Uzun yazıların okunmama sorununu bildiğim için, yöntem olarak, derdimi, “köşeli”, “provokatif” cümlelerle anlatmaya çalışacağım. Düşüncelerime dair tartışma açılırsa uzun uzun yanıt vereceğim. 1. KESK ve bağlı sendikalar hızla tasfiye edilmelidir. 2. Bu tasfiyeden doğan boşluk yeniden ve büyük bir hızla 1990’lı yılların başındaki heyecan ve coşku ile doldurulmalı; ancak bu kez bir yasa talebinden kaçınılmalı, […]
Uzun yazıların okunmama sorununu bildiğim için, yöntem olarak, derdimi, “köşeli”, “provokatif” cümlelerle anlatmaya çalışacağım. Düşüncelerime dair tartışma açılırsa uzun uzun yanıt vereceğim.
1. KESK ve bağlı sendikalar hızla tasfiye edilmelidir.
2. Bu tasfiyeden doğan boşluk yeniden ve büyük bir hızla 1990’lı yılların başındaki heyecan ve coşku ile doldurulmalı; ancak bu kez bir yasa talebinden kaçınılmalı, kamu emekçilerinin beklentileri ve talepleri üzerinden yeniden inşa edilecek bir süreç başlatılmalıdır.
Gerekçe: Bahar Eylemleri ile “tetiklenmiş” olan kamu emekçileri, hiçbir yasa ve benzeri şeye dayanmadan; emek tarihi açısından, hem Türkiye, hem de dünya emek tarihine önemli şerh düşecek bir mücadele vermiş, tarihin emek mücadeleleri açısından önemli bir deneyim yaratmıştır. Ne yazık ki bu deneyim ve birikim, izleyen yıllarda “koltuk kavgaları” ile anlamsızlaştırılmış, yozlaştırılmış; bürokratik, konformist, reformist “gruplar arası” ilkesiz, adaletsiz, ahlaksız tavırlarla eritilmiş, çürütülmüştür. Öyle ki, bir önceki seçim dönemlerinde “düşman” olanlar, bir sonraki seçim dönemlerinde “dost” olmuştur! Oysa, “düşman” olanlarda da “dost” olanlarda da yıllar itibari ile bir değişiklik olmamıştır. Bu durum, KESK ve bağlı sendikalarda sendikacılığın bir “yönetime gelme” sorununa indirgendiğini göstermektedir. Ancak, sendikacılık bu değildir. Bu tutum ret edilmeli. KESK’e bağlı sendikaların son seçim süreçlerindeki bu “sendikal tutum/politika”dışı davranışları kabul edilemez bulunmalıdır. Tersi durumda, geçmiş yılların deneyiminin bugüne taşıdığı birikim üzerinden bakıldığında daha hızlı bir çürüme ve yazlaşma ile karşı karşıya kalacağımız aşikardır. Zira, 1995 yılında X grup ile işbirliği yapanların, 1998 yılında Y grubu ile, 2002 yılında Z grubu ile işbirliğini yapmasını, kimse kimseye sınıf mücadelesi açısından bir haklılık/gereklilik/zorunluk olarak anlatamaz. Bu durum, sınıf mücadelesi ve toplumsal muhalefet açısından oldukça önemli ve sorunlu bir noktaya geldiğimizi gösteriyor.
Sonuç: Kapitalist cenahın “organik aydınlarının” da artık bir krizden yüksek sesle söz ettiği bir dönemde, “seçim” sürecine girmiş olan KESK ve bağlı sendikaların “uykuya” yatmış olması anlaşılır bir tutum olmasa gerek. Seçim sürecini ileri sürüp, bu söyleme şu veya bu şekilde müdahale etmemenin sendikacılık ile ilgisi yoktur. Olan bir “koltuk” kavgasıdır. 1995 yılından bu yana koltukları kazananların toplumsal muhalefet ve mücadeleye ne kattıkları da tartışmaya açıktır.
Son söz: Demokrasi, özgürlük, eşitlik, temsil vs. şeyleri isteyenler önce içtenlikle bunun gereğini yapmalı; bu çerçevede dar grup çıkarları temelinde değil geniş toplumsal çıkarlar temelinde bir muhalefet ve mücadele örgütlemelidir. Örneğin, sendikal alanın en dinamik kesimini oluşturan, ancak, delege vesaire burjuva ayakları ile mücadele dışı tutulanlara sendikal yönetimlerde, karar alama süreçlerinde “kapı açmalıdırlar”. Bundan hareketle İrecep Tayyib ve İ. Melih Gökçek gibi monarşist insanların davrandığı gibi davranılmaması gerektiğini dosta düşman filan filana göstermek gerek.
Ne yapmalı: Toplumun, sınıfın çıkarlarını, dar grup çıkarlarına feda etmiş, illa yönetime gireyim, ama nasıl olursa olsun gireyim diyen herkese inatla KESK’i ve bağlı sendikaları “yıkıp” yeniden kurmak gerekir. Bu yıkım, bir devrim olacak ve daha güçlü bir karşılık bulacaktır. Muhtemelen bir “restorasyon” süreci de son bulacaktır.
Öyleyse… Yıkılsın KESK ve Bağlı sendikaları!…