Türkiye’deki yasal İslamcı hareketin liderliğini Erbakan’dan devralan Tayyip Erdoğan’ın, devletin Kemalist elitiyle giriştiği iktidar kavgasında yeni bir aşamaya girildi. Uzunca bir süredir devam eden iktidar kavgası, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve YÖK atamalarıyla yeni bir güç dengesine ulaşmasının ardından yargı alanına da sıçradı. Çatışma bir kez bu noktaya geldikten sonra, tarafların çatışma başlamadan önceki durumda kalabilmeleri olanaklı […]
Türkiye’deki yasal İslamcı hareketin liderliğini Erbakan’dan devralan Tayyip Erdoğan’ın, devletin Kemalist elitiyle giriştiği iktidar kavgasında yeni bir aşamaya girildi. Uzunca bir süredir devam eden iktidar kavgası, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve YÖK atamalarıyla yeni bir güç dengesine ulaşmasının ardından yargı alanına da sıçradı. Çatışma bir kez bu noktaya geldikten sonra, tarafların çatışma başlamadan önceki durumda kalabilmeleri olanaklı değil. Bu yeni evre, çatışmanın iki tarafı açısından da ciddi sonuçlar doğuracak. Ya AKP’nin “teo-liberal” iktidarı, Yargı’yı da en azından “tarafsız bölge” haline getirerek pekişecek, ya AKP ile iktidarını kuşatan geleneksel devlet eliti arasındaki çatışma ciddi bir siyasi istikrarsızlıklar dönemini başlatacak, ya da iki taraf da törpülenerek yeni bir düzlemde uzlaştırılacaklar.
Uzunca bir süredir iktidar mücadelesinin uzağında olan sol hareketlerde ise bu süreç travmatik bir biçimde işliyor. Şu anki iktidar mücadelesinin dışında kalan tüm güçler gibi sol da, egemenler arasındaki bir kavgada taraf tutmaya zorlanıyor. Toplum bu baskın saflaştırma ekseninin etkisi altında şekillenirken, bütün bu çatışmanın bir başka ışık altında görülmesini sağlayacak bir toplumsal güç merkezi oluşturmayan, güçsüzlükle malul Türkiye sol hareketi “sıkışıyor”. Kendisi bağımsız bir politik güç merkezi oluşturamayan “sol”un toplum içindeki politik konumu var olan gelişmelere “ne diyorsun” sorusuyla belirleniyor. Bu soru karşısında verilen her somut yanıt, taraflardan birinin yanında görülmeye yol açıyor. Yanıt vermemek ise “siyaset yapmama” veya yanlış içerikte bile olsa toplumda karşılığı olan taraflaşmalarda devre-dışı kalmak olarak algılanıyor.
Sonda söyleyeceğimizi baştan söyleyelim: Bugünkü politik saflaşma düzlemi karşısında “sol politika”, bu politik saflaşma düzlemini reddetmeli ve halkın ilerici dinamizminin önünü açacak bir başka toplumsal-politik saflaşma sürecini öne çıkarmayı ana hedef olarak bilinçlere kazımalıdır. Politik tutum alıştaki bu önceliği gözeterek tavır geliştirmelidir. Bunun nedeni, “egemen sınıf ve güçler arasındaki bir çatışmanın ilerici bir tarafının olmaması” değildir. Egemen güçler arasındaki çatışmalar, değişik gericiliklerin birbiriyle çatışmaları dahi olsalar, kimi zaman toplumda ilerici bir dinamizmin gelişmesine de yol açabilir. Örneğin emperyalist merkezler arasındaki bir “pazar paylaşım savaşı” olduğu bilinen I. Dünya Savaşı, içerisinde devrimci güçlerin gelişmesine olanak sağlayan bir düzlem oluşturmuştu. Oysa devlet iktidarı için yürütülen mücadelenin belirlediği bu çatışma düzlemi, içerisinde devrimci güçlerin gelişebileceği herhangi bir saflaşma ekseni sunmuyor. “Demokrasi”, “özgürlük”, “kimliklere saygı”, “laiklik”, “bağımsızlık” gibi kavramlarına karşın, iki iktidar bloğu da “kendi çatışmaları”nın “kurulu düzeni aşan” bir yönde gelişmesini önleme konusunda aşırı hassas. Ülkemiz solu ve toplumsal muhalefetinin ise bu çatışma alanında, söz konusu “önlemleri” etkisiz hale getirecek kapasiteye sahip olmadığı hepimizin kabul etmesi gereken bir gerçek.
Bu nedenle, “sol politika” adına, bu çatışma karşısında “aldığımız tavır”a aşırı bir anlam yüklememekte yarar var. “Bağımsızlığa”, “cumhuriyete” ve “laikliğe” vurgu yaparak, “siyasetin bir kırılma anında” bağımsızlıkçı, aydınlanmacı ve laik cephe içinde sosyalistlerin önderliği ele geçirebileceği iddiası da; özgürlük, demokrasi ve kimliklere saygıya vurgu yaparak, AKP’nin sınırlarını zorlayıp aşabilecek bir “demokratik güç merkezi” oluşturulabileceği iddiası da mevcut Türkiye solu ve Kürt ulusal hareketi için, içi boş, abartılı iddialar olacaktır. Bu güçler arasında şöyle ya da böyle bir “anlaşma”nın olduğu veya bu güçlerden birinin diğerinin “hakkından geldiği” bir “siyasi kırılma” anı ise “yedeklenenlerin” yedekleyenler tarafından “safra” olarak kenara atılacakları an olacaktır.
Oysa “temsili” AKP hükümetini alaşağı etmeye çalışan “devlet eliti”nin “darbeci”, faşizan niteliği reddedilebilir mi? Ya da, alaşağı edilen AKP hükümetinin başının her fırsatta “uzun ince bir yoldayız” diyerek, uzun vadeli bir “siyasi İslam stratejisi izlediği”nin altını çizdiği görmezden gelinebilir mi?
Peki ama AKP’nin kendisinin bir değil, birkaç “darbe ürünü” olduğunu, kendi kontr-gerillası, tekelci basını, partizanlık sistemi ve finans kapital temeli ile ülkemizdeki yeni sömürge kapitalizminin iktidarını örgütleyecek kendine özgü bir tarihsel blok oluşturduğu gerçeğini nereye koyacağız? Ya da Kemalist devlet elitinin savunduğu “Cumhuriyet”in, 1923’de kurulan “Bağımsız Cumhuriyet”in bizzat kurucularının marifetiyle ABD imalatı bir “soğuk savaş aygıtı”na dönüştürülmüş versiyonu olduğu; Kürtleri, komünistleri ve yoksul halkı düşman kabul eden bir “rejime” “derinlemesine” bağlı bir yapı oluşturduğu gerçeğini nereye koyacağız?
Ancak bu gerçekler çatışan iki egemen gücün tehditlerinin eşit ağırlıkta olduğu anlamına gelmez. Açık olan gerçek, bugün ılımlı İslam projesinin ve ana Amerikan politikalarının AKP’de kristalize olduğu ve asıl büyük tehdidi oluşturduğudur. AKP (veya AKP’nin temsil ettiği yeni iktidar bloğu) arkasına aldığı açık ABD desteği ve ABD aracılığıyla Genelkurmayla yaptığı uzlaşmaya bağlı olarak, bugünkü iktidar denkleminde tayin edici bir üstünlük sağlamış görünmektedir. Dolayısıyla geleneksel devlet elitiyle arasındaki çatışmada daha üstün konumdadır. Bu nedenle, bu çatışma karşısında alacağımız tutumda, AKP’nin emekçi halk açısından ifade ettiği gerici ve emek düşmanı tehdidin tam bir açıklıkla gösterilmesi gerekir. Bu nedenle, bu çatışmayı “yesinler birbirini” üslubuyla karşılamak, bağımsız tutum almak değil, politika dışı kalarak AKP’in ifade ettiği ağırlıklı tehdidi gözlerden gizlemek anlamına gelir. Buna karşılık, TKP’nin yaptığı gibi, AKP karşısında geleneksel devlet elitiyle utangaç ittifak siyaseti gütmek, bu alanda bağımsız bir çizgi izleme olanağını ortadan kaldırır ve bu siyaseti izleyen sol güçlerin geleneksel devlet elitine yedeklenmesi tehlikesine yol açar.
Bu noktada, “parti kapatmak demokrasiye sığmaz” gibi liberal saçmalıklara karşı durmak da önemlidir. “Demokrasi” ve “siyasi özgürlük” sorununu “herkese örgütlenme ve propaganda özgürlüğü” gibi soyut ilkelere dayalı bir konu haline getirmenin doğru olmadığı deneyimle sabittir. Bizler, sosyalistler olarak elbette, açık ve özgür siyasi faaliyet ve örgütlenmeye hakkımız olduğunu savunmalıyız; ülkemizdeki siyasi gericiliğin en önemli ifadelerinden biri olan “Kürtlerin ve siyasi temsil hakkını reddi”nin karşısına da dikilmeliyiz. Ancak bu mücadele platformunu savunabilmek için aynı zamanda “dinci güçlerin siyasi özgürlükleri”ni de savunmamız gerektiği iddiası hayatta karşılığı olmayan bir “düz mantık” saçmalığıdır.
Bugün karşı karşıya olduğumuz çatışma ne faşizmle demokrasi, ne sömürgecilikle bağımsızlık arasındaki bir çatışmadır. Çatışma eski ezenlerle yeni ezenler, eski uşaklarla yeni uşaklar arasındaki bir çatışmadır. Bu çatışmanın “taşımadığı özler”i taşıdığını varsayarak bu çatışmada taraf olmak, sadece bu çatışmanın birbirinden beter taraflarına taşımadıkları “erdemleri” yüklemek, AKP’yi ve Kemalist devlet elitini demokrasi ve bağımsızlık sunağında kendi kanımızla vaftiz etmekten başka bir anlam taşımaz.
Deneyimle sabittir; güçs
üzlükten güç üretmeye çalışmanın sola bugüne kadar fayda getirdiği hiç görülmemiştir. Öküze benzemeye çalışırken çatlayan Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük gibi haset kurbağalar, bu çabaların en aşırı görünümleri olarak bizlere ibret olmalıdırlar.
Maalesef, solu ayağa kaldırmanın bir “kolay”ı, “kısa yolu” yok. Şapkadan tavşan çıkarmak yalnızca göz bağcıların marifeti. Biz kendi “uzun, ince yolumuzu” izlemeli, bütün gücümüzü ve enerjimizi, egemen güçler arasındaki çatışmada solu “figüran” olmaktan uzak tutmaya çalışmak ve emekçi halkın hak ve özgürlük mücadelelerini bu çatışmaların gerçek niteliğini aydınlatan “gerçeğin ışığı” haline getirmeye yoğunlaştırmalıyız.
Bu yaklaşımımız masa başından bakıldığında “gündem dışı, devre dışı kalmayı seçmek” olarak görülebilir. Ama sokaktan bakıldığında göreceğimiz şey emekçi halkın “Sağlık Hakkı”, “Sosyal Güvenlik Hakkı”, “Barınma Hakkı”, “Su Hakkı” ve “Eğitim Hakkı” gibi hak mücadelelerinin buluşarak 1 Mayıs Meydanı’na doğru ilerlediği; bağımsız ve özgür Türkiye’de sosyal bir cumhuriyet arayışlarının somut hareket noktasını yaratmakta olduğu gerçeğidir.