ABD’nin ilk savunma bakanı idi James Forrestal.. 1949 yılında, bir yangın alarmı ortalığı inletirken James Forrestal pijamaları ile evinden fırladı ve ‘Ruslar geldi, kızılordu geldi’ naralarıyla sokaklarda koşmaya başladı. Bakan, iki ay sonra da kendisini kaldığı askeri hastanenin 16. kattaki odasının penceresinden boşluğa bıraktı… Soğuk savaş adı verilen denge çılgınlığın henüz ilk yıllarıydı. Tarihin az […]
ABD’nin ilk savunma bakanı idi James Forrestal.. 1949 yılında, bir yangın alarmı ortalığı inletirken James Forrestal pijamaları ile evinden fırladı ve ‘Ruslar geldi, kızılordu geldi’ naralarıyla sokaklarda koşmaya başladı. Bakan, iki ay sonra da kendisini kaldığı askeri hastanenin 16. kattaki odasının penceresinden boşluğa bıraktı…
Soğuk savaş adı verilen denge çılgınlığın henüz ilk yıllarıydı. Tarihin az gördüğü bir propaganda makinesinin harekete geçirilmesiyle gerçekleştirilen bir psikolojik savaş harekatı ve toplu beyin yıkama operasyonuyla, milyonlarca Amerikalı, uluslararası bir birliktelik oluşturan ve ele geçirdikleri Moskova’dan yönetilen barbar yaratıkların her an Amerika’yı işgal etmesini bekler hale getirilmişti. Pek çoğu bu mahlukların ‘bebek yediklerine bile inandır haldeydiler. Bu beyin yıkama operasyonu o hale geldi ki, harekatta yer alanlar bile kendi yalanlarına inanır oldular, bu büyük yalanın kendisi gerçeğin yerine geçti!!! Hatta bir “din”e dönüştü!!! O kadar ki, Indiana Eyaleti’nin okul kitapları komisyonu üyelerinden biri, Robin Hood’un komünist olduğu gerekçesiyle ünlü hikaye kitabının yasaklanmasını istedi. Örneğin, Senatör Mac-Carthy, Amerikan hükümeti ve devletinin de komünistlerin denetimine girdiğini iddia edebildi, Senato’da yargılamalar başlatıldı, cadı avına milyonlar büyük destek verdi. (1)
Ve nihayet, “sadece” bir yangın alarmının sesi koca bakanın ödünü patlatmaya yetmişti. Oysa hesap başka idi: Moskova üzerinden gelecek bir saldırının ABD’yi yok edeceğine inandırılan halkın rızası ve desteğiyle tüm dünyaya saldırmak ve hükmetmek. Yazık ki bu kanlı hesabın faturasını ödeyenlerden biri planın mucitlerinden Forrestal olmuştu.
Özel mülkiyet olgusunun tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte, mülkiyeti elinde bulunduran azınlığın, mülkiyetten yoksun çoğunluğa karşı zor aracına ihtiyaç duyması, devlet örgütlenmesini ortaya çıkarmıştır. Devletin ilk örgütlenişi, hapishaneler ve eli silahlı özel güçlerin oluşturulması biçimindedir. Bu silahlı güçler, giderek polis ve asker olarak ayrıştırılmıştır. Toplumsal yaşamın sürdürülmesinin ekonomi dışı zora dayandığı tarihsel dönemlerde ordular, gelmiştir ve korku ve güvenlik kavramlarının harmanlanarak silah kuşanmış biçimini almışlardır. Hayek, devletin iç ve dış düşman varlığını bir tehdit algılaması olarak devamlı siyasetin gündeminde tutmasını ve teyakkuz halinde bir toplumsal yaşam kurmaya çalışmasını köleliğe giden yolun ilk ve en önemli işareti olduğunu söyler.(2)
Machiavelli’nin dediği gibi: ‘Bir hükümdarın, üzerine çalışması gereken
tek konu savaştır. Onun için barış, yalnızca bir soluk alma dönemi olmalıdır.’ Bu söylem, sınıflı toplumların ve özelde de kapitalist devlet iktidarının var oluş koşullarını tanımlar. Militarizm, Machiavelli’nin temel görev tanımı olan savaşı, “toplumsal bir korku
kültürü” haline getirmenin çağımızdaki en somut yöntemidir. Sınıfsız toplumlardaki korunmaya yönelik kabileler arası kavga, sınıflarla birlikte insanın insanı köleleştirmek için kullandığı bir araca dönüşerek, özel olarak örgütlenmiş zor gücüyle, savaş biçimini aldı.
Emperyalizm çağına gelindiğinde, hem mevcut yayılma politikasına hem de devletler arası politikaya egemen olan iki kavram vardı: “Korku ve kontrol”. Emperyalizmin vahşi yüzü “militarizmi” var eden şey, modern devletin kurucu unsuru, korku kavramında temellenen güvenlik talebiydi. Militarizm, korkunun içselleştirilmesi demektir; ancak korku sürekli kılındığında militarizm varlığını sürdürebilir. Bu nedenle, sistem, bekası için korkuyu canlı tutmak ve sürekli yeni bir düşman tanımlanmak zorundadır. Mevcut dünya hali, tam da bu korkunun sürekliliği ve hatta korkunun yükseltilmesi halidir ve şiddet, zor, baskı, manipülasyon ve tahakküm aracı olarak geçmişten geleceğe uzanır. Süreç, büyük dünya savaşlarıyla doruk noktasına ulaşmıştır. Emperyalist yayılmacılığın tarihi, aynı zamanda, şiddetin, savaşın ve militarizmin de tarihi olduğunu bu iki büyük savaşla tartışmasız kanıtlamış oldu.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin şahsında bu süreç yeni dinamikleriyle ortaya çıktı ve bugünlere ulaştı. İkinci emperyalistler arası savaş bitmişti ama savaştan beslenen sistem için yeni savaşların gecikmesi ekmeksiz, susuz kalmak demekti. Sovyetlerin emperyalist Batı’yı tehdit ettiği gerekçesiyle, Sovyetleri kuşatmayı ve çökertmeyi hedef alan dünya ölçeğinde bir savaş başlatılacaktı: “soğuk savaş”. Önce Amerikan halkına ve dünyaya korku salmak gerekiyordu. O yıllarda, ABD Başkanı Truman’a Senato’nun kıdemli üyelerinden Vandenburg “öncelikle Amerikan halkının ödünün koparılması” gerektiği fısıldıyordu. Bu yöntem o kadar etkili olmuştu ki, Kore Savaşı’nda Çin’e karşı bile nükleer silah kullanmayı önerecek kadar kendinden geçen General Douglas McArthur, Truman tarafından kovulduğunda, “Hükümetimiz acil milli teyakkuz çığlıklarıyla, bizi hep kalıcı bir korku ve sürekli milliyetçilik hezeyanının paniği içinde tuttu. Her zaman için ya içeride korkunç bir kötülük vardı ya da körü körüne hükümetin peşinden gitmezsek bizi yutacak olan şeytani bir yabancı güç” diyordu.(3)
1990’ların başında, Sovyet sisteminin çökmesiyle “şeytan” ortadan kalkmıştı. Artık ABD için yüzyıllık düş gerçek olabilirdi. Ama Amerikan ekonomisi silah-savaş sektörü dışındaki üstünlüğünü kaybetmişti ve yeniden düşman ihtiyacıyla kıvranmaya başlamıştı. Korku ve kontrol mekanizmasına yeniden ve şiddetle ihtiyaç vardı ve kapitalizm emperyalizm üretmeden, emperyalizm savaşsız, hegemonya da düşmansız var olamazdı…
11 EYLÜL VİRAJI…
11 Eylül saldırılarından sonra dünyanın artık eskisi gibi olmayacağını iddia eden birçok kişi, belki de farkında olmadıkları bir gerçeği dile getiriyordu. Saldırılar hakkında yapılabilecek spekülasyonlar bir yana, 11 Eylül tarihi neo-liberal projenin sahiplerinin içine düştükleri durumun vahametinin farkında olarak, bu noktadan çıkış için düğmeye bastıkları bir tarih olmuştur. 11 Eylül saldırılarının ABD’ye yerde aradığı bahaneyi gökte sunduğu söylenebilir.
Vietnam savaşı döneminde gerek siperlerde gerekse de ülke içinde yükselen muhalefet dalgasının altında kalan ABD, soğuk savaş ve Vietnam deneyimlerinden çıkarttığı dersler doğrultusunda harekete geçti. Bu kez Ortadoğu’ya yönelik çok yönlü saldırılar öncesinde, yaratılan dış düşman çok daha belirsiz ve korkutucu kılındı, şeytan sahneye “uluslararası terörizm” giysilerine büründürülerek çıkartıldı. Amaçlanan, özelde Amerikan halkının genelde ise insanlığın aklının bu “terör” senaryosuyla başından alınması idi.
ABD orduları, zaman kaybetmeden Usama Bin Laden’i himaye ettiği gerekçesiyle Taleban yönetimindeki Afganistan’ı ve ardından şimdi artık her biri bizzat kendi yöneticilerince yalanlanan bahanelerle Irak’ı işgal ettiler. BOP ve ihtiyacı karşılamayacağı düşünülerek, onun Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar uzanan yayılan hali GOP gibi projelerle saldırganlığın boyutları genişletilmiş, gem azıya alınmıştı. Kanlı paylaşıma konu olan alan öyle ya da böyle genişleyecekti. ABD’nin küresel saldırganlığının tezahürleri ortadaydı ve George W. Bush’un 11 Eylül olayının ardından “yeni yüzyılın tarihini yazacaklarını” dünyaya ilan etmişti. ABD’nin yayılmacı kurgularına bağlı olarak Genişletilmiş Ortadoğu Projesi gereğince, Ortadoğu’daki 22 ülke
nin haritalarının değiştirileceği bizzat Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice tarafından dillendirilmiştir.
11 Eylül sonrası hızla uygulamaya konulan yöntemler, Hitler’in propaganda şefi Gobels’in meşhur söyleminde vücut buluyor:“İnsanlar her zaman önderlerinin peşinden sürüklenmeye yönlendirilebilirler. Bu kolaydır. Yapmanız gereken tek şey, onlara saldırı altında olduklarını söylemek, pasifistleri de milliyetçi olmamakla ve memleketi tehlikeye atmakla suçlamaktır”.
Bu noktada son yıllarda giderek kışkırtılan milliyetçiliğin işlevine değinmek gerek. Toplumu her türlü başka olana karşı bir korku ile besleme işleminin ideolojik çerçevesi “milliyetçilikle” sağlanır. Milliyetçilik, militarist bir devlet örgütlenmesi altında “bütünleştirilen”, karakterini ve kimliğini devletin taşıdığı ve vazettiği hakikatten alan toplumların başka olana, aynılaşmamış olana, farklılık taleplerine karşı dışlama, reddetme ve giderek yok etme tavrını içselleştirmesini sağlayan bir ideolojik çerçeve olması bakımından, militarizmin ideolojisidir. Ulusal, ırksal, kültürel öz tanımlarına dayalı milliyetçiliklere, dünya ölçeğinde bir refah milliyetçiliğinin de eklendiği göz önüne alınırsa, neo-liberal yayılmacı politikanın özü gereği milliyetçi olduğu ve her türlü milliyetçiliği militarist bir dünya düzeni için destekleyeceği açık olur. Milliyetçilik, korku ve tehdit politikalarının vazgeçilmez bir öğesi olarak boy verip yeşermiştir siyaset sahnesinde.
Küreselleşme süreciyle birlikte, ekonomi dışı yöntemler, siyasi baskı, açık askeri müdahale, terör, savaş yeni düzenleme araçları olarak devreye girmeye başlamıştır. Artık korku küreselleşmiş, militarizm globalleşmiştir. Dünyanın birçok farklı bölgesinde çıkarılan yerel ya da bölgesel çatışmalar ve savaşlar, Türkiye gibi birçok azgelişmiş ülkeyi de, panik içinde, varını yoğunu silaha yatırmak ve “korkuya daha çok mahkum” kalmak durumunda bırakmaktadır.
Emperyalist ülkelerin emekçi halklarına dayatılan korku siyaseti ve dış düşman ihtiyacı ile kurgulanmış hegemonya mücadelesi, başta üçüncü dünya ülkeleri olmak üzere pek çok yoksul coğrafyada yine emekçi ve yoksul halkların başına kan, ölüm, göç, açlık ve yıkım olarak yansımaktadır. Unicef’in rakamlarına göre %94’ü üçüncü dünya ülkelerinde olmak üzere, 1945 yılından bu yana 194 savaş olmuştur. Bu savaşlardan etkilenen insan sayısı 1.8 milyar.Yani aşağı yukarı 25 tane Türkiye nüfusu.Yine bu savaşlarda ölen insan sayısı 110 Milyon, yaralananların sayısı ise 330 milyon, şu anda savaşın içinde yaşayan insan sayısı 50 milyon, son 10 yılda savaşlarda ölenlerin sayısı ise 5 milyon, sakat kalanların sayısı ise 6 milyon. Sadece Irak’ta Mart 2003 ile Temmuz 2006 arasında işgal nedeniyle ölen Iraklıların sayısı 654.965’tir.
KORKUNUN GELENEKSELLEŞTİĞİ COĞRAFYA: TÜRKİYE
” Beşiktaş Ortaköy’de doğalgaz patlaması sonucu M.Ü. Hukuk Fakültesi öğrencisi Gülşah Çakır hayatını kaybetti. Patlama nedeniyle uyanan mahalle sakinleri, olayı bir “terör” saldırısı ve masum öğrenci kızı ihtihar bombacısı sanarak camlarına bayrak astılar”. (5). Bu güncel haber Türkiye’de korkunun kronik bir travma haline geldiğini anlatan yüzlerce örnekten biri bu haber ne yazık ki.
Korku, Türkiye’de siyasal hayatı belirleyen en güçlü faktörlerden biri olagelmiştir; bazen açık, kimi zaman örtülü; bazen kenarda kıyıda, çoğu zaman da merkezde. Şimdi yine bu faktörün sistematik bir biçimde siyasal hayatın merkezine yerleştirilmek istendiğini görüyoruz. Korku; motive edici, biçimlendirici ve meşrulaştırıcı bir işlevle kullanılıyor. Bunun adı “korku siyaseti”dir. Korku siyasetinin en önemli sonucu, siyasetin içini boşaltmaktır. Çünkü korku, aklı devre dışı bırakır; insanı bilinçli hareket eden bir özne olmaktan uzaklaştırır, etki edemeyeceği güçler arasında oynanan bir oyunun nesnesi haline getirir. Korkunun hakimiyetine giren insanlar, derin bir kadercilik girdabına sürüklenirler. Yani korku, insanı kendine yabancılaştırır.
1960,1971,1980 askerî darbeleri, gerçekleşmeyen darbe girişimleri, olağanüstü haller, sıkıyönetimler, dünyadaki seyrine uygun olarak, rejim tehlikesiyle ve güvenlik söylemleriyle meşrulaştırmışlardır kendilerini. Bizde de askeri darbelerin, sıkıyönetimlerin, olağanüstü hal rejimlerinin nedeni; hep ülkeyi “büyük tehlikeler”den kurtarmak olarak açıklanmıştır. Zulüm politikaları, toplumda yaratılan korkular üzerine inşa edilmiştir.
Kendine karşı çeşitli komplolar kurulduğu inancının saplantı haline dönüştüğü, yurttaşlar topluluğunu “yandaşlar-dostlar” ve “hainler-düşmanlar” çatışması içinde algılayan bir toplumsal ruh hali Türkiye tarihinin bugüne taşınan bir gerçeğidir. Geleceğin bugünden daha kötü olacağına inananların çoğunlukta olduğu bir toplumda, ulusal güvenlik saplantısının egemen olduğu bir ortamda, hem bastırılmış korkuların daha açık biçimde dile getirildiği hem de bu korkuları bastırmak için çok katı ve içe kapanmacı bir ideolojik zeminin topluma damla damla verilmektedir. Bu güvenlik sendromunun önemli bir cephesi, son derece abartılı milliyetçi güven tezahürlerine de yol açmasıdır. Demokrasi-güvenlik gerilimini canlı tutmaya çalışan, etnik şiddet, terör ve başkaldırı efsanelerinden beslenmeye çalışan bu siyaset tarzı, 11 Eylül sonrası dünyada zorlama bir oluşum olarak mevcudiyetini sürdürüyor.
“Korkunun akılı alt etmesi, duyguları ateşlemesi”… Brzezinski’nin Bush yönetiminin bugünün Amerika’sı ve Amerikan toplumuna verdiği en büyük zarar olarak işaret ettiği bu husus, aslında Türkiye’de bizim genel halimizi de özetliyor. Bizim genel halimizi de ifade ediyor. “Bölünme korkusu”, “Sevr sendromu” ,”emekçi mücadeleleri”,”azınlık hakları” her yanımızı sarmıştır. Akıl durgunlaşmış, bilgi bir kenara itilmiş; korkuların tetiklediği “komplo teorileri” hayatın başlıca tanımlama aracı haline gelmiş. Asabi, tedirgin, kaygılı, şaşkın bir toplum haline dönüştürüldük. Yükselen ulusalcılık-milliyetçilik denilen, aslında, bu “korku-cehalet” işbirliğinden, hatta izdivacından dünyaya gelen bir sakat çocuktur.
Bütün bu ruh halinin bir tezahürü olarak, dünyanın başka hiçbir demokrasisine nasip olmayan türden eylemlere rastlarız ülkemizde. İstanbul’da 12 Aralık 2000’de Bayrampaşa’daki Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’nde toplanan 4 bin polis, sabah saatlerinde resmi kıyafetli olarak ellerindeki Türk bayrakları ile Vatan Caddesi’nde bulunan İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne yürüyüşe geçtiler. Buradan Sultanahmet’te bulunan İstanbul Valiliği’ne doğru yürüyüşlerini sürdüren polisler, sık sık ellerindeki silahları havaya kaldırarak, ‘Kahrolsun insan hakları’ sloganları atmışlardır.
Laikçilerin dincilerden, milliyetçilerin AB’den, İslamcıların ordudan, beyaz Türklerin ahaliden, ırkçıların Kürtlerden vs. korkması, Türkiye toplumunun genel olarak en çok kendinden korkması sonucuna götürmektedir. Halka şırınga edilen doğruların, eğitim yapısının, çarpık tarih bilincinin bir sentezidir bu sonuç. Özgürlükler ve eşitlik konusunda kazanılacak hakların, yeni hak sahipleri veya başkaları tarafından kötüye kullanılabileceği konusunda yaratılan kronik güvensizlik, Türkiye toplumunun bugün içinde bulunduğu şiddetli güvensizlik halini ifade etmektedir. Türkiye’de demokrasi savaşı, bugünümüzü ve geleceğimizi bu korkular ışığında algılamamız ve kendimizden korkan bir toplum davranışı sergilememiz için çalışan güçlere karşı uzun bir zaman daha d
evam edecek gibi görünüyor.
Korku siyasetinin yansımalarını, Türkiye siyasi tarihinin tüm evrelerinde, günümüz Afganistan’ı, günümüz Irak’ı, 1990’lı yılların Yugoslavya’sı, 1973 yılı öncesi Vietnam’ı, 1950’li yılların Kore’si, 1939- 45’li yılların dünyası ve daha sayılması uzun bir liste oluşturacak değişik zaman dilimleri ve coğrafyalarda, milyonlarca ve milyonlarca masum insanın, kadınların, çocukların, gençlerin, yaşlıların ölümlerinde kitle katliamlarında bulmak mümkündür. Korku siyaseti üzerinden dayatılan güvenlik-demokrasi ikilemi özünde insanların en temel haklarını ve özgürlüklerini rafa kaldırmaya yöneliktir. Güvenlik algılaması bireysel özgürlük alanını giderek daraltacak ve sonuçta yok edecek en büyük tehdittir. Oysa, insanlar özgürlüklerini kaybettiklerinde güvenliklerini de kaybederler. Çünkü insanları güvende tutan tek şey özgürlükleridir.
Yavuz Pak- Siyaset Bilimci
Alıntılar:
(1) Gerger, Haluk. A.B.D., Ortadoğu, Türkiye.(s:36-37)
(2) Hayek, Friedrich A., Kölelik Yolu.(s:231)
(3) Gerger, Haluk.,a.g.e..(s:481)
(4) Mithat Sancar, Birgün gazatesi,15.04.2007
(5) Star gazetesi, 11.01.2008