DİSK yönetiminin1 Mayıs 2008 kutlamalarında izlediği çizginin 2007 1 Mayıs’ında izlediği çizgiden farklılaşmasına dikkat çektiğim ve bu farklılaşmanın arkasında yatan politikayı eleştirdiğim yazım, “KESK ve DİSK Basın Büroları” imzasını taşıyan ortak bir değerlendirmeyle yanıtlandı. KESK ve DİSK’in Basın Büroları, bu örgütlerin birer organı değil, yönetim organlarına bağlı çalışma birimleridir. (1) Bu nedenle verilen “yanıt”ı KESK […]
DİSK yönetiminin1 Mayıs 2008 kutlamalarında izlediği çizginin 2007 1 Mayıs’ında izlediği çizgiden farklılaşmasına dikkat çektiğim ve bu farklılaşmanın arkasında yatan politikayı eleştirdiğim yazım, “KESK ve DİSK Basın Büroları” imzasını taşıyan ortak bir değerlendirmeyle yanıtlandı. KESK ve DİSK’in Basın Büroları, bu örgütlerin birer organı değil, yönetim organlarına bağlı çalışma birimleridir. (1) Bu nedenle verilen “yanıt”ı KESK ve DİSK yönetimlerinin, benim eleştirilerim karşısında kendi basın birimlerine hazırlattıkları bir “ortak yanıt” olarak kabul ediyorum.(2)
1 Mayıs sonrasında KESK ve DİSK yönetimlerinin bu süreçteki tutumlarını, sağdan ve soldan eleştiren çok sayıda değerlendirme ve açıklama yapılmış olmasına karşılık, ülkemizin iki büyük emekçi konfederasyonunun, bu eleştirilerden yalnızca benimki üzerine, “basın bürolarını” bir araya getirerek yanıt verme ihtiyacı duymasını nasıl yorumlamam gerektiğine doğrusu karar veremedim.
Örneğin Hak İş Genel Başkanı Salim Uslu, Tandoğan’daki “Alternatif 1 Mayıs” mitinginde yaptığı konuşmasında, bu yılın 1 Mayıs kutlamalarında KESK’in ve DİSK’in izlediği çizgiyi “gerilim ve çatışmadan rant sağlamak” amacıyla yazılmış “kirli bir senaryo” ile ilişkilendirmiş ve “Ergenekon” bağlantısı imasında bulunmuştu. Uslu, Mehmet Ali Birand’ın düzenlediği TV programında bu bağlantıyı 28 Şubat’a kadar da götürmüştü.
Örneğin “1 Mayıs için geceli gündüzlü çalışan 70’in üzerinde örgüt”ten 20 kadarının içerisinde yer aldığı Devrimci 1 Mayıs Platformu, yayınladığı “2008 1 Mayıs Deklarasyonu” ile DİSK ve KESK’i “ikili davranmakla”, “tutarsızlıkla”, “kendi dışlarındaki kurumları ‘figüran’ olarak görmekle”, “meşruluk bilincinden yoksunluk”la, (polisin provokasyon çıkaracağını bildiği gruplara karşı) “öncesinde yaptığınız gibi (abç) üç gün önceden operasyon düzenleyin, 1 Mayıs’tan sonra bırakın” diyerek “egemenlere akıl vermekle” suçlamıştı.
Örneğin Yürüyüş dergisi “sınırlı sayıda insanla yürüme pazarlığı yapıp, oligarşiye taahhütte bulunmakla”, “birlikte yola çıktıklarını ağır bir saldırı altındayken, yarı yolda bırakmakla”, “Taksim’e çıkan yollarda çatışan emekçileri, devrimcileri yüzüstü bırakmakla” suçlamış ve KESK’i ve DİSK’i “halktan ve devrimcilerden özür dilemeye” çağırmıştı.
Örneğin Kızıl Bayrak dergisi “Milyonlarca işçi ve emekçinin geleceğini, güvencesini, sağlık ve emeklilik hakkını altın tepside sermayeye sunan hainleri suçlayıcı açıklamalar yapan DİSK ve KESK’in özünde onlardan farklı (…) olmadığını aynı süreçte Taksim 1 Mayıs’ı üzerinden giriştikleri ortaklık teyit etmiş oldu” diye yazmış ve DİSK ve KESK’i “hem Türk-İş’e sayıp döküp hem de onun kuyruğuna takılarak bu yıl ki 1 Mayıs’ı devletin icazeti altına sokmakla” suçlamıştı.
Bu ağır eleştiri ve suçlamalar karşısında herhangi bir “savunma” ihtiyacı duymayan KESK ve DİSK yönetimlerinin benim eleştirilerim karşısında “ortak yanıt” verme ihtiyacı duymasında “üzerime alınmam gereken” özel bir anlam olmalı.
Benim eleştirilerim karşısındaki bu “şiddetli duyarlılığın” şahsen bana karşı bir tepki olmadığını, geleneksel sendikacılığın, “Yöncüler” olarak tanımlana gelen devrimci sendikal çizgiye karşı “alerjik reaksiyonu”nun bir ifadesi olduğunu görmemek mümkün değil. Bu şiddetli “alerji” bizim mevcut sendikal yönetimleri “soldan” eleştirmemizden kaynaklanmamaktadır. Mevcut sendikal yönetimler, Türkiye solunun birçok kesimi tarafından “soldan” eleştirilmektedir. Bu sendikal yönetimlerin artık “alıştıkları” bir eleştiri tarzıdır. “Yöncüler” ise mevcut sendikal yönetimleri eleştirmekle kalmayan, geleneksel sendikal düzlemin bizzat kendisinin “ölüme yargılı” olduğunu ortaya koyan ve yeni işçi kitlesiyle buluşmaya yetenekli yeni bir sendikal hareket çerçevesi yaratmak için yıllardır mücadele eden tutumlarıyla ayırt edilmektedir. Özellikle son yıllarda geleneksel sendikal düzlemin uğradığı aşınma, buna karşılık emek hareketinin “toplumsal hak hareketleri” ekseninde gelişme yönelimine girmesi, sendikal bürokrasilerin “Yöncüler”e karşı “alerji”lerini şiddetlendirmiştir. Bu “alerjik reaksiyon”, KESK bahis konusu olduğunda, DSD’nin ikiye bölündüğü ve “Kutsal İttifak”ın dağıldığı bugünkü ortamda “iç mücadeleler”le de eklemlenmektedir. Belirtmeliyim ki geleneksel sendikal bürokrasinin “Yöncüler”e karşı duyduğu bu “özel alerji”den hiç rahatsız değilim! Aksine onların “Yöncüler”in her eleştirisi karşısında şamatayla ayağa kalktıkları her defasında, kendi kendime, “tam isabet!” diyorum…
Verilen “ortak yanıt”ın biçim ve üslubundaki tuhaflık da galiba buradan kaynaklanıyor. 2008 1 Mayıs’ı sonrasında KESK ve DİSK’e yöneltilen eleştiriler karşısında yayınlanan tek “yanıt yazısı” benim eleştirilerim üzerine kaleme alınmadı. Hasan Celal Güzel’in 2 Mayıs’ta Radikal gazetesindeki köşesinde yazdığı, DİSK’i hedef alan “iftira, ima ve haksızlıklarla yüklü” yazısına da yanıt verildi. Yanıtın altındaki imza, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nindi. Üslup ise Hasan Celal Güzel’in “iftira, ima ve haksızlıkları”na karşı “sayın yazar” ifadesinde somutlanan bir “saygı” çerçevesindeydi. Yani, faşist eğilimleri bilinen sağcı bir köşe yazarının DİSK’e yönelttiği düşmanca suçlamalar, DİSK’i temsil eden bir imza ile ve “kurumsal nezaket içinde” yanıtlandı. Bana verilen “yanıt” ise DİSK ve KESK’de daha önce tanık olunmamış bir kurumsal kimlik “uydurularak” ve “düşmanca” bir üslupla kaleme alınmış.
Gerekçesi ne olursa olsun, bu polemiğin, savunmakta olduğum toplumsal muhalefet stratejisini daha geniş bir kitlenin tartışma gündemine sokmak ve KESK ve DİSK yönetimine “çöreklenmiş” sendikal bürokrasilerin bir “toplumsal muhalefet stratejisinden” yoksunluğunu ortaya koymak açısından bir vesile kabul ediyorum. Bu nedenle bu yanıtı kendi iç mücadeleleri için “tezgah eden” arkadaşlara da teşekkür ederim!
Yanıt yazısı (iddialarımı herhangi bir belge veya kanıt dayandırmadığım için) hiçbir temele sahip olmayan senaryolar kurduğumu ileri sürüyor, beni “hiç de sağlıklı olmayan bir komploculukla” suçluyor ve “DİSK ve KESK’e karşı “kin” güttüğümü”, “emekçilerin mücadelesini töhmet altında bıraktığımı” ileri sürüyor.
KESK ve DİSK yönetimlerinin, eleştirilerimin, bu örgütlerin kurumsal kimliğine karşı yıkıcı, bu örgütlerin üstlendikleri tarihsel-toplumsal rolü yıpratıcı bir üslup taşıdığı biçiminde bir kanıları olmalı ki, hakkımda “40 yılı aşkın zamandır Türkiye’deki toplumsal mücadelenin ve işçi sınıfı mücadelesinin en önemli kurumlarından biri olan DİSK’i, ve 1990’lı yıllardan bu yana verdiği mücadeleyle kamu emekçileri mücadelesinin göz bebeği olan KESK’i emekçilerle karşı karşıya getirmeyi amaçladığım” yargısı verilmiş.
KESK ve DİSK yönetimlerinin politikalarına yönelttiğim eleştirilerden yola çıkarak, KESK’e ve DİSK’e karşı “kin güttüğüm”, “emekçilerin mücadelesini töhmet altında bıraktığım”, “DİSK’i ve KESK’i emekçilerle karşı karşıya getirmeyi amaçladığım” biçiminde yargılar üretmeyi, eleştiriye muhatap olan bütün bürokrasilerin tipik “savunma refleksi” olarak karşılıyorum.
Devlet bürokrasisi dahil, bütün bürokrasiler, kendilerini ve izledikleri politikal
arı, yönettikleri kurumla ve bu kurumun toplumsal meşruiyeti ile özdeşleştirirler. Örneğin hükümetler, sık sık kendilerine yöneltilen politik eleştirilerin sahiplerini “yıkıcılıkla, bölücülükle, halkla devleti karşı karşıya getirmek”le suçlarlar. Bu “refleks”ten en fazla zarar görenler, KESK ve DİSK yöneticileri de içinde olmak üzere, bu ülkenin bütün ilerici insanları olmuştur. Bu nedenle, aynı “savunma refleksi”nin KESK ve DİSK’in en yetkili organları tarafından sergilenmesini büyük bir talihsizlik olarak karşılıyorum. Ama aynı zamanda bu refleksi KESK ve DİSK’in yönetimlerindeki “sendikal bürokrasi” egemenliğinin, söylem düzeyindeki kanıtı olarak da görüyorum. DİSK ve KESK yönetimlerinin politikaları ile DİSK ve KESK’in kurumsal kimliği ve ilerici toplumsal muhalefet hareketi için ifade ettikleri tarihsel anlam arasında özdeşlik kurmak, bu örgütlerin yönetimlerine “çöreklenmiş” bürokratik sendikal ekiplerin kaba bir çarpıtmasıdır. DİSK’in ve KESK’in tabanındaki devrimci sendikal kadroların bu eyyamcılığa pirim vereceğine inanmıyorum!
DİSK ve KESK’in Türkiye işçi sınıfı hareketi açısından ifade ettiği tarihsel birikim, ilerici toplumsal hareket açısından taşıdıkları misyon Türkiye’deki bütün ilericilerin, sosyalistlerin, sınıf bilinçli işçi militanların onlarca yıl boyunca döktükleri terin, kanın, çektikleri çilelerin ortak bir ürünüdür. İçinde benim emeğimin de bulunduğu bu ortak değer, hiçbir “yönetim”in tekelinde değildir. KESK ve DİSK yönetimlerinin politikalarına yöneltilen eleştirileri KESK ve DİSK’in kurumsal kimliğine, tarihsel misyonuna saldırı olarak tanımlama kolaycılığı her şeyden önce bu örgütleri yaratan temel mücadele değerleri ile çatışma halindedir. İddia ediyorum ki, KESK’in ve DİSK’in kurumsal kimliği ve tarihsel misyonu, asıl şu anda bu örgütlerin yönetimine egemen olanlardan zarar görmektedir. Benim bu yönetimlere yaptığım eleştiriler, KESK’in ve DİSK’in “kurumsal kimliği” ve “tarihsel misyonu”nu, bu örgütleri yaratan ve halen yaşatmaya çalışan mücadeleci kuşakların verdiği emek adına savunma amacını taşımaktadır!
Eleştirilerimi, bir “kimlik hamaseti”nin arkasına saklanarak savuşturmaya çalışan “yöneticiler”, gerçek politika tartışmasından kaçmakta, eleştirilerimin temel çerçevesini şamatayla gizlemeye çalışmaktadır. Ancak hiçbir “şamata”, bu yönetimlerin 1 Mayıs politikalarında somutlaşan yanlış çizgilerini gizlemeye yetmez.
Tartışmamızın esası bu yönetimlerin izlediği 1 Mayıs çizgisi ve bu çizginin dayandığı politik temeldir.
KESK ve DİSK yönetimlerinin 1 Mayıs 2008 politikalarının 2007 1 Mayıs’ında izlenen politikadan önemli farklılıkları vardır. Bu farklılık bu örgütlerin toplumsal muhalefet politikaları açısından bir “geriye gidiş” i ifade etmektedir.
2007 1 Mayıs’ında DİSK’in izlediği çizgi, işçi sınıfı hareketi içerisinde ilerici güçlerin ayrışmasına, saflaşmasına ve sol-sosyalist toplumsal muhalefet güçleriyle buluşarak yeni bir toplumsal muhalefet perspektifi oluşturmaya yönelikti. KESK ve DİSK yönetimleri 2008 1 Mayıs’ında bu çizgiyi geliştirmek yerine bambaşka bir yol tutmuşlar ve Türkiye İşçi Sınıfı Hareketi’nin uzun yıllardır uğrunda mücadele ettiği “1 Mayıs’ın resmi tatil ilan edilmesi ve Taksim’in işçilere açılması” amaçlarına ulaşmayı öne çıkararak “işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü” olan 1 Mayıs’ı “ETUC üyesi sendikalar” tarafından kutlanan bir “sendikalar bayramına” indirgemeyi fiilen kabul etmişlerdir. Ancak Türkiye’deki sınıf mücadelesinin nesnel koşulları nedeniyle, “evdeki hesap çarşıya uymamıştır” ve iyi ki de uymamıştır! Bu sayede 1 Mayıs 2008 Türkiye İşçi Sınıfı Hareketi ile sol hareketi, hak ve özgürlük mücadelesi temelinde buluşturan bir direniş günü olarak yaşanmıştır. (3)
“Evdeki Hesap Çarşıya Uymadı” başlıklı yazımın özü KESK ve DİSK yönetimlerine yönelttiğim bu eleştirilerdir. Eğer bu eleştirilerimden hareketle, bu politikalardan sorumlu KESK ve DİSK yöneticileri beni KESK ve DİSK düşmanı ilan edeceklerse, bu yazının geri kalan kısmını okumalarına gerek yok. Ama onlara söyleyeceğim iki çift sözüm var: DİSK’e ve KESK’e asıl zarar veren, “40 yılı aşkın zamandır Türkiye’deki toplumsal mücadelenin ve işçi sınıfı mücadelesinin en önemli kurumlarından biri olan DİSK’i, ve 1990’lı yıllardan bu yana verdiği mücadeleyle kamu emekçileri mücadelesinin göz bebeği olan KESK’i” küçülten ve etkisizleştiren bürokratik ve reformist politikalarınızdır. Ve bilmelisiniz ki “mahkeme kadıya mülk değildir!”
Halkın Sesi gazetesine “köşe yazısı” olarak kaleme aldığım yazıma, “DİSK’in 2008 1 Mayıs’ına ilişkin ilk projeksiyonunun, 2007 1 Mayıs mücadelesini omuzlayan, ilerici emek ve halk örgütleri ile sosyalist politik güçlerin ortak hareket platformunu ikinci plana iten (abç) bir yaklaşımla oluşturulduğu” saptamasını yaparak başlamış ve bu politikayı gerek içeriği gerekse dayandığı temel bakımından eleştirmiştim.
Yazımda, 2008 1 Mayıs’ındaki politikasındaki değişimin arkasında yattığını düşündüğüm çeşitli etkenlere, bir “köşe yazısı çerçevesinde” ne kadar değinilebilirse ancak o kadar değindim. Aynı zamanda sendika.org’da da yayınlanan yazının üzerinde durduğum bu “etkenler” konusunda “herhangi bir belge veya kanıt ileri sürülmemesi”nin nedeni, elimde bir belgenin ve kanıtın olmamasından değil, bunun bir köşe yazısı olmasındandı. Bir köşe yazısını akademik bir metin gibi “belgeler”le, “dipnotlar”la doldurmamın beklenmesini tuhaf buluyorum. Kaldı ki, sendikal bürokrasi yaptığı ince hesapların, ilişkilerin “belgesi”ni ortada bırakmamakla maruftur. Bu tip ince hesaplara ilişkin eleştirilerden “belge” soranlar, “bunların belgesinin olmayacağını” da bilirler elbet. Ama “kanıt” isteyenler için bu “geniş” yazıda bana göre kanıt niteliğinde olan unsurlara yer vereceğim.
Yazımdaki bazı ifadelerin(4), amacı dışında bir şekilde anlaşılmasında da bu nesnel kısıtın önemlice bir yeri var. Elbette yazar, verdiği bilginin tam ve doğru anlaşılacak şekilde okuyucuya ulaşmasından sorumludur. Bu nedenle, “bazı ifadelerimin amacı dışında anlaşılmasında” benim kasıtlı olmayan bir “özensizliğimin” olduğunu kabul ederim. Ama bunların hiçbiri, gerek yazının temel iddiası ve gerekse de bu iddianın arkasında yatan süreçlere ilişkin genel kurgumu esastan etkileyecek şeyler değildir.
“Ortak Değerlendirme”, yazımın esasa ilişkin olmayan bu unsurları üzerinde yoğunlaşarak hedef şaşırtmakta, gerçek eleştirinin üzerini örtmektedir.
Şimdi internet ortamında, bir “köşe yazısı”nın zorunluluklarıyla kısıtlanmamış bir ortamda, bu tartışmayı geniş geniş yapalım.
KESK ve DİSK 2008 1 Mayısı kutlamalarına hazırlığa, 2007 1 Mayıs mücadelesini omuzlayan, ilerici emek ve halk örgütleri ile sosyalist politik güçlerin ortak hareket platformunu ikinci plana iten bir yaklaşımla başlamıştır. Bu yaklaşım her iki örgütün (ama özellikle de DİSK’in) toplumsal muhalefet politikası açısından bir “geriye gidiş”i ifade etmektedir.
“Ortak değerlendirme” KESK ve DİSK yönetimlerinin 2008 1 Mayıs’ında izlediği çizgiye ilişkin bu temel eleştirime gerçek bir yanıt vermemiştir. Yanıt verebilmesi de olanaklı değildir.
1 Mayıs 2007’nin düzenleme komitesinde DİSK, KESK, TMMOB, TTB, diğer meslek odaları, sol siyasi partiler, demokratik kitle örg
ütleri ve devrimci güçler birlikte yer almış, buna karşılık 1 Mayıs 2008’in düzenleme komitesi DİSK, Türk-İş ve KESK tarafından oluşturulmuştur. İlerici meslek ve halk örgütleri ile sosyalist politik güçler düzenleme komitesinin dışında tutulmuşlar, bu üç örgütün yürüttüğü çalışmaların “izleyicisi” konumuna itilmişlerdir.
KESK ve DİSK yönetimleri bu durumun “1 Mayıs’ın ETUC üyesi sendikalar tarafından ortaklaşa kutlanmasına öncelik verme gereğinden kaynaklandığını” ileri sürebilirdi. Ancak bu biçimsel gerekliliğin Türkiye’deki sınıflar mücadelesinin somut gerçekliği ile ve işçi sınıfı hareketinin bu somut gerçeklik çerçevesinde 1 Mayıs’a yüklemesi gereken somut işlevle bağdaşmadığı ortadadır.
2007 1 Mayıs’ı sonrasında yaşanan en büyük ortak eylem süreci olan SSGSS’ye karşı mücadele sürecinde Hak-İş’in hükümet yanlısı bir çizgi izlediği bilinmektedir. Yine aynı süreçte Türk-İş’in “%90 mutabakat” açıklaması ile bir noktadan sonra AKP hükümetine yedeklendiği de açık bir gerçektir. Türk-İş’in kenara çekildiği bu noktada, ilerici emek, meslek ve halk örgütleri ile sosyalist politik güçlerin birlikte oluşturdukları Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu’nun eylemleri sürdürme kararını, Türk-İş içerisindeki 12 sendika Türk-İş Genel Merkezi’ni dinlemeyerek desteklemişlerdir. SSGSS’ye karşı mücadelenin Türk-İş’e bağlı 20’nin üzerinde sendika genel merkezini ve şubelerini de içine alarak sürdürülmesini sağlayan oluşum ise, 2007 1 Mayıs’ının örgütlenme komitesine oldukça benzer bir biçimde kurulmuş olan “Herkese Sağlık, Güvenli Gelecek Platformu” olmuştur.
Öte yandan, 1 Mayıs 2008 sürecinde, işçi sınıfı mücadelesinin en önemli iki gündemi “İstihdam Paketi” ve “Yerel Seçimler”di. 1 Mayıs 2008 kutlamalarında işçi sınıfını ve müttefiklerinin bir araya gelişine somut anlamını kazandıracak olan bu temel gündemlerde “ETUC çerçevesiyle sınırlı” bir düzenleyici merkezin, işçi sınıfının çıkarları açısından “ön açıcı” olmaktan çok “köstekleyici” bir mahiyet taşıyacağı da ortadaydı. Keza 1 Mayıs sonrasında “istihdam paketi”nin sessiz sedasız yasalaştırıldığı da görüldü. Ne Türk-İş ve ne de Hak-İş paket karşısında parmağını kıpırdattı.
DİSK ve KESK’in 2008 1 Mayıs kutlamaları için, 2007’deki düzenleme yöntemine yönelmesi halinde, toplumsal muhalefetteki bu ayrışma sürecinin toplumsal muhalefetin bütün düzlemlerinde güçlü bir “sol toparlanma”ya dönüştürülmesi için etkili bir adımın atılmış olacağı kesindi. Türk-İş’e yine çağrı yapılabilir, ancak 1 Mayıs 2008 sürecinin düzenlenmesinin merkezine 2007 1 Mayıs’ında olduğu gibi ilerici meslek örgütleri de dahil edilerek “sendikal çerçeve”nin ötesine geçilebilirdi. Böylesi bir gelişme, Türkiye’nin birçok merkezinde SSGSS’ye karşı mücadele sürecinde oluşan yerel ilerici toplumsal muhalefet platformlarının süreklilik kazanmasında ve güçlenmesinde olumlu bir rol oynayabilirdi. İlerici toplumsal muhalefetin bu türden bir canlanışı, yerel seçimler sürecine ilerici emek ve halk örgütleri ile sol politik güçlerin ortak ve etkili bir müdahalesinin önünü açabilirdi.
Bu açık olanaklara rağmen DİSK’i ve KESK’i 2008 1 Mayıs kutlamalarında “ETUC üyesi sendikalarla sınırlı bir düzenleyici merkez oluşturmaya” yönelten şey nedir?
Bu sorunun yanıtı örgütsel değil, politiktir!
DİSK ve KESK yönetimleri, “işçi sınıfının ve emekçi halkın iktidar mücadelesinin ışık tuttuğu bir sendikal mücadele çizgisini” izlemeyi ve bu doğrultuya katkıda bulunmayı, yani sosyalizmi değil, bir “baskı grubu” olarak örgütlenmeyi, düzenin öngördüğü “yönetişim” mekanizmalarıyla kaynaşmayı, yani sosyal demokrasiyi tercih ettikleri için bu çizgiyi izlemektedirler.
Ortada ETUC üyesi olmaktan kaynaklanan bir “örgütsel zorunluluk” yoktur. “DİSK ve KESK ETUC üyesi olduğu için, 1 Mayıs kutlamalarının düzenleyici merkezinin de ETUC üyesi sendikalar tarafından oluşturulmasını ön planda tutarlar” biçimindeki bir yanıt, ne Türkiye gerçeğiyle ne de Avrupa’daki uygulama ile uyumlu değildir.
Her şeyden önce ETUC 36 Avrupa ülkesinden 82 emek örgütünün üye olduğu bir örgüt olduğu için “60 milyona yakın emekçinin taleplerinin temsilcisi” sayılamaz. ETUC, Avrupa sendikal hareketinin bürokratik ve reformcu bir birlik çerçevesidir. Üstelik bu niteliği nedeniyle ETUC zaman zaman emperyalizmin bir aracı olarak da nitelenebilmektedir. (5)
ETUC’un Türkiye’deki sınıflar mücadelesini yönlendirmeye çalıştığı doğrultu Türkiye işçi sınıfının çıkarları ile her zaman uyum içinde değildir. ETUC esas olarak AB düzleminde bir “yönetişim” organizasyonunun bir bileşenidir ve Türkiye’deki sendikal hareketin de bu yönetişim sisteminin bir parçası haline gelmesi için çaba göstermektir. Bu nedenle, doğrudur,Türkiye işçi sınıfı hareketinin, ETUC’un kendisine sınıf uzlaşmacılığını, “yönetişim mekanizmalarına uyumunu” empoze etmeye kalkıştığı her noktada, “ETUC’la karşı karşıya gelmesinin” yararlı olacağına inanıyorum.
Türkiye’nin en önemli ilerici emek örgütleri konumundaki DİSK ve KESK’in ETUC zeminine, ülkemizdeki işçi sınıfı hareketinin ve ilerici toplumsal muhalefetin gelişimi açısından “tanımlayıcı”, “birleştirici” veya “öncü” bir rol atfetmesini doğru bulmuyorum. Bu nedenle Türkiye’deki ilerici sendikal merkezlerin ETUC ile ilişkilerini bir “üst örgüt – alt örgüt” yaklaşımı ile değil, bir “çatı örgütü” yaklaşımı ile kurması gerektiği düşüncesindeyim. Türkiye işçi sınıfı hareketinin ihtiyaç duyduğu uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma açısından ETUC zeminini aşan ve “proletarya enternasyonalizmine” dayanan özerk uluslararası ilişkilerin kurulmasını da zorunlu görüyorum. (6)
Gelelim “ETUC üyeliği çerçevesi” ile Türkiye’deki 1 Mayıs mücadeleleri arasındaki ilişkiye.
12 Eylül sonrasında Türkiye’deki 1 Mayıs’lara damgasını vuran şey “özgür ve kitlesel 1 Mayıs kutlama mücadelesi”dir. 1992’den bu yana “resmen” izin verilen 1 Mayıs kutlamaları, uygulamada sürekli olarak kısıtlanmış, sabote edilmiş, saldırı ve provokasyonlara hedef olmuştur. Türk-İş ve Hak-İş genel merkezleri bu mücadelede sürekli ayak sürçen, ön tıkayan bir rol oynamışlar ve birçok defasında DİSK, KESK ve diğer ilerici emek güçlerinden farklı bir 1 Mayıs düzenlemesine gitmişlerdir. 1992 yılından bu yana 16 yılda Türk-İş ve Hak-İş genel merkezlerinin DİSK ve KESK ile birlikte düzenlediği 1 Mayıs sayısı 10’dur. Bunlardan ikisi de “Demokrasi Platformu” çerçevesinde düzenlenmiştir. Türkiye’de 1 Mayıs gösterilerinin ETUC’a bağlı sendikalar tarafından ortaklaşa düzenlenmesi, Hak İş ve KESK’in ETUC üyeliğine kabul edilmesi sürecinde, 1996’da ortaya çıkmıştır. (7) Bu tarihten sonra düzenlenen 1 Mayıs’lardan dördünde ortak düzenlemeye gidilmemiştir. Dolayısıyla, “1 Mayıs kutlamalarının ETUC’a bağlı sendikalarla sınırlı bir çerçevede düzenlenmesi gerektiği” düşüncesinin ülkemizde dayandığı “sağlam” bir temel bulunmamaktadır. Kaldı ki, 1 Mayıs gösterileri Avrupa’nın her ülkesinde de ETUC’a bağlı sendikalar tarafından düzenlenmemektedir.
Ancak ETUC, Türkiye’deki ETUC’a bağlı sendikalar arasında yaşanan ve AB platformlarında kendisi için güçlük yaratan ayrışmaların giderilmesini ve uzun vadede, (en azından ETUC’la ve AB ile ilişkileri bakımından) “birleşmelerini” istemektedir. ETUC bu genel yönelimine bağlı olarak, Türkiye’deki konfederasyonla
r arasındaki ilişkilerin ısıtılmasının bir aracı olarak 1 Mayıs’ların ETUC’a bağlı sendikalar tarafından birlikte kutlanmasını istediğini çeşitli vesilelerle ortaya koymuştur. Yani “1 Mayıs’ın ETUC’a bağlı sendikalar tarafından birlikte düzenlenmesi” formülü, esas olarak Türkiye’deki konfederasyonların “iç dinamiklerinden” kaynaklanan bir yaklaşım değil, ETUC’un bir talebidir ve genel amacı da kendisine üye konfederasyonların tek çatı altında birleşmesini sağlamaktır. (8) Geçtiğimiz yıl boyunca Hak-İş’in giderek daha sık dile getirdiği “konfederasyonların tek çatı altında birleştirilmesi” önerisi, AKP’nin sendikal alana yönelik operasyonlarıyla bağlantılı olmakla birlikte, ETUC’un bu yönelimini de arkasına almaktadır. Türkiye sendikal hareketinde yaşanan her somut ayrışmanın ardından Türk-İş, Hak-İş, DİSK üçlüsünün yeniden bir araya gelerek “yumuşak” bir merkez oluşturmalarının arkasında her üç örgütün, en azından AB’deki “üç taraflı yapılara” katılım mekanizmalarında işlevli olabilmek için ETUC’la ilişkilere verdikleri önemin ağırlıklı bir yeri bulunmaktadır.
Bu genel yönelimin 2007 1 Mayısı sonrasında yeniden kendini ifade etmesinin neresi “komplo”dur anlayabilmiş değilim. Gerçekte, eğer bunun aksi olmuşsa; ETUC, kendisine üye sendikalar arasında 2007 1 Mayıs’ında ortaya çıkan bu bariz ayrışmayı görmezden gelmiş, yokmuş gibi davranmışsa asıl bu tuhaftır ve kanıtlanması gereken budur.
ETUC’la konfederasyonlar arasındaki “yazışmalar” ve ETUC’un çeşitli toplantılarında yapılan konuşmaların tutanakları veya kayıtları (tıpkı DİSK’in ve KESK’in merkezi yönetim ve danışma organları için de olduğu gibi) herhangi bir yerde yayınlanmadıklarından, ETUC’un bu yönlendirmesinin kanıtı DİSK ve KESK’in çeşitli dönemlerdeki yönetici ve uzmanlarının ETUC’la ilişkilere dair sözlü aktarımlarıdır. 2007 1 Mayıs’ından sonra ETUC’un bu ayrışmadan rahatsızlığını dile getirdiği ve 2008’de giderilmesini istediği de bu tip bilgilere dayanmaktadır. Bu bilgileri “yazılı” bir kanıta dayandıramamam benim değil, ilgili örgütlerin uluslararası ilişkilerinin saydam olmamasından kaynaklanan bir ayıplarıdır. Bu nedenle söz konusu örgütlerin benden “belge” sormaları “abesle iştigal”dir.
Öte yandan ETUC, Taksim’in işçilere kapatılmasına karşı olduğunu daha 2007 1 Mayıs’ının öncesinde ifade etmiş ve bu konuyu 2007 1 Mayıs’ı sonrasında da, 2007 1 Mayıs’ında yaşanan “orantısız güç kullanımı” bağlamında Avrupa Birliği’nin çeşitli platformlarına taşımıştır.
Bu noktada, “ETUC’tan 2008 1 Mayıs’ına ilişkin herhangi bir yönlendirme ve telkin gelmemiştir, gelse bile biz kaale almazdık”, “ETUC, 1 Mayıs’ın nerede ve nasıl kutlanacağına karışmaz” minvalindeki açıklamalarla neyin kanıtlanmaya çalışıldığını belirsizdir. Yani “Taksim’in 1 Mayıs gösterilerine kapatılması ETUC için bir sorun teşkil etmemiştir; ETUC, kendisine üye konfederasyonların 1 Mayıs’ı özgürce kutlamalarını dert edinmemiştir” mi denilmek isteniyor? Öyleyse 2008 1 Mayıs’ına ilişkin olarak yapılan açıklamalarda “Biz ETUC’a bağlı konfederasyonlar” formatı nasıl bir ilişkiye binaen kullanılmıştır?
Öte yandan bugüne kadar 2007 1 Mayıs’ında “ETUC’a bağlı sendikalar” arasında yaşanan ayrışmalar sonrasında özellikle DİSK karşısında Türk-İş ve Hak-İş yönetimlerinin kamuoyu önünde yaptıkları eleştirilerin “geri alındığına” dair bir belirti de bulunmamaktadır. Özellikle DİSK’in, 2007 1 Mayıs’ındaki tutumuna bağlı olarak Türk-İş ve Hak-İş’ten aldığı tepkiler orta yerde dururken ve de 2007 yılı boyunca bu iki konfederasyonun merkezinin “kırdığı ceviz kırkı aşmışken” 1 Mayıs 2008 kutlamalarının düzenlenmesinde “ETUC’a bağlı sendikalar” çerçevesinde ısrar etmelerinin kaynağında ne olduğunu açıklamaları gerekir. 1 Mayıs “işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü” ise Hak-İş ve Türk-İş genel merkezleri ile DİSK ve KESK’in özellikle 2007-2008 yılı boyunca cereyan eden sınıf mücadelesi süreçlerinde hangi mücadele çizgisi üzerinde “birlik ve dayanışma” kurduklarını ve bu “birlik ve dayanışma”yı 1 Mayıs sonrasına ne şekilde taşımayı kararlaştırdıklarını sorgulamamız hakkımız değil midir. “Basın Büroları”, bu konuya bir “açıklık” getirebilirler mi?
Basın Büroları “Daha SSGSS eylemleri devam ederken KESK ve DİSK, 1 Mayıs’ın mümkün olan en güçlü şekilde kutlanması ve giderek yükselen toplumsal muhalefeti daha da ileriye taşıması için Türk-İş ve Hak-İş’e çağrıda bulunmuştur” derken gerçeklik duygusunu tümüyle kaybettiklerinin farkındalar mı? SSGSS’yi neredeyse bir “devrim” olarak niteleyen Hak-İş’le ve “hükümetle %90 mutabakat” ilan eden Türk-İş’le “giderek yükselen toplumsal muhalefeti daha da ileriye taşımak” üzere bir araya gelindiğine kimi inandırabilirsiniz?
“Bizim mücadeleyle aramızdaki ilişkimizi belirleyen şey “çıkarlar”, “hesaplar”, “şapkalar” değildir. Bizler emekten, demokrasiden ve özgürlükten yana bir Türkiye ve dünya kurma mücadelesine kendimizi adamış Türkiye’deki milyonlarca kişiden (!) farklı değiliz” türünden hamaset edebiyatıyla kimsenin kandırılamayacağı bilinmelidir. “Tavizsiz mücadele” edilen Sosyal Güvenlik Kurumu’na alelacele üye vermek ve bir de bununla övünmek; 30-40 bin kişinin katıldığı 6 Nisan mitingini, örtük bir biçimde “merkeze karşı yapılmış bir eylem” gibi karşılamak, bu hamasetin altındaki “derin boşluğu” ortaya çıkarmak için yeter de artar bile!
1 Mayıs 2008’in ETUC üyesi sendikalar tarafından organize edilmesi fikrinin en azından, DİSK’in üye sendikalara gönderdiği faks mesajının tarihi olan 4 Nisan’dan önce oluşmuş olması gerekiyor.
Basın Bürolarının, işçi sınıfı hareketinde sert bir ayrışmanın yaşandığı günlerde, özellikle Hak-İş’le 1 Mayıs “müzakereleri”nin nasıl yürütüldüğünü ve kesin bir kopuşmanın yaşandığı 24 Mart’tan 11 gün sonra; Türk-İş’e bağlı 12 sendikanın, SSGSS’ye karşı mücadeleyi yarı yolda bırakan Türk-İş Genel Merkezi’ne “bayrak açarak” Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu’nun eylemine katılacağını açıklamasından iki gün sonra Hak İş’i de içine alan bir “4’lü Taksim Mutabakatı”nın nasıl üretildiğini açıklaması gerekmez mi? Yoksa DİSK’in faksında bir “yazım hatası”mı vardı?
Eğer böyleyse Hak-İş Genel Başkan Yardımcısı Mahmut Aslan’ın 8 Nisan tarihli açıklamasında sözünü ettiği ve yalanlanmayan “daha önce, konfederasyon genel başkanları tarafından 1 Mayıs’ın nerede ve nasıl kutlanacağı konusunda ortak çalışma yapılmasına ilişkin görüş birliği”ne ne zaman, nerede ve nasıl varıldı?
Bu koşullar altında Hak-İş’i de içine alan bir “1 Mayıs müzakereleri” sürecini gündeme getiren özel bir gelişmenin olması gerekmez mi?
Öte yandan 4 Nisan tarihi de dikkat çekicidir. Çünkü bu tarihin iki gün öncesinde DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi ile Abdullah Gül arasındaki görüşme bulunmaktadır. Görüşme AKP’ye kapatma ve Gül de içinde olmak üzere AKP kurucu ve yöneticileri için siyasi yasak getirme talebiyle açılan davanın ardından Cumhurbaşkanı’nın çeşitli partiler ve sivil toplum örgütleriyle yaptığı toplantılar bağlamında yapılmıştır. Yani görüşmenin inisiyatifi Gül’dedir. Bu görüşmenin sonrasında yaptığı basın açıklamasında Çelebi Cumhurbaşkanı ile “1 Mayısın tatil ilan edilmesini ve polisin tutumunu da” görüştüklerini; Cumhurbaşkanı’nın 1 Mayıs’
ın tatil ilan edilmesi konusunda olumlu bir tutum içinde olduğunu ifade etmiştir. Çelebi’nin beyanatları üzerine atılan gazete başlıklarının büyük bir çoğunluğu, “1 Mayıs tatili için Gül devrede” biçiminde olmuştur.
Gül’ün başka emek örgütleriyle yaptığı görüşmelerde de “1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi” konusu gündeme gelmiştir ve bu görüşmelerde de Gül, 1 Mayıs’ın bayram ve tatil ilan edilmesini istediğini ifade etmiştir. Gül’ün kafasındaki 1 Mayıs’ın “milli bayram” formatında değilse eğer bir “sendikalar bayramı” formatında olacağını kestirmek için falcı olmak gerekmiyor. Gül ile yapılan görüşmede “konfederasyonların ortak düzenleyiciliği” konusunun geçip geçmediğini açığa çıkaracak şey ise kuru kuruya “reddiye”ler değil, görüşme tutanaklarının yayınlanması olacaktır.
Gül’ün bu yaklaşımını Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in de paylaştığı bir sır değildir. Faruk Çelik de Mart ve Nisan ayında çeşitli konfederasyonların ve meslek örgütlerinin temsilcileriyle yaptığı görüşmelerde, 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi kararının bu 1 Mayıs’ın öncesine yetiştirilebileceğini ifade etmiştir. Bu görüşmelerde, 1 Mayıs’ın resmi bayram ve tatil ilan edilmesiyle birlikte, bayramlar için “kutlama alanı” olarak tahsis edilen Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına da tahsis edilmesi, “tatil” kararının tamamlayıcı parçası gibi ifade edilmiştir. Eşyanın tabiatı da bunu gerektirir. 1 Mayıs’ın bütün işçiler için tatil ilan edildiği bir ortamda, kutlamaların Taksime taşmasını önlemenin olanağı ve mantığı bulunmamaktadır.
Cumhurbaşkanı’nın 1 Mayıs konusunda görüşlerini ifade ettiği toplantı, konfederasyonların talebi üzerine değil, Gül’ün talebi üzerine gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu toplantılarda Gül’ün 1 Mayıs konusunda bir “açılım”ı gündeme getirmesinin 1 Mayıs sürecine bir müdahale olmadığını kim iddia edebilir. Her halde yalnızca resmi görüş çerçevesinin dışına çıkamayan “Basın Büroları”!…
“Basın Büroları” ne demek istiyorlar? AKP’nin kapatma davası sonrasında “demokrat” bir maske takınmaya yönelmediğini, bu yönelim içinde 1 Mayıs konusunda bir açılımı gündeme getirmediğini mi söylemek istiyorlar. Gazete okuyan herhangi bir kişiyi bile inandıramayacak asıl yalan bu olmaz mı?
Kaldı ki, bir mücadeleyi başarıya ulaştırmaya çalışan bir sendikal merkezin, iktidarın yönelimlerini varsa çatlaklarını “dikkate almaması” övünülecek bir şey de değildir. Sorumlu bir konfederal merkez, bir mücadele için yola çıkarken, iktidarın iç tartışmalarını da dikkate alarak hareket planını çıkarır. Ancak, bu tartışmaların belirleyici bir krize dönüşmediği durumlarda, bunları “temel almaz”. Basın Bürolarının “Hükümetin kendi içerisinde yürüttüğü tartışmalar ile KESK, DİSK ve Türk-İş’in yürüttüğü çalışmalar arasında bir bağ kurmaya çalışmak emeğe saygısızlıktır” biçimindeki ifadesini bu nedenle “kabahati ört bas etme” cümlesi olarak değerlendiriyorum. Benim eleştirim, hükümetin iç tartışmaları ile KESK, DİSK ve Türk-İş’in hareket planı arasında bir “ilişki” olması değildir. Tam tersine bu “ilişki” yoksa, yani sözkonusu tartışmalar değerlendirme dışı tutulmuşsa bu bir hatadır. Benim eleştirim, KESK ve DİSK yönetimlerinin “bu tartışmalara aşırı önem vermeleri ve çalışmanın genel planını bu tartışmalara bağlı olarak biçimlendirmeleri”dir.
Geçerli olabilecek tek savunma, “AKP’nin bu yöneliminin farkında olunması ama 1 Mayıs politikasını belirlerken bu yönelimin temel alınmaması”dır.
Görünüşte “pek solcu” olan bu savunmanın “özrü kabahatinden büyük”tür.
Eğer 2008 1 Mayıs kutlamalarında “kendi öz gücünüzden başka hiçbir şeye güvenmediyseniz”, 30 Nisan günü “500 bin kişiyle yarın Taksim meydanında olacağı” açıklamasını yapıp, 1 Mayıs günü konfederasyonlar olarak İstanbul’un herhangi bir noktasında ciddi bir kitle oluşturulamamasını neyle açıklayacaksınız?
“Polis baskısıyla” demeyin; CHP Gençlik Kolları’nın dahi 1000’e yakın bir kitleyle toplandığı, 3000’i bulan toplanmaların gerçekleşebildiği bir günde, “yüzbinlerce” üyesi olan konfederasyonların yüzerli rakamları bir araya getirebilmesi bununla izah edilemez.
Günlerce “3 merkezde toplanarak Taksim’e doğru 3 koldan yürünmesi” konuşulduktan sonra, “Tek Kol, Tek Pankart” yönteminde ifadesini bulan “umutsuz pazarlık” adımının 1 Mayıs’a iki gün kala, “1 Mayıs için geceli gündüzlü çalışan 70’in üzerinde örgüt”le etkili bir mutabakat oluşturmadan alelacele kararlaştırılması “evdeki hesap ile çarşı arasındaki uyumsuzluğun” bir ifadesi değilse nedir?
1 Mayıs 2008’e damgasını vuran şiddetli bir kitlesel çatışmaya “hazırlıksızlık”tır. Başta Türk-İş olmak üzere hiçbir konfederasyon, Taksim 1 Mayıs’ının bu kadar büyük ve merkezi bir çatışma konusuna dönüşebileceğini düşünememiştir. Hele 1 Mayıs’ı Marmara Bölgesinde dahi kutlama kararı alan KESK yönetiminin böylesi bir gelişmeyi beklemediği çok açıktır. Keza Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu, ortaya çıkan çatışma ortamı karşısında geri çekilmesini, “1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamakta diretmenin, bu günün bayram niteliğiyle bağdaşmayacağı” düşüncesine dayandırmıştır. Yani Kumlu, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına AKP hükümetinin izin vereceği düşüncesindedir. Kumlu’nun bu düşüncesinin kaynağında Abdullah Gül’ün tutumunun bulunduğu da zaten bilinmektedir.
Bu “hazırlıksızlığın” bir başka ifadesi de bir “çatışma ortamı”nın oluşması halinde kilit bir rol üslenecek olan ilerici toplumsal ve politik muhalefet güçleriyle Düzenleme Komitesi arasında kurulan “tek yönlü” ilişkidir. Düzenleme Komitesi, “1 Mayıs için geceli gündüzlü çalışan 70’in üzerinde örgüt”e bütün süreç boyunca yalnızca “bilgi” vermiştir.
Bütün bu göstergeler, KESK ve DİSK yönetimlerinin 2008 1 Mayıs’ına ilişkin politikasının belirlerken, 1 Mayıs’ı işçi sınıfının uluslararası birlik mücadele ve dayanışma günü olarak değil, bir “sendikalar bayramı” biçimiyle kutlamayı tasarladığını göstermiyorsa neyi gösteriyor?
Asıl sorun KESK ve DİSK yönetimlerinin 1 Mayıs 2008’i “sendikalar bayramı” olarak Taksim’de kutlayabileceğini varsaymış olmalarında ve böylesi bir 1 Mayıs çerçevesini benimsemiş olmalarındadır. 1 Mayıs’a ilişkin bu yaklaşım, sınıf uzlaşmacılığının, bürokratik sendikal anlayışın en somut ifadeleridir. Bu yaklaşımın Türkiye gerçekliğindeki somut anlamı ise “giderek yükselen toplumsal muhalefeti daha da ileriye taşımak” değil, ilerici toplumsal muhalefetin ayağına taş bağlamaktır!
DİSK ve KESK yönetimleri 1 Mayıs günü tüm İstanbul ve Türkiye’de gerçekleştirilen büyük direnişi kendi “önderliğine” mal edemezler. Aralarında DİSK ve KESK üyelerinin de olduğu binlerce insanın, gaz bombaları ve polis şiddeti karşısındaki onurlu direnişi ile cisimleşen bu süreçte DİSK ve KESK yönetimlerinin, Taksim yasağının kaldırılmasına karşı mücadelede ısrarcı olmak bakımından “olumlu” bir rolü olmakla birlikte, bu mücadelenin omurgasını “ETUC üyesi 4 konfederasyon” ile “hükümet” arasındaki ilişkiler alanına aktarmayı hedef alan politikaları direniş üzerinde olumsuz etkide bulunmuştur. Bu politika daha güçlü ve etkili bir direniş gününün yaşanmasını kösteklediği gibi, bu direnişin ardından, AKP’nin baskıcı politikalarını hedef alan güçlü bir toplumsal-politik muhalefet hareketinin geliştirilmesinin yolunu da
tıkamıştır. Bunun en somut kanıtı da 1 Mayıs sonrasında konfederal merkezlerin tamamen içe kapanmaları ve 1 Mayıs’da uygulanan devlet terörüne karşı güçlü bir toplumsal muhalefet hareketi yaratma yönünde hiçbir çaba göstermemeleridir.
Ancak bu, “dünyanın sonu” değildir. Başlangıçta da belirttiğimiz gibi “mahkeme kadıya mülk değildir” ve son 30 yıl boyunca sürekli genişleyen Türkiye işçi sınıfının her geçen gün büyüyen mücadele potansiyeli, yarattığı yeni sendikal mücadele mecraları ve devrimci demokratik halk hareketleriyle, bürokratik sendikal odakların ve onların “Basın Bürolarının” “sendikacılık mesleğine” odaklanmış dar ufuklarını aşıp geçecek güçte ve zenginliktedir. Sendikal bürokrasi, Türkiye işçi sınıfı hareketi bugününü, “evdeki küçük hesaplarıyla” yönetiyor gibi görünebilir; ama geleceği belirleyecek olan “çarşıya uymayan evdeki küçük hesaplar” değil, kendine uygun mücadele çizgilerini ve örgütsel biçimleri talep eden “büyük toplumsal kavgalar”dır.
Dipnotlar
(1) Bu noktada bir tuhaflığa da işaret etmek istiyorum. DİSK’in bir “Basın Bürosu” yoktur; DİSK’in basın işlerinin yürütüldüğü organının adı “Basın Dairesi”dir. Bu daire, DİSK yönetim kurulu üyelerinden birinin sorumluluğu altında bulunur ve Basın Dairesi Müdürü tarafından yönetilir. Nasıl olup da her iki kurumun basın işlerini yürüten biriminin gerçekte olmayan bir ortak ad altında toplandıkları bir muammadır.
(2) Metnin “KESK ve DİSK yöneticileri adına”, üstelik bir “kişisellik tonuyla” da kaleme alındığını şu ifadeden de görebiliriz: “Sendika.org yazarının toplumsal muhalefetle ilişkisi ne düzeydedir bilemeyiz ama …Bizler (abç) emekten, demokrasiden ve özgürlükten yana bir Türkiye ve dünya kurma mücadelesine kendimizi adamış Türkiye’deki milyonlarca kişiden farklı değiliz.” Buradaki “bizler”in her iki konfederasyonun “basın büroları çalışanları” olmadığı açık olmalı. DİSK ve KESK yönetimleri, basın bürolarına açıklama yaptırtmış!
(3) Evdeki hesap çarşıya uysaydı, belki de bugünkünden çok daha vahim bir tabloyla yüz yüze gelecektik!
Örneğin, H. Celal Güzel, Süleyman Çelebi’nin yanıt verdiği yazısında AKP’ye şu gecikmiş öneriyi yapmıştı: “1 Mayıs ‘Emek ve Dayanışma Bayramı’ olarak ilan edilse ve işçiler için tatil yapılabilse. 1 Mayıs toplantısı için Taksim meydanı tahsis edilse; Başbakan, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, Siyasi Partiler kolkola İşçi Bayramı’nı kutlasalar fena mı olurdu”
AKP’nin “resmi tatil” ve “bayram” pazarlığını Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KESK’le bu temel üzerinden yaptığını bir düşünün. Eğer AKP hükümeti böylesi bir yola yönelseydi, KESK ve DİSK yönetimlerinin izlediği 2008 1 Mayıs’ı politikasının, bu tablonun ortaya çıkmasını önleyecek bir tedbiri var mıydı?
(4) Bunlar, benim “Hak İş’in ETUC üyesi olmadığı”nı iddia ettiğim biçiminde anlaşılan ifadelerim ile ETUC yetkililerinin DİSK, Türk-İş, Hak-İş ve KESK’i Mart ayındaki bir toplantıda 1 Mayıs 2008 gündemiyle bir araya getirdiği biçimindeki ifadelerimdir.
Hak-İş, Aralık 1992’de uluslararası sendikal örgütlere üyelik müracaatında bulunma kararı almış ve Türk-İş’in itirazından dolayı ICFTU’ya ve ETUC’a yaptığı başvuru Aralık 1997’ye kadar kabul edilmemiştir. Yazımdaki “ETUC’a üyelik müracaatı daha önce reddedilen Hak-İş” ibaresi bu durumu kastetmektedir, Hak-İş’in ETUC üyesi olmadığını değil. Zaten “DİSK, Türk-İş, KESK ve Hak-İş’i bir araya getiren ETUC yetkilileri, 2008 1 Mayıs’ını tüm ETUC üyesi sendikaların ortaklaşa ve Taksim’de kutlamalarını istediklerini…” biçiminde olan cümlenin kendisi de bunu göstermektedir. İlerde geçen “Zaten Hak-İş ETUC üyesi de değildi” ifadesi ise, tırnak içine alınmış olmasından anlaşılması gerektiği gibi, bana ait bir ifade değil, Mustafa Türker’in 26 Nisan tarihinde 1 Mayıs’ın düzenleyicileri adına yaptığı basın açıklamasında geçen “Bizler ETUC üyesi TÜRK-İŞ, DİSK VE KESK olarak” ifadesine yapılmış ironik bir atıftır ve istendiği zaman ETUC üyelerinin sayısının eksiltilebildiğine dokundurma yapmaktadır.
KESK ve DİSK Basın Büroları’nın “amacının ne olduğunu anlayamadığı” bu ifadelerin iki ayrı amacı bulunmaktadır.
Birincisinin amacı, 2007 1 Mayıs’ında Taksim alanının işçilere açılması için verilen mücadeleyi “sırf kutlama alanını kutsayarak nostaljik takıntıları ve fantezileri sürdürmek adına işçi hareketinin birlikteliğini zedelemek”le suçlayan, geçtiğimiz yıl içinde, Hava-İş’in grev sürecinde ve SSGSS yasasına karşı mücadelede açıkça hükümet ve işveren yanlısı bir konumu benimseyen, “İstihdam Paketi” karşısında da benzer bir konumda bulunan Hak-İş ile DİSK, Türk-İş ve KESK’i 1 Mayıs gibi bir “mücadele günü”nün düzenleme kurulunda bir araya getiren “ETUC çerçevesinin” sorgulanabilirliğinin bir başka ipucunu vermektir. Çünkü artık tamamen “beşinci kol” haline gelmiş olan Hak-İş’in uluslararası sendikal örgütlere üyeliğine ilişkin itirazlar karşısında tüzük değişikliği yapacağına dair verdiği yazılı taahhüdün gereklerini yerine getirip getirmediği ve dolayısıyla ETUC üyeliği kolaylıkla sorgulanabilecek bir şeydir.
İkincisi ise, gerçekte hiçbir zaman “1 Mayıs mücadelesi” için gerçek bir birleştirici temel olmayan ETUC üyeliği çerçevesinin, bizzat bu çerçeveyi temel alanlar tarafından ciddiye alınmadığını, istendiğinde örneğin Hak İş’in üyeliğinin yok sayılabildiğini ifade etmek içindir.
“ETUC yetkililerinin Mart ayındaki bir uluslararası toplantıda DİSK, Türk-İş, KESK ve Hak-İş’i bir araya getirdikleri” biçimindeki ifade ise bana daha önce sendikal kaynaklardan verilmiş bir bilginin benim tarafımdan yanlış yorumlanmasından doğmuş bir hatalı bir ifadedir. Ancak ifademdeki hata, ETUC’un DİSK ve KESK nezdindeki yönlendirmesinin “bir toplantıda” yapıldığı ile sınırlıdır. Bu yanlışlıktan dolayı sendika.org okuyucularından özür dilerim. Ancak bu hata, eleştirimin kendisini ortadan kaldırmamaktadır.
Çünkü, ETUC yetkililerinin DİSK, Türk-İş, Hak-İş ve KESK’e 1 Mayıs’ın ETUC üyesi sendikal konfederasyonlar tarafından birlikte kutlanmasını öteden beri telkin ettiği, 1 Mayıs 2007 sonrasında bu birlikteliğin 2008’de yeniden kurulmasını istediği doğru bir bilgidir. Yine ETUC yetkililerinin özellikle 1 Mayıs 2007 sonrasında Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına açılması için üye konfederasyonların ortaklaşa çabasını hükümet düzeyi de içinde olmak üzere çeşitli düzeylerde destekleyeceğini ifade ettiği de doğru bir bilgidir. Sadece, ETUC’un bu telkin ve yönlendirmelerinin belirli bir somut toplantı sırasında belirli bir ortak karara dönüşüp dönüşmediği konusu belirsizdir. (Esasen bunun bir önemi de yoktur. Formel olarak bakıldığında ETUC, bir üst örgüt olarak, her ülkedeki üyelerinin ortak hareket etmesini ister. Bu onun görevidir. ETUC, kendisine üye konfederasyonlar arasındaki işbirliğinin artması için telkinde bulunur. Örneğin AB projeleri aracılığıyla işbirliğinin artmasına yönelik çalışmalar yapar. ETUC’un talep ettiği bu işbirliğinin somutlandığı bir alanın 1 Mayıs kutlamalarının ortaklaşa düzenlenmesi olduğu da zaten bilinmektedir. Bu nedenle DİSK ve KESK “Basın Büroları”nın ETUC’un bu politikasının zikredilmesinden böylesine şiddetli bir alınganlık göstermeleri tuhaftır.)
Bununla birlikte, DİSK Genel Merkezi’nin üye sendikalarına gönderdiği 4 Nisan tarihli faks metni 4
konfederasyon arasında en azından bir “ön-karar toplantısı”nın yapıldığı izlenimini doğurmaktadır. Metnin girişinde aynen şunlar söylenmektedir: “İşçi sınıfının uluslar arası birlik-mücadele-dayanışma günü 1 Mayıs 2008 kutlamasına yönelik çalışmalar devam etmektedir (abç). 1 Mayıs 2008 Kutlaması DİSK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, KESK tarafından TAKSİM’de yapılacaktır. Duyurusu 8 Nisan 2008, Salı günü Saat 11.00’de Taksim Gezi Parkı’nda Basın açıklamasıyla yapılacaktır”. Bu toplantının ETUC’un nezaretinde veya ETUC’tan gelen somut bir taleple yapıldığını gösteren somut bir kanıt bulunmamaktadır. Ancak, Taksim tartışmaları boyunca kullanılan “bizler ETUC üyesi konfederasyonlar olarak” klişesinin bu bağlamda bir anlamının olduğunu varsaymak da “komploculuk” değildir. Ayrıca, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması konusunda şimdiye dek DİSK ve KESK’le hiç birlikte davranmamış olan Türk İş ve Hak-İş’in, 2008 yılı boyunca yaşanan ayrışmalara rağmen birdenbire “kendiliğinden” DİSK ve KESK ile “1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama” konusunda görüş birliğine varmaları da akla uygun değildir.
Konuya açıklık getirmesi gereken, 4 Nisan tarihli faksı kaleme alan DİSK yöneticileridir. Benim yazıma verilen “yanıt”ta yalanlanabilecek her şeyi “şiddetli bir dille” yalanlamasına karşılık, DİSK Genel Merkezi’nin 4 Nisan tarihli faksına ilişkin tek kelime edilmemekte; buna karşılık, DİSK ve KESK ile Türk-İş ve Hak-İş arasındaki görüşmelerin seyri bu faksta söz edildiği biçimden farklı olarak yeniden kurgulanmaktadır. “Yanıt”ta, “KESK ve DİSK’in Türk-İş ve Hak-İş’e çağrıda bulunduğu, Türk-İş’in çağrıya olumlu yanıt verdiği” belirtiliyor. Ancak 4 Nisan tarihli faks, “1 Mayıs 2008 Kutlaması DİSK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, KESK tarafından TAKSİM’de yapılacaktır” ibaresiyle, HAK-İŞ’in de içinde olduğu tam bir mutabakat deklare ediyor. Hem aradaki çelişkiyi “izah etmek”, hem de bu çelişkinin niçin “yalanlama” metninde izah edilmediğini açıklamak beni “atıp-tutmakla”, “komploculuk”la suçlayan “özü-sözü bir” arkadaşlara kalıyor!
(5) Bkz. “Cancun’da İşçi Sınıfının Bağrına Saplanan Bıçak: Emperyalist Sendikacılık” Yüksel Akkaya; “‘Sosyal Avrupa’ İthal Edilemez: Doğu Avrupa Deneyimi”Çiğdem Çidamlı -www.sendika.org
(6) “Basın Büroları”nın, izlenen 1 Mayıs çizgisindeki “ETUC etkisi” eleştirisi karşısındaki alıngan karşı çıkışları aslında kendilerinin de ETUC’la ilgili endişelerinin olduğunun bir delili midir, ya da bu bürolarda çalışan uzmanların “solcu” refleksle kendilerini ETUC’un bir alt örgütü olmaya layık görmeyişlerinin bir ifadesi midir bilinmez. Ancak bu alınganlık, ilerici emek örgütlerinin ETUC ve ITUC üyeliklerinin mutlaka mercek altına alınması gerektiğinin bir başka işaretidir.
(7) Hak-İş’in 1996 1 Mayıs bildirisine koyduğu imza, bu konfederasyonun ICFTU ve ETUC’a kabul edilmesinde etkili bir referans olarak kabul edilmiştir.
(8) Türk-İş ve Hak-İş’in ortak komitelerde bulunduğu her 1 Mayıs’ta ETUC ve ICFTU (yeni adıyla ITUC) üyeliği konusu, düzenleme sürecinde “sol” ile yan yana gelme tehlikesinin bertaraf edilmesinde bir kalkan olarak kullanılmıştır. “ETUC çerçevesi”nin dayatılmasının bir gerçek temelinden bahsedilecekse o da bu “sol korkusu”dur!