KENAN KALYON: Çatı partisi önerisi ‘siyasi demokrasicilik’ Soldaki tartışma ve arayışlara kolaycı bir yaklaşımla ele almanın hiçbir ilerletici etkisi olmadı. Sosyal kesimlerin ve siyasal aktörlerin durumunu kavramadan atılan her adım akamete uğramaktadır. Bu açıdan soldaki arayış ve tartışmaları Kenan Kalyon’la bu perspektiften değerlendirmeye çalıştık. »Solun içinde bulunduğu durumdan çıkış için değişik tartışmalar ve arayışlar söz […]
KENAN KALYON: Çatı partisi önerisi ‘siyasi demokrasicilik’
Soldaki tartışma ve arayışlara kolaycı bir yaklaşımla ele almanın hiçbir ilerletici etkisi olmadı. Sosyal kesimlerin ve siyasal aktörlerin durumunu kavramadan atılan her adım akamete uğramaktadır. Bu açıdan soldaki arayış ve tartışmaları Kenan Kalyon’la bu perspektiften değerlendirmeye çalıştık.
»Solun içinde bulunduğu durumdan çıkış için değişik tartışmalar ve arayışlar söz konusu. Sizce solun sorununu nasıl tanımlamak gerek?
“Sol” derken muğlâk ve sınırları keyfi biçimde çizilmiş bir alandan söz etmemek için, önce bir tanım vermek gerekiyor. Bence bu tanım şu olabilir: Eşitlik, özgürlük ve toplumsal adalet ülkülerine bağlı, kendisini bir düzeyde emeğin ve ezilenlerin davasıyla ilişkilendiren, Aydınlanmanın “insan yazgısını kendi eline almalıdır” çağrısına sahip çıkan, verili bir uğraktaki güç dizilişleri içinde tarihsel-toplumsal ilerleme kutbunda yer alan ve bir evrensellik ufku bulunan bütün kişi ve akımlar sol kümeye dâhildir. Ama bu ölçütlerin en azından bir ikisini asgari ölçüde karşılamayanları sola ait saymak için de herhangi bir neden yok. Bu tanımın sosyalist hareketten çok daha geniş bir alana, bu hareketin ayırt edici çizgilerinin ötesinde bir “ortak payda” alanına işaret ettiği açık. Ama bazı daralma dönemlerinde, sosyalist hareket bu ortak paydaların tek taşıyıcısı olarak kalabilir. Bu kayıtla “sol” diye devam edebiliriz.
»Bu tanımı veri alsak, nedir sol kümenin sorunu?
İlk söylenecek olan şudur.. Türkiye’de direngen, inatçı, dövüşken ve mitolojideki Sisyphos gibi mükerrer çabalardan yılmayan direşken bir sol damar var. Hem de yıllardır süren oldukça kuşatıcı olumsuz koşullara ve bir iki istisnayla elle tutulur şevklendirici başarılardan epeydir mahrum olmamıza rağmen. İnsanlar mevzi tutmaya çalışıyor, güç biriktirmek için didiniyor, yeni kadrolar yetiştirmek için uğraşıyor, türlü denemelere girişiyor, buldukları fırsatlara abanıyor ve de bedel ödüyorlar. Bunun “elde var bir” anlamında bir değeri var. “Elde bir” yoksa solun sorunları hakkındaki bütün konuşmalar beyhudedir. Sol uzun süredir savunmada. Bir yükseliş eğrisi yakalayamıyor, belirli eşiklerin ötesine nicel ve nitel bir sıçrama gerçekleştiremiyor. Anlamlı bir toplumsal-sınıfsal destekten, meşruiyetten, emekçiler arasında ve yerel zeminlerde kök salmış kültürel bir yerleşiklikten yoksun. Bu yoksunluk onu çoğu kez düzen için kalkış noktaları olan temelsiz “sol dalga” beklentilerine ve meşruiyet arayışlarına itiyor. Siyasal süreçlere kendi yönünden damga vuramıyor, belirlemekten çok belirleniyor ve kendi bağımsız hattının icabı olan stratejik yönelişleri ve taktik açılımları gerçekleştirmek yerine, düzen içi gerilimlerin yarattığı kutuplaşmaların basıncı altında yalpalıyor. Cürmünden fazla yer yakacağı bir ideolojik hegemonyanın çok uzağında. Daha da önemlisi, Türkiye’nin bu kez eş zamanlı olarak keskinleşen çelişkilerinin, dünya çapında birbirini besleyerek gelen ve bileşik bir dinamik yaratmaya başlayan ekonomik ve ekolojik krizlerin şekillendirmekte olduğu yeni konjonktürün öne sürdüğü görevlerle solun algısı, donanımı, hazırlığı ve yığınağı arasında büyük bir açı var.
»Yeni konjonktürden kastınız nedir?
Bir kere, dünya çapında, eninde sonunda Türkiye’ye de ciddi yansımaları olacak yeni bir konjonktür şekilleniyor. Neresinden bakılırsa bakılsın kapitalist küreselleşme tekliyor. Bu küreselleşmenin en arsız savucuları dahi artık en azından mütereddit hale geliyor veya fikir değiştirmeye başlıyorlar. Uzunca bir zamandır çeşitli yöntemlerle ötelenen yeni bir “büyük buhran”ın ayak sesleri gittikçe daha kuvvetli bir şekilde işitilir oldu. Bu anlamda haleti ruhiye veya “zamanın ruhu” değişiyor. Konuya Karl Polanyi’nin “sarkaç teorisi”nden kalkarak da açıklık getirebiliriz. Bu teorinin özü şu: Kapitalizmin tarihi, aynı zamanda, toplumun var oluşu ve yeniden üretiminin gerekleriyle bağdaşmayan dizginsiz piyasacılıkla, bunun yol açtığı derin tahribata karşı kendisini savunmaya geçen toplumun bazen sermaye sınıfının yeniden devletçi kesilen kesimiyle de kesişen karşı tepkisinin oluşturduğu bir sarkaç hareketidir. Dizginsiz piyasacılık tökezlediğinde, hangi öznelerin devreye gireceğine ve güçler dengesine bağlı olarak üç olasılık belirir: Toplumsal devrim, işçi sınıfı ile sermaye arasında yeni bir uzlaşma dengesi ve faşizm veya başka türden bir otoriter rejim. Bunun altına bir de Türkiye’nin bir sarmal halinde eş zamanlı olarak keskinleşen çelişkilerini, Türkiye’deki düzenin de çelişkileri öteleme olanaklarının tükenişini ve “cumhuriyet”in bu haliyle sürdürülemezliği gerçeğini yerleştirmek gerekiyor. Hasılı, büyük riskleri ve fırsatları bir arada barındıran nazik bir döneme giriyoruz. Sol, bu dönemden bir sıçramayla çıkabileceği gibi, hüsrana uğrayarak da çıkabilir
»Sol bu durumu nasıl aşabilir?
Bu soruya kolaycı bir biçimde “birleşerek” diye cevap vermeyeceğim. Belirli bir ölçek büyüklüğü yakalayarak, siyasete müdahale etmeyi önlüyor. Öte yandan, nedenlerine girmeyeceğim ama, bu parçalı tabloyu öne çıkan odaklardan birinin kendi doğrusal gelişmesiyle zaman içinde sadeleştireceğine de inanmıyorum. Buna rağmen, birkaç nedenle sorunun cevabı birlik değil. Birincisi, Türkiye solunun ana meselesi “birlik” değil, bir yeniden kuruluş, koşulları karşılayan bir yeniden mevzilenme, kendi kuramsal ve tarihsel müktesebatından kopmayan, bildik uçuk yenilenmeciğe pirim vermeyen bir yaratıcı yenilenme. Birlik ancak bunun bir yan ürünü, bu arada ve bu vesileyle elde edilen bir çıktı olabilir ve olmalıdır; ama kendisine olmadık beklentiler yükleyen mucizevi bir çıkış yolu değil. İkincisi, stratejik yönelişler ve taktik açılımlar bahsinde, Türkiye solunun çeşitli öbekleri arasında ciddiye alınması gereken ve bazı tasnifler yapmayı mümkün kılan farklılıklar oluşmuş durumda. Bunları tartışmadan ve pratikte sınamadan sağlıklı birleşmeler yapamayız. Üçüncüsü, meseleyi yeterince aşina olduğumuz “birlik görüşmeleri ve tartışmaları” temrinlerinden artık kurtaracak güvencelere kavuşturacaksak, kantarın topuzunu içinde birliğin de kotarılacağı ve birliğin çimentosu işlevi görecek büyük siyasal-sınıfsal görevlere kaydırmak durumundayız. Bu söylediklerim, birbirlerine zaten çok yakın duranların şimdiden birleşmelerine elbette yasak getirmiyor.
»Peki nedir büyük görev ya da mevcut durumu aşma yolu?
Türkiye solu, etkili bir sendikal harekete yaslanan siyasal bir işçi hareketi, işçi sınıfının yeni bileşiminin siyasal ifadesi olacak bir emek kutbu inşa etmeye odaklanmak, enerjisinin azamisini bu göreve hasretmek durumundadır. Buna işçi sınıfının kendisini yeniden kurma sürecine müdahil olmak da diyebiliriz.
»Bundan neyi kastediyorusunuz?
Kastedilen kendi kulvarında ve yalıtık biçimde inşa edilecek bir işçi hareketi değil. Daha baştan toplumsal muhalefetin çeşitli öğelerini kendi yörüngesine çeken, ilk bakışta yan yana gelmez gibi gözüken güçleri yakınlaştıran, bir halk blokunun örülmesinin yolunu açan, güçleri yeniden dizerek bir “sosyal cumhuriyet”in kurucu iradesini şekillendiren, varlığıyla düzen içi gerilimleri de başkalaştırarak taşları yerli yerine oturtan ve işçi hareketini baskılayan etnik gerilimi bir kardeşleşme ve ortak mücadele sürecinde yumuşatan bir işçi hareketi.
»Son sosyal güvenlik yasası eylemleri ve 1 Mayıs neyin işare
ti?
Son zamanlardaki kısmi kıpırdanışıyla bile, işçi hareketi bu kapasiteye sahip olduğunu kanıtladı. Aslında, AKP’nin 1 Mayıs’taki pervasız saldırısını da buna ve işçilerin tazelenmiş bir özgüvenle sahneye çıkmasını önleme refleksine yorabiliriz.
»Sol nasıl bir politik zeminde kendi ayakları üzerine kalkmayı başarabilir?
Aslında örtük biçimde bir politik zemin tarif etmiş oldum. Ama mesele, solun yukarıda bahsedilen iç farklılıklarından kalkarak açılabilir. Politik zemin teklifleri babında, kaba bir tasnifle üç eğilimden söz edilebilir: Tutulacak ana halka anti-emperyalizm ve bunun uzantısı olarak “yurtseverlik” izleğidir diyenler; askeri vesayet rejimini tasfiye edecek ve Türkiye’yi demokratikleştirecek bir “demokratik cephe”nin inşasının öncelikli görev olduğunu, sınıf mücadelesi için daha elverişli zeminlerin ancak bu yolla elde edilebileceğini ileri sürenler ve “sosyal dava”yı, neo-liberalizme karşı mücadeleyi başa almamız gerektiğini savunanlar. Siz de yukarıda çeşitli çıkış yolu arayışları derken, sanırım bunları kastettiniz.
»Yani siz üçüncü eğilime yakınsınız?
Bazı önemli kayıtlarla evet. Siyasal bir işçi hareketinin inşa edilmesi görevine bağlanmadıkça, meselenin adı doğru biçimde işçi sınıfına yönelik kapitalist taarruzun püskürtülmesi diye konmadıkça, salt “neo-liberalizme karşı mücadele” küreselleşme reformculuğu içine hapsolup kalabilir. İkincisi, “neo-liberalizme karşı mücadele”yi ve “sosyal dava”yı başa alma, Türkiye’nin diğer çelişkilerinden, özellikle de birinci eğilimde de gözlemlediğimiz gibi Kürt sorunundan kaçışın gerekçesi olamaz. Emek ekseni, aynı zamanda birleştirici, bir zamanlar bu topraklarda “Zonguldak-Botan el ele” sloganında ifadesini bulduğu gibi, ortak bir gelecek perspektifini kuvvetlendirici, çeşitli kurtuluş mücadelelerini yeni bir düzleme taşıyıcı bir eksen olduğu için de vazgeçilmezdir. Üçüncüsü, meseleyi sadece “neo-liberalizme karşı mücadele” gibi görece iktisadi bir düzlemde tutmak, kurucu bir programa ve öznelere olan ihtiyacı göz ardı etmek demektir. Unutmayalım ki, önümüzdeki yıllar aynı zamanda “cumhuriyet mücadeleleri” yılları, yani Türkiye’nin gelecekte nasıl bir cumhuriyet olacağını tayin edecek yıllar olacaktır.
»Daha çok DTP, SDP ve EMEP önerisi olarak tartışmaya açılan “çatı partisi” önerisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürt hareketinin AKP’ye karşı muhalefetini sol bir çizgi üzerinden yürütmesi, ciddi bir etnik yarılmaya rağmen kendi içinde “ilkel milliyetçilik” diye nitelediği eğilime prim vermemesi, Türkiye solu ile işbirliği, hatta “stratejik ortaklık” yönünde kuvvetli bir niyet ve irade bildiriminde bulunması, bunu birlikte yaşama arzusunun bir ifadesi olarak anlamlandırması ve “Newrozla 1 Mayıs’ı birleştirmek”ten, anti-kapitalist olmasa bile, anti-tekel bir mücadeleden söz etmeye başlaması bir değer biçilmesi ve karşılık bulması gereken gelişmeler. Bütün bunlara “pragmatizm” denilip geçilemez.Öte yandan, görünür bir gelecekte merkezinde siyasallaşan bir işçi hareketinin yer alacağı bir üçüncü kutbun, bir “halk bloku”nun inşası çok büyük ölçüde Kürt hareketinin tavrına ve rotasına bağlı.
»Bu değerlendirmeleriniz ekseninde Çatı Partisi önerisine nasıl yaklaşıyorsunuz?
Öneriye gelince, bir örgütsel model olarak “çatı partisi”nin uygulanabilir bir model olup olmadığı ikincil bir konudur. Önemli olan önerinin esası, çatı partisine yüklenen misyon ve teklif edilen programatik zemindir. Önerinin esası veya “ruhu” ise sorunludur, yanılsamalara dayanmaktadır ve tabiri caizse boğayı boynuzundan kavramamaktadır.
»Nedir bunun nedenleri?
En önemli neden önerinin toplumsal-sınıfsal zeminlerinden koparılmış bir “siyasi demokrasicilik” ufku içinde kalmasıdır. Bu bakımdan, yukarıda Türkiye solunu tasnif ederken sıralanan ikinci eğilime denk düşmektedir. Önce ve öncelikle siyasi demokrasiyi kazanma taktiği neden yanılsama olsun denebilir. Liberalleri ve soldan liberalizme ilticalar nedeniyle bizim uydurduğumuz bir tabirle “sol-liberal”leri durmaksızın açmaza düşüren bir fantezi var: İktisadi liberalizmle siyasi liberalizm veya demokrasinin genişliği arasında bir karşılıklı gerektirme ya da simetri ilişkisi olduğu fantezisi. Oysa kapitalizmin tarihi tekrar tekrar tersine bir ilişkiye tanıklık ediyor. Yani emekçi halk ve ezilenler iktisadi liberalizme set çektiği ölçüde demokrasinin sınırlarını gerçekten genişletebilir. İşte öneri, bu asimetrik ilişkiyi görmediği için bir yanılsamaya dayanmaktadır. İkinci neden, münhasıran Kürt hareketini ilgilendiriyor. Türkiye solu halen çok sınırlı bir temsil kabiliyetine sahip olduğu bugünkü koşullarda, onunla “stratejik ortaklık” ne yazık ki doğrudan doğruya Batı’daki emekçilerin sempati ve desteğini kazanmak anlamına gelmiyor. Türkiye solu kendi temsil kabiliyetini yükseltmedikçe ve siyasal bir işçi hareketi sahnede yerini alıp denklemi değiştirmedikçe, bunu yapar veya yapamaz ayrı bir mesele ama, “Türkiyelileşme” konusu Kürt hareketinin bir iç dönüşüm geçirmesine bağlıdır: Sadece bir ulusal hareket olmakla yetinmeyip aynı zamanda bir “sosyal hareket” olmak. Konu son derece hassas, malum “ulusal birlik” bir ulusal hareketin varlık nedenlerinden biridir. Ama çok büyük ölçüde “proleter bir ulus” söz konusuysa, bazen sosyal bir hareket haline gelememek aslında ulusal birliği de yitirmek anlamına gelebilir. Kısmen ilkiyle ilgili üçüncü neden, önerinin Türkiye’deki rejim içi kutuplaşmayı hafife alan bir toptancı gerekçeye dayanmasıdır: Aralarındaki nüanslar ne olursa olsun, karşımızda tek bir çatıdan yönetilen bir egemen blok vardır; bunun karşısına kendi çatı partimizi dikelim!… Genelkurmayla AKP arasındaki mutabakattan ve Kürt coğrafyasından bakıldığında kısmen haklı ve ilk bakışta daha radikal görülebilecek bu toptancılık, daha dikkatli bir gözle irdelendiğinde, aslında ciddi bir zaafla maluldür: Fiilen var olan düzen içi kutuplaşmanın taraflarına karşı doğru bir mesafe tayin edememek ve demokrat gözükenin sahteliğini göstererek onun soluna yerleşmek.
Kısacası, “çatı partisi” önerisinin esası sorunludur ve öneriyi ortaya atanların eleştirilere kulak vermelerinde sayısız fayda vardır.