Anayasa Mahkemesi’nin türban konusunda verdiği kararın ardından, seçimlere ve rejimin seçim sonrası geleceğine dair ilk hamleler ortaya çıkmaya başladı. AKP yönetimindekiler ceza alınacağı konusunda ikna oldukları için olsa gerek, olası iki durum (kapatılma ve/veya yasaklama) karşısında yeni çözümler bulmaya çalışıyorlar. Kapatılma kararına karşı, eski Refah Partili “söz dinleyen” ağabeylerine yeni bir parti kurdurma işini verdiler. […]
Anayasa Mahkemesi’nin türban konusunda verdiği kararın ardından, seçimlere ve rejimin seçim sonrası geleceğine dair ilk hamleler ortaya çıkmaya başladı.
AKP yönetimindekiler ceza alınacağı konusunda ikna oldukları için olsa gerek, olası iki durum (kapatılma ve/veya yasaklama) karşısında yeni çözümler bulmaya çalışıyorlar. Kapatılma kararına karşı, eski Refah Partili “söz dinleyen” ağabeylerine yeni bir parti kurdurma işini verdiler. T.Erdoğan’ın siyasi yasaklı haline gelmesi durumunda ise işler çok karışacak. Gül’ün olmadığı, Arınç’ın meşruiyet sıkıntısı çekeceği ve üçüncü bir kişinin bulunmadığı göz önüne alınırsa, AKP’de çok ciddi bir liderlik problemi yaşanacağı açık. Üstelik bu durumda dokunulmazlığı kalkacağından korunmasız kalacak olan Erdoğan, mahkeme kapılarını aşındırmak zorunda kalabilir. Tam da bu yüzden Erdoğan’sız bir AKP, gerçek bir kaos demek olacak. Erdoğan’ı kurtarmak AKP yönetimi için farz haline geldi.
Erdoğan’ı önceden yapıldığı gibi bir ara seçimle, mesela yine karısının memleketinden seçtirmek en rahat çözüm olarak düşünüldü. Ancak çok geçmeden kazın “kanadının” görüldüğü gibi olmayabileceği anlaşıldı. Emekli başsavcı Sabih Kanadoğlu, “yasalara göre, Erdoğan’ın yeniden meclise girebilmesi ancak (genel seçim sonrası oluşacak) yeni bir yasama döneminde mümkün olur” açıklamayla hesapları bozdu (Erdoğan’ın, Kanadoğlu’nu her fırsatta aşağılaması da bu yüzden olsa gerek). Daha önceleri Kanadoğlu’nun mütalaalarını pek ciddiye almayan AKP, bu kez kötü olasılığı esas alarak eşeği sağlam kazığa bağlama eğiliminde. Dolayısıyla geriye kalan tek seçenek, erken genel seçim. Ancak bu seçeneğin de büyük zorlukları ve kendi içinde yapılması gereken ince işçilikleri var. İlk önce bir yılını bile doldurmamış milletvekillerinin 300’e yakınını (maaşından, çıkarlarından, TBMM kartının ayrıcalıklarından, karizmasından feragat etmeye) ikna etmek gerek. “İlk sıralarda yer verilecek” sözü bile çoğu milletvekili için yeterli olmaz. Tehdit işe yarar mı, bilinmez (“Bu gemiden inen, bir daha binemez”). Hadi işe yaradı diyelim, o zaman da erken seçim kararının zamanlaması çok önem kazanacak. Dokunulmazlığı kalkacak olan Erdoğan’ın yeniden milletvekili seçilip dokunulmazlık kazanana kadar geçecek olan zamanda, hakkındaki davalardan dolayı başına bir şey gelme ihtimali unutulmamalı. Ayrıca derinleşen ekonomik kriz giderek AKP’yi sarsıyor. Bu yüzden Erdoğan, AKP hakkındaki kararın bir an önce, adli tatil süreci sona ermeden verilmesini istiyor.
Ancak “kazın ayağı da kanadı da” öyle değil. Karşı taraf da (bu seferki muharebede öne çıkan yargı kadroları) bu tabloyu bildiğinden, ona göre önlemler alıyor. İlk göze çarpan önlem, DTP’yi kapatma davası ile AKP’yi kapatma davasını aynı manzaranın içine almak. İkinci önlem, yurtdışından gelecek tepkilerin törpülenmesi ya da törpülenerek yurtiçine aktarılması. Ayrıca kapatma kararı tarihini mümkün olduğunca yerel seçimlere yaklaştırmak.
Böylesi bir atmosferden çıkarılacak ilk ve en önemli sonuç; bir iktidar boşluğunun oluştuğudur. Oluşan bu iktidar boşluğu da şimdiden sonuçlarını vermektedir.
Hükümet, Anayasa Mahkemesi Başkanı ve Merkez Bankası Başkanı’ndan sonra YÖK Başkanı’yla da papaz oldu. YÖK Başkanı’nın İmam Hatip Liseleriyle ilgili “gerekirse bu zıkkımların hepsini düz lise yapalım” sözleriyle yaptığı “patavatsızlık”, AKP saflarında şaşkınlığa ve “güvendiğimiz dağlara kar yağıyor” duygusuna yol açtı. Ayrıca, AKP’li bakanlar başta olmak üzere neredeyse bütün AKP kadroları, devlet icraatlarından çok kişisel ihtiyaçlarına yönelik icraatlara önem verir hale geldiler.
Bu süreç boyunca Erdoğan’ın parti içi kanatları kontrol edememesi ve Fethullahçılarla, devlet bağlantılı ekibin arayışları dikkat çekici. Özellikle Fethullahçıların, kontrollerinde bulunan (İslamcı cenahın elindeki en güçlü) operasyonel aygıtlarla ve servis edilen bilgilerle çatışmanın gidişatına kumanda etmeleri Erdoğan’ı zor durumda bırakıyor. Erdoğan vitrinde çatışma görüntüsü verirken, Fethullahçılar üstten sürekli uzlaşma mesajları veriyorlar. Buna karşın alttan alta, Erdoğan gaza bastığında duran, geri çekildiğinde taktik saldırılar düzenleyen bir çizgi izliyorlar.
Bu arada F.Gülen hakkındaki beraat kararının Yargıtay tarafından onaylanmasıyla birlikte yurda dönüşünün hukuken önü açıldı. Ancak bunun için uygun bir dönemin beklendiği anlaşılıyor.
YAŞ’ın da yaklaştığı bu günlerde, tıpkı geçen seferki Genelkurmay Başkanlığı seçiminde olduğu gibi, ortalık yine Genelkurmay ile ilgili belgelerle hareketleniyor. Sıkı bir “servis” yayıncılığı yapan Taraf gazetesi, Genelkurmay’ın Dolmabahçe mutabakatı sonrasındaki stratejisini açığa çıkaran bir belgeyi yayınladı. Vakit gazetesi ise meşrebine uygun biçimde, müstakbel Genelkurmay Başkanı İ.Başbuğ’un Yahudilerin “Ağlama Duvarı” önünde çekilmiş kippalı fotoğraflarını bastı.
Bunları Ağustos ayı pazarlıklarının bir parçası olarak değerlendirmek gerek. Zira Ağustos ayı, gelecek süreç açısından, rejim içi pazarlıkların gidişatındaki ilk sinyallerin ortaya çıkacağı dönem olacak. AKP’nin kapatılma davasının uzayıp uzamayacağı, yani seçimlerin tarihinin bu kış mı, yoksa önümüzdeki bahar mı olacağı Ağustos-Eylül itibariyle belli olacak. Komuta kademesinin YAŞ atamalarıyla birlikte şekillenişi de Ağustos’ta belirginleşecek. Geçtiğimiz günlerde tüm büyüklerin de içinde olduğu 21 üniversitede yapılan ve AKP’ye karşı akademik camiadaki tepkinin ortaya çıktığı rektörlük seçimlerinin ardından, rektörlük atamaları da Ağustos’ta yapılacak.
Bu hengâme içinde, geleneksel sermaye temsilcileri de kendi ataklarını başlattılar. TÜSİAD geniş bir mutabakat görüntüsüyle gerçekleştirmeye çalıştığı bir toplantıyla önümüzdeki döneme ilişkin önerilerini sunmaya yöneldi. Ama geniş mutabakatı sağlayamadığı gibi, artık yıpranmış olan eski yurtdışı transferinin (Derviş’in) de olumlu bir yankı yarattığı söylenemez. Derviş halen Türkiye’de sürmekte olan ekonomik krizin küresel nedenlerden çok, mevcut ekonomi politikaların uygulamasındaki yetersizliklere bağlanması gerektiğini vurgulayarak, isim vermeden AKP’yi suçladı.
TÜSİAD toplantısı bazı şeyleri iyice berraklaştırdı. Yeni bir anayasa oluşturma önerisi olsa olsa bir vur kaç taktiğiydi. Asıl olan yeni bir siyasal oluşumun önünü açma adımıydı. Ama bu arayış şimdilik fiyasko ile sonuçlandı. Zira halk kitlelerine bir kez daha Derviş ya da benzeri bir kurtarıcı masalını yedirmek kolay değil. Kutuplaşmış sermaye blokları açısından ise bir tarafın temsilcisi etrafında herhangi bir kurtarıcılık misyonu gerçekleştirilemeyeceği açığa çıktı. Tüm bunlara rağmen, bu adım TÜSİAD’ın durumu biçimlendirme hamleleri yönünden bir açılış olarak algılanmalı ve arkasının geleceğine kesin gözüyle bakılmalı.
Bu arayışların arka planına ışık tutması açısından, geleneksel tekelci sermayenin duayeni Rahmi Koç’un bugünler için hiç de rastlantısal olmayan, öz-eleştirel bir tavırla, geleceğe dönük otoriter beklentilerini yansıttığı sözlerine kulak vermek de gerekli: “1960-70’lerde G. Kore’de diktatörlük farklı sermaye güçlerini farklı sektörlere yöneltti ve G. Kore başarı sağladı. Bizde ise demokrasi denilerek her önüne gelen otomobil üreticiliğine soyundu ve hepimiz başarısız olduk”.
Elbette TÜSİAD’ın bu adımları İslami cenahta da cevapsız kal
madı. Sermaye ve işçi kesimleri adına TOBB ile Türk-İş ve Hak-İş toplantıya katılmazken, basın salvoları sürece eşlik etti. Yeni Şafak, dünya elitlerinin bir araya geldiği Bilderberg toplantılarını yeniden gündeme taşıyarak, küresel finans oligarşisinin ve mason biraderlerin kumpasları üzerine Doğan medya ile sıkı bir polemiğe girişti.
Kapatma davası karşısında farklı ABD ve AB odaklarının bir kısmının “bu sorun Türkiye’nin iç işidir” demeçleri, diğer bir kısmından ise AKP’ye destek mesajları, gerçekte bu güçlerin farklı atlara ve farklı senaryolara bir arada oynadıklarının ve bir kriz yönetimi politikası izlediklerinin göstergesidir.
Ülkedeki bu gelişmeler açısından, dananın kuyruğunun kopacağı dönem sonbahar olacak.
Öte yandan iktidar boşluğu, yalnızca egemen sınıf politikalarında “yeni arayışları” öne çıkarmakla kalmıyor; yıllardır Türkiye’nin temel sorunlarını değiştiren egemen sınıf politikalarının dışında gelişen sol seçeneklerin ve emekçi halk muhalefetinin etkisini artıran bir genel ortam da doğuruyor. İşçi hareketlerinin kısa bir sürede “etkili hareketler” görünümünü kazanması; 1 Mayıs sürecinin solu öne çıkarması; Barış Meclisi’nin Kürt sorununun çözümü açısından bir ilgi odağına dönüşmesi gibi olgular bu doğrultudaki somut göstergeler.
Böylesi bir ortamda, Türkiye toplumunun ilerici politik merkezleri ile ilerici emek örgütlerini bir araya getiren; düzenin ve rejimin saplandığı bataklığı geniş halk yığınlarına gösteren; emekçi halkın temel hak taleplerinden hareket ederek toplumun önüne bir “sol çözüm programı” koyan bir ilerici güç merkezinin her zamankinden daha etkili bir inisiyatif ve hareket alanı kazanabileceği açık. Önümüzdeki dönemin politik çatışma sürecinde, emekçi halkın ilerici siyasetlerinin egemen sınıfların bir veya diğer kesiminin kuyruğuna takılmasına engel olabileceği görülüyor.
Bu ortamda, dar, organize ve adeta “hormonlu” bir akım görüntüsü veren liberal ve sol liberal elitin yine erken hamlelerle, sol hareketin bu gelişme zeminini şimdiden kaplamaya ve oyalamaya yöneldiği görülüyor. Genç Siviller’in öncülüğünde, liberaller, liberal solcular, kimi Kürt çevreler ve İslamcılarla birlikte kurulan ‘Darbeye Karşı 70 Milyon Adım’ Platformu’nun İstiklal Caddesi’ndeki protesto gösterisi, bu liberal uçukluğun alabileceği boyutları göstermesi açısından anlamlıydı. Keza dokuz canlılığını defalarca kanıtlayan sol liberal odakların toplantıları da, bu çevrelerin seçim ataklarının diğer örnekleridir.
Bu gelişmeler başta Kürt hareketi olmak üzere toplumsal muhalefetin tüm kesimlerini, emek hareketinin önderlerini, çeşitli sol çevreleri ve tutarlı aydınları düşündürmeli ve liberal solun etki alanı içinde hareket edip etmeme konusunda artık karar verilmelidir.
Örneğin, A.Öcalan’ın cezaevi görüşmelerinde dile getirdiği çatı partisinin, liberallerle, genç sivillerle, İslamcılarla ittifaka dayalı bir çatı partisi olduğu çok zorlama bir yorum olur. Kürt hareketinin genel olarak AKP’yi karşısına alan çizgisi ile İstiklal Caddesi’ndeki gösterinin AKP’ye yedeklenen çizgisinin aynı kapıya çıkmayacağı aşikâr iken, hareket üzerindeki liberal basıncın kaynakları açıklığa kavuşturulmalı ve tercihleri belirginleştirilmelidir.
Aynı şekilde, ÖDP içerisinde sol liberalizme karşı iddia güden çevrelerin de, sol liberalizmin bayraktarlığını yapan BAK ile ilişkilerini ve BAK aracılığıyla örülen liberal politik çizgiyi özellikle bu dönemde gözden geçirmeleri kaçınılmaz hale geliyor.
Sol böyle bir döneme, yıllardır kendisine musallat olan liberal manipülasyonların etkisini püskürtmeden giremeyeceği gibi, bu sürecin gereklerine tek başına ayrı ayrı siyasal yapılarla da yanıt veremez. Ancak gereksinen birliktelik tek tek siyasal yapıların basitçe bir araya getirilmesi ile de oluşturulamaz. Birlik için her şeyden önce etkili bir politik eksen ve güçlü bir meşruiyet gereklidir.
Artık açıkça görülmektedir ki güçlü bir politik eksen, neo-liberal politikalara karşı halkın haklarının; gericiliğe karşı ilerici, özgürlükçü değerlerin savunulmasıyla inşa edilebilir. 2 Temmuz protestolarıyla, enerji ve su hakkı mücadeleleriyle, pahalılığa karşı eylemlerle toplumsal muhalefette yeni bir zeminin mayalanmasına hizmet edecek olan yaz dönemi bu eksenin oluşturulması açısından oldukça elverişlidir.
Güçlü bir meşruiyet ise izlenen çizginin halk katmanlarının çıkarları açısından taşıdığı tutarlılık kadar, izlenen tarzın hak elde etme ataklığıyla birleşmesi ve en geniş kesimleri harekete geçiren bir yapıya kavuşmasıyla sağlanabilir.