Takvimlerde yıl 2008’i gösterirken, bir kez daha yurdun dört bir yanından “düşman işgalinden kurtuluş” manzaraları kaplıyor medyayı. İğreti kostümleri, derme çatma dekorları, kötü mizansenleri ve ürperici replikleri ile temsili değil hakiki bir garabet, küçük çocukların seyrine açık bir şekilde sahnelenip duruyor. ‘Milli hisleri’ kuvvetlendirmeyi kendine ‘misyon’ edinmiş zevatın teşviki ve bizzat katılımı ile sağduyu sahibi […]
Takvimlerde yıl 2008’i gösterirken, bir kez daha yurdun dört bir yanından “düşman işgalinden kurtuluş” manzaraları kaplıyor medyayı. İğreti kostümleri, derme çatma dekorları, kötü mizansenleri ve ürperici replikleri ile temsili değil hakiki bir garabet, küçük çocukların seyrine açık bir şekilde sahnelenip duruyor. ‘Milli hisleri’ kuvvetlendirmeyi kendine ‘misyon’ edinmiş zevatın teşviki ve bizzat katılımı ile sağduyu sahibi her ferdi rahatsız edebilecek bir oyun, eleştirilere rağmen, tüm düşmanca retoriği ile varlığını sürdürüyor. Halka “milli bilinç” ve “coşku” aşılama telaşındaki yöneticiler, “zulmeden gavur, direnen Müslüman Türk” temasını sonuna kadar sömürüyor. En acısı da küçücük bedenleri ve kırılgan ruhları ile bu manzarayı korku dolu gözlerle mecburen izleyen çocukların psikolojisine karşı vurdumduymazlık. Dehşete düşmüş bakışlar, atılan çığlıklar, soğuktan üşüyen vücutlar, ‘haşmetli bürokratların’ ve belki de öğretmenlerle ebeveynlerin umurunda değil.
Geçmişten bugüne geniş bir perspektiften bakıldığında, çocukları “milli ve manevi ilkelere” uygun olarak terbiye etme çabasının, uzun yıllar boyunca, ulus-devlet çağının pedagoji anlayışına binaen kamusallaştırıldığı fark edilir. Çocuğu, devletine ve milletine bağlı yetiştirme gayretine paralel olarak, çocuklara sunulan tüm resmi/yarı resmi kaynaklar milliyetçiliğin keskin dilinden yazıldı. Modernleşme ile ‘özne’ haline gelen çocuk, milliyetçi ideologların elinde birer küçük cengâvere dönüştürüldü. Türkiye’de de kaba hatları ile benzer süreçlerden geçildi. Uluslaşma projesinde çocuklara, önce “dostları” ve “düşmanları” tanıtıldı ve genellikle düşman kategorisine sokulanlar her türlü muameleye müstahak olarak gösterildi. Yüzyılın başlarında yeni yeni oluşmaya başlayan çocuk edebiyatı da “milliyetçi davaya” vakfedildi. Çocuk hikâyelerinin, romanlarının, piyeslerinin konu örgüleri pedagojik hassasiyetten uzak bir sertlikte kaleme alındı ve bu eğilim, benzer motiflerle bugün de varlığını muhafaza ediyor. Tüm bunlara ek olarak, ülkedeki diğer milliyetçilik(ler) ve siyasal İslam da aynı metodolojiyi tekrar ediyor. Bu sosyo-politik miras aklıda tutulduğunda Aşkale’deki ya da Rize’deki mizansenler daha da önemli bir hale geliyor. Çünkü özetlenen sürecin, aradan geçen bunca zamana rağmen hız kesmediğini bizlere ifşa ediyor.
Bugün Türkiye’de yaşayan insanların tümünü endişelendirmesi gereken bir durumla karşı karşıyayız. Ülkedeki milliyetçilik(ler) ve dinsel fanatizm, çocukları kullanma alışkanlığını genişleterek sürdürüyor. Küçücük çocuklar, bilmedikleri bir dünyanın politik savaşında figüran rolünde hazır bulunuyor. Türban eylemlerinde küçücük başlarına bağlanan türbanları ile boy gösteren kız çocukları, ‘müstakbel mümin’ olarak siyasallaştırılan küçükler, Kürt milliyetçilerinin tertiplediği eylemlerde ön saflarda yer alan çocuklar, şehit cenazelerine okul üniformaları ile katılıp slogan atan öğrenciler… İstisnasız ve özürsüz hepsi, bu ülkenin geleceğe dair umutların baltalanması için yeterli. Düşmanlık ve şiddet temaları ile büyüyen bu çocukların barışçı yarınlar için gerekli sağduyuyu gösterme ihtimalinin düşüklüğü hepimizi endişelendirmeli. Bu vahşet ve öfke herkesi boğacak kadar güçlü bir dalga haline gelmeden dur diyebilme cesaretini göstermek ve çocukları politik istismardan kurtarmak şart. Bunun için öncelikle müfredattaki milliyetçi/militarist ifadeler ayıklanmalı, kurtuluş günleri ve benzeri vesilelerle gündeme getirilen zenofobik mizansenler durdurulmalı ve çocukları iradesi dışında politik eylemlerde kullananlara karşı cezai yaptırım uygulanmalı..Yoksa çok geç olacak…