Son birkaç aydır siyasetin gündemine damgasını vuran kavram, “hayal kırıklığı” oldu. İlk hayal kırıklığını, “sağcıysan MHP’ye solcuysan CHP’ye” kampanyasının mimarları ve yürütücüleri yaşadı. MHP önce Cumhurbaşkanlığı seçiminde takındığı tutumla hayal kırıklığına yol açtı, ardından da türban konusunda AKP ile birlikte davranarak, yaşanan kırılmayı büyüttü. Bu hayal kırıklığına aile içi sorun demek de mümkün. Zaten asker […]
Son birkaç aydır siyasetin gündemine damgasını vuran kavram, “hayal kırıklığı” oldu. İlk hayal kırıklığını, “sağcıysan MHP’ye solcuysan CHP’ye” kampanyasının mimarları ve yürütücüleri yaşadı. MHP önce Cumhurbaşkanlığı seçiminde takındığı tutumla hayal kırıklığına yol açtı, ardından da türban konusunda AKP ile birlikte davranarak, yaşanan kırılmayı büyüttü. Bu hayal kırıklığına aile içi sorun demek de mümkün. Zaten asker kökenli derneklerin, MHP Genel Merkezi önüne koymak istediği “hayal kırıklığımızla” çelenginin yol açtığı gerilim, adliye önlerinde boşanma davaları sırasında yaşanan aile içi kavgaları andırıyordu.
İkinci hayal kırıklığı ise AKP ile liberal aydınlar arasındaki tartışmanın sonucu olarak gündemimize duhul etti. Her iki taraf da beklentilerinin karşılanmadığı bir burukluk içinde, hayal kırıklıklarını deklare ettiler. Seçilen sözcükler, kullanılan üslup yaşanan kırılmanın nasıl derinlerde bir yerde olduğunu ortaya koymaktaydı.
Hayal kırıklığının son perdesinde sahneye CHP ve MHP ile laikliğin yegane güvencesi olarak orduyu görenler çıktı. Kuzey Irak’a yapılan harekatın bitirilmesi sonrasında çıkan tartışma, tartışmada tarafların daha önceki saflaşmadan farklı bir biçimde dizilişi, tartışmada kullanılan kavramlar hayal kırıklılığının sütunu gibi karşımızda duruyor.
Her neyse; herkesin hayal kırıklığı kendine. Ateş düştüğü yeri, hayal kırıklığı yaşayanı yakıyor…
Hayal kırıklığı kontenjanından bizim payımıza da, Baskın Oran düştü. Baskın Oran’ın seçim kampanyası merkezi örgütlenme bürosunda yer almış biri olarak ilk hayal kırıklığımı, Radikal İki’de yayınlanan “Bedava Üniversite Ezberi” yazısı ile yaşadım. Çünkü aynı derdi taşıyan pek çok arkadaşımızla birlikte “Sesimiz Baskın olsun” diye sokak sokak dolaşıp insanları oy vermeye çağırırken temel sloganlarımızdan biri, “parasız eğitim, parasız sağlık” idi. Gerçi basılı seçim materyallerinde, -parasız sağlık talebi yer almasına karşın- doğrudan ve açık açık parasız eğitim isteyen bir ibare yoktu. Ama, seçim faaliyetinin, seçim bildirgesinin omurgası paranın ve piyasanın egemenliğine itirazın üzerine oturuyordu.
Seçim bildirgesinde “Her Şey Satılık” başlığı altında eğitimin, sağlığın piyasalaştırılmasına karşı çıkılıyordu. Bu bölümün son cümlesi oldukça vurucuydu: “Baskın Oran, ekonominin amacının, paraya, borsaya ve İMF’ye değil, insana hizmet olduğunu Meclis’te savunacak.” Şimdi Baskın Hoca’nın insana verilecek hizmet karşılığında para alınması önerisi, ister istemez tarifsiz bir hayal kırıklığına yol açtı! Hoca’mızın aynı konuya devamla 17 Şubat 2008 tarihinde yine Radikal İki’de yazdığı, ikinci yazısı kişisel olarak hayal kırıklığımı daha da büyüttü.
Bu yazı, ezber bozma metaforu neredeyse kişisel markası haline gelmiş Hoca’mızın, başkalarının fikirlerini (ezberlerini) gözden geçirme çağrısı yaparken kendi fikirlerine nasıl büyük bir sadakatle bağlı olduğunun tescili gibiydi.
Baskın Hoca’nın Radikal İki’de yayınlanmış ilk yazısından sonra çeşitli yerlerde yayınlanmış epeyce yazıda, bu konu etraflıca tartışıldı. Bu yazıların çoğunda, eğitimin bir vatandaşlık hakkı olduğu, üniversitenin yaşadığı sorunların çözümünün üniversite eğitimini paralı hale getirmekten geçmediği, paralı üniversite önerisinin, eğitimin ticarileştirilmesi girişimlerinin bir parçası olduğunu dair çeşitli argümanlar ortaya konuldu. Beklerdim ki Hocamız dile getirilen görüşleri tartışsın, bu görüşler ışığında fikrini bir gözden geçirsin, ezber bozmanın başka ezberlere dayanmadığını bizlere göstersin. Fakat Baskın Hoca bu yazılarda ileri sürülen görüşlerle tartışmak yerine, solun değil liberalizmin zihniyet dünyasına ait “ne kadar para o kadar hizmet” ezberini büyük bir itikatla savunmaya geçti. Üstelik pozisyonunu solun geçmişteki en arkaik, en çocuksu tutumlarından seçilmiş kişisel anekdotlarla kuvvetlendirmeye çalıştı.
Özelleştirme tartışmalarının yoğun olarak yaşandığı 80’li yıllarda solun tarihinde yer alan teorik açıdan solcular arasında da tartışmalı “devletçilik” gibi bazı kavramları kabalaştırarak özelleştirmeyi meşrulaştırma çabalarıyla büyük bir benzerlik taşıyor Hoca’nın bu tutumu. Solu suçlu ilan ederek özelleştirmeyi meşrulaştırma çabaları, aradan geçen15-20 yılda meşruiyet sınavını yitirdi. Bu yüzden sahipleri tarafından paketlenip rafa kaldırılmış argümanları Hoca’nın solcularla tartışırken, etrafa naftalin kokuları saça saça sandıktan çıkartması, benim için bir başka hayal kırıklığı oldu.
Hocanın bir yazısından yola çıkarak toptancı bir yaklaşımla Baskın Oran’ın solculuğundan, demokratlığından kuşku belirtmek,onu neo liberal diye yaftalamaya kalkmak abesle iştigal. Ama Baskın Hoca kusura bakmasın paralı üniversite konusunda neo liberalizmden ödünç alınmış kavramlar ve argümanlarla konuşuyor. Çünkü eğitimi bir vatandaşlık hakkı olarak gören, eğitimi, bilgiyi, kültürü toplumsallaştırmayı öngören solun tahayyül dünyasında, üniversite eğitiminin paralı hale getirilmesinin yeri olamaz. Paralı üniversite önerisi, sınıfsal güç dengelerinin ezilenlerin aleyhine döndüğü, her şeyin bir bedelinin olduğu, her şeyin meta haline getirildiği neo liberal dönemin ezberidir ve ideolojik bir öneridir.
Besbelli imalatçılarının bile bugün açık açık savunamadığı kapitalizmin iki sınıf sorununu çözdüğü efsanesi Baskın Hoca’nın indinde hala sağlam bir krediye sahip. Bu efsaneye göre kapitalizm iki sınıf sorununu çözdü; işçi sınıfı ve burjuvazi yok artık. Az sayıda zengin, az sayıda da yoksul var, onun dışında toplumsal çoğunluk orta sınıf denilen her ihtiyacını para ile karşılayabilecek müreffeh insanlardan oluşuyor. Oysa bugün sahiplerinin bile sahiplenemediği bir efsane bu. Fantastik bir öyküden, bir efsaneden hareket ederek yoksulluğun kol gezdiği bir ülkede temel bir vatandaşlık hakkının, hak olmaktan çıkarılması önerilemez. “Güler Sabancı, Cem Boyner Boğaziçi’nde bedava okumasın” ilk bakışta cazibesi yüksek bir cümle gibi duruyor; ama hepsi o kadar. Bu önerme sola ait olamaz. Zira Koç’un, Sabancı’nın Boyner’in üniversiteye giden çocuğundan para almak yerine, Koç’tan, Sabancı’dan, Boyner’den vergi almayı, eğitim,sağlık, sosyal güvenlik başta olmak üzere tüm sosyal harcamaları vergi gelirleri ile finanse etmeyi önermektir sola uygun olan.
Pasaporttan, otomobil ruhsatına, hukuk mahkemelerinde açtığımız davadan, sabıka kaydına kadar neredeyse bütün kamu hizmetleri için para ödüyoruz. Peki bizden bu vergileri niye alıyorsunuz, askere, polise ve milletvekiline maaş vermek için mi diye sormaktır ezber bozucu olan. Ülke kaynakları eğitime, sağlığa kaynak ayırmayı kaldıramaz gibi klişe bir gerekçeyi peşinen kabul etmek yerine savaşı, silahlanmayı finanse edebilen ülke kaynakları eğitime, sağlığa gelince mi yetersiz kalıyor diye sormaktır Baskın Hoca’ya yakışan.
Dedik ya ezber bozma metaforu Hoca ile özdeşleşti. Belli ki Hoca buradan aldığı güçle birlikte yürüdüğü arkadaşlarının da “ezberini bozmaya” çalışıyor, varsın olsun. Solun geleneksel tutum ve davranışlarından kendini ayırmaya çalışan solcular açısından bu noktada bir sorun olduğunu sanmıyorum. Solun zihniyet dünyasında da pek çok ezber var, bunlarla da uğraşmak gerekiyor. Ama Hoca yanlış yere kılıç sallıyor. Salladığı her kılıç hem bizi hem de kendini yaralıyor.
Neo liberalizmin ezberlerini ödünç alarak solun ezberini bozma çabası büyük bir hayal kırıklığı. Allah kimseyi hayal kırıklığı ile terbiye etmesin! Tecrübeyle sabit; insanın içi acıyor…