar” tarzında bir tepki olamaz diye düşünüyorum. Önlenebilir kazalardan insanların ölmesi ülke veya sektör karşılaştırmaları ile rölative edilmemeli diye düşünoyorum. Türkiye’de iş kazalarının yüzde 25’i inşaat sektöründe gerçekleşiyor. Sonra maden geliyor, yüzde 14 ile ve en büyük kategori yüzde 31ile ‘bilinmeyen’ kategorisi… Bu doğrudan kayıt dışılığın göstergesi. Yani bilinmiyor, ölenin hangi hangi sektörde öldüğü bilinmiyor. İşçiyi getiriyorlar ölmüş oluyor. Sonuçta Tuzla bu “bilinmeyen” kategorisinden sıyrıldı… Hem de ‘ekonomik büyüme’ deneni de sorgulayarak, yani kendi meselesini genelleştirerek. Bu kolay birşey değil. Sahip çıkılası bir süreç kanımca. Belki sürecin eksiği, fazlası konusuna tekrar döneriz isterseniz.
Yani bu bilinirlik halini, sorunu görünür kılmayı sürecin başarısı olarak tespit etmemiz gerekiyor değil mi?
Görünür kılmak başkasının derdine, gözünün içindeki derdine hitap etmekle başlar bence. Bu olayın politize edilip görünür kılınması başlı başına başarıdır. Sürecin başarılı bir şekilde genelleştirildiğini, farklı katmanlara hitap edebilecek yaşam hakkı gibi bir eksende, doğru bir hatta politize edildiğini düşünüyorum. 1000-1500 tane taşeron işletmeye bölünmüş taşeron işçilere yönelik örgütlenme faaliyetinde Limter-İş silinebilirdi de. Oradaki işverenleri şahsen gördük, çok sert bir sektör: sendikaya evet diyen bir işçinin barınma şansı çok az. Burada Limter-İş’in dirayetini ve onurunu teslim ettikten sonra, bir yerel ve bir de genel paradoksa da değinmek istiyorum. Genel kamuoyu desteğinin sağlandığı bu aşamada yerel iyi irdelenmezse bu tehlike oluşuyor. Bu, genel siyasi kavramlar içerisinde sünüp gitme tehlikesi. Aktivistler, akademisyenler, Tuzla Komisyonu, TMMOB vs. bir yere kadar ‘dertlerin’ araştırıcısı ve aktarıcısı olabilirler, asli taşıyıcısı olamazlar. Limter-İş’in gücü buydu. Yani meşru olduklarını, haklı olduklarını, İş Yasası’nın aslen uygulanmadığını ortaya koydular ve şimdi bu güçle dönüp havzada bu teslim edilmiş meşruluklarını işçilere de yansıtmak gerekiyor. Yani ‘dıştaki meşruiyet’ ve ‘içteki meşruiyet’ otomatik olarak birbirlerine denk değiller, dolayımlanmaları, birbirine tercüme edilmeleri, yani örgütlenmeleri gerekiyor. Düşünün ki, ‘bölücü sendika’ söylemine yangının merkezinde maruz kalıyor Tuzla işçisi. Gazete okuyarak değil, yemekhanede, işe girerken, an be an bu ideolojik etere maruzlar. Birebir tanıştığımda, ‘her sözüyle bu işçi yarın sendikaya üye olabilir’ diye düşündüğüm işçilere Limter-İş’in ulaşmas