Türk devletinin uzun bir süreden beri hazırlıklarını sürdürdüğü ve herkesçe beklenen ağır kış koşulları ve yoğun kar yağışlarına rağmen sınır ötesi askeri operasyonun ikinci ayağı olan kara hareketini Güney Kürdistan’a yönelik başlattı. Türkiye Meclisi geçen yıl Irak’ın Kuzey’ine yönelik kapsamlı müdahale ve işgal kararı aldıktan sonra, 5 Kasım 2007’de Recep Tayip Erdoğan ve George Bush […]
Türk devletinin uzun bir süreden beri hazırlıklarını sürdürdüğü ve herkesçe beklenen ağır kış koşulları ve yoğun kar yağışlarına rağmen sınır ötesi askeri operasyonun ikinci ayağı olan kara hareketini Güney Kürdistan’a yönelik başlattı. Türkiye Meclisi geçen yıl Irak’ın Kuzey’ine yönelik kapsamlı müdahale ve işgal kararı aldıktan sonra, 5 Kasım 2007’de Recep Tayip Erdoğan ve George Bush görüşmesinde, R.Tayip Erdoğan Irak Kürt Federe bölgesinde PKK’ya karşı bir operasyon izni tamam demişti.
Bunun üzerine 16 Aralık 2007’de Türk ordusu Irak’ın Kuzeyi, Güney Kürdistan’a yönelik ABD’nin sağladığı gözetim, keşif ve istihbarat koordinatörlüğü öncülüğünde onlarca uçak ile kapsamlı hava saldırısını sürdürdü. Bunun ardından bu kez de 21 Şubat 2008 tarihinde kara ve hava hareketiyle bir başka ülkenin sınırlarını ihlal ederek, 10 bini aşkın askeri güç ile saldırı ve işgal hareketine başladı. Bu da uluslararası yasalara göre bir başka ülkenin sınırlarının ihlali ve işgali demektir.
Kürt Sorunu’nu salt “terör” ve askeri soruna indirgeyen ve sorunu sınır ötesinde arayan rejim ve ordunun Kürdistan’ın engin ve yüksek dağlarında başlattığı operasyonun başarı şansı olabilir mi? Bu mümkün değil. Zaten bunu kendileri de biliyor ve kamuoyunu yatıştırmak için Türk Genelkurmayı, “Bu harekâtla PKK’nın bitirilmesi tabi ki söz konusu olamaz. Ama taktik sonuçları olacaktır. Türk askeri Kuzey Irak’a karadan giremez, o topraklarda eylem yapamaz imajı ortadan kalkacaktır” diyerek, işgalci bir güç olduğunu açıkça ifade ediyordu.
Türkiye rejimi, ABD ve İsrail’den aldığı destek ile “PKK’yi Kandil dağından uzaklaştıracağını ve bitireceğini” söylüyor. Ama nereye? Oysa operasyonun amacı tehdidin adresi olarak gösterilen Kandil’den ziyade, Türk devletini ürküten Erbil ve Diyarbakır arası gelişen ilişkiler. Kendilerinin de belirttiği gibi “stratejik tehdit algılamamız sırasıyla birincisi Kürt Federe Devleti, ikincisi Kerkük ve bu tehditlerle bağlantılı olarak PKK”dir deniliyor. Yani görüldüğü gibi Türkiye rejimi ve ordusu hedefine Kürt Federe yapılanmasını koymuştur. Her ne kadar şuan yapılan açıklamalarda operasyon “amacına ulaştı ve sonlandırıldı” dense de, sınırın öte tarafında var olan Bamerni askeri üsleri gibi, sınırın ötesinde (güçü yeterse) yeni ileri karakollar ve tampon alanlar oluşturmaya çalışacaktır.
Türk devletinin arzusu bu olsa da, gerçekleşme olasılığı zor. Çünkü bu operasyon ne ilk ne de son. Bilindiği gibi, daha önce de ABD’nin verdiği destek ile Türk ordusu 20’yi aşkın sınır ötesi operasyon yaptı. Sorun çözülmedi. Sorunun çözümü Kürdistan dağlarını bombalamakta değildir. Sorunun çözümü ülkenin sınırları içerisindedir.
Bir önceki hava saldırısında olduğu gibi, yine bu kez de Türk uçakları ve tanklarının savunmasız dağları ve sivil yerleşim birimlerini bombaladığı iddiaları yoğun olarak Kürt kaynaklarından dile getirildi.
Güney Kürdistan’ın “hava sahalarından sorumlu” ABD’nin onay verdiği bu operasyonla bir öncekinde olduğu gibi, her ne kadar PKK’nın barınma, lojistik, teknik ve telekomünikasyon gibi alt yapısı hedeflenmiş olsa da, ABD Türkiye’yi ucu açık bir girdaba çekmiştir. ABD’nin bölgeyi ve bölge güçlerini kendi emperyalist çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn ve hizaya sokma politikası ekseninde, Türkiye bölgedeki İran karşıtı Sünni cephenin içine çekilmeye çalışılmıştır.
Ortadoğu’da, Balkanlarda ve bir başka yerde daha fazla görevler omuzlayarak Türkiye, Güney Kürdistan’a yönelik başlattığı işgal hareketiyle beraber boynuna ağır bir değirmen taşı bağlamıştır. Yani ABD ve İsrail’in, Türkiye’ye sağladığı desteğin bir karşılığı vardır. Bu karşılığın faturası çok yönlü olup, ceremesi de ağırdır. Bunun ilk akla geleni Türkiye’nin, Rusya’ya, Suriye’ye ve İran’a karşı sert tutum alabilmesi ve Afganistan’a muharip (savaşçı) askeri güç gönderilmesi vs. vs…
Türkiye, Güney Kürdistan’a yönelik sürdürdüğü tehdit ve operasyonun gerekçesini dünya kamuoyuna “sınırlarımızı tehdit eden PKK’nin silahlı yapısına yönelik olduğunu” açıklasa da, asıl amaç yukarıda belirttiğimiz gibi Federal Kürdistan yapısı ve Kerkük’tür. Yani Kerkük’ün Kürt yapılanmasına bağlanmasını önlemek ve onu coğrafik, ekonomik ve politik olarak kuşatma altına alarak, Güneyli Kürtlerin manevra gücünü sınırlandırmaya ve dengelemeye çalışmaktır.
Kendi açısından, Türkiye Kerkük’ün Kürt yönetimine katılmasını stratejik tehlike olarak görüyor. Bu anlamda da Federal Kürdistan yapısına, Kandil’i, Zap’ı, Xakurke ve Çemço bölgelerini “vurabildiğim gibi Erbil’i, Hewler’i ve Süleymaniye’yi de vururum” mesajı ileterek Kürtleri tehdit ediyor. Diğer yandan da Türkiye’nin Batıya verdiği mesaj ise, “ben olmadan bölgede yeni bir düzenlemeye gidemezsiniz. Türk ordusu ağır kış koşullarına rağmen neleri başaracağını gösteriyor! Beni bölgede hesaba katmak zorundasınız” demeye çalışıyor. Ancak yanlış hesap Bağdat’tan döner derler.
Eğer Türkiye işgalci devlet olma anlayışında ısrar eder ve süreç içerisinde Güney’in iç kesimlerine doğru yönelirse, ABD’nin Irak’ta batağa saplandığı gibi, Türkiye’de büyük bir bataklığa saplanır ve o zaman içinden kendisi de çıkamaz.
Bu anlamda Ortadoğu’nun çetrefilli politik sürecinde bölge ve bölge dışı politik aktör ve tüccarların bölgeye dönük stratejik amaç ve hedeflerine kısada olsa bakmakta yarar vardır.
Bölgedeki aktörlerin başını çeken ABD’nin bölgeye dönük Avrasya stratejisinin Ortadoğu cephesinde taktiksel uygulamaların dışında hiçbir değişiklik görünmüyor. Bu stratejinin içinde Türkiye ve Kürdistan ayağı stratejinin sahipleri açısından önemli bir yer tutmaktadır. Öyle ki, Ortadoğu bağrında barındırdığı fosil enerji kaynakları ile dünya enerji haritasını oluşturan bir coğrafyadır. Hal böyle olunca da kapitalist-emperyalist sanayi sisteminin kalbi bu coğrafyada atmaktadır. Bu coğrafya dün olduğu gibi bugün de emperyalist güç merkezleri arasında çekişme ve kavganın odağında bulunmaktadır. Yani bu coğrafyadaki enerji kaynaklarının paylaşılması konusunda, özellikle emperyalist güç merkezleri arasındaki kavgalar giderek derinleşirken, bu kavganın odağında yer alan Avrasya ve Ortadoğu coğrafyasındaki devletlerin önemi de artmaktadır.
Hakeza, Batı merkezli şekillenen dünya ekonomisi, askeri gücü ve siyaseti ile yönünü Doğu’ya doğru çevirerek, Doğu merkezli bir yöne doğru kaymaktadır. Nedeni de, dünya petrol istasyonunun merkezinin Hazar, Orta Asya ve Ortadoğu’da bulunması olup, emperyalist güç merkezlerinin ekonomik ve askeri olarak bu coğrafyada yoğunlaşmalarıdır. Dünya’ya aktarılan enerji hatlarının vanaları yine bu coğrafyada olduğu gibi, enerji nakil hatlarının koridorları da bu coğrafyadan geçmektedir.
Bu anlamda da ABD Avrasya ve Ortadoğu’yu kontrol altına alabilmek için kendi emperyalist çıkarları gereği, bölgenin güçlü devletleri ile ilişkileri geliştirmek ve kırılmış noktaların yeniden şekillenmesi için Türkiye dün olduğu gibi bugünde önemlidir. Çünkü Türkiye coğrafik konumu ile NATO’nun Ortadoğu’da güçlü dayanağı, bölgede İsrail’in ekonomik ve askeri olarak güçlü müttefiki ve İslami yapısına rağmen temsili parlamenter sistemi ile ABD’nin Ortadoğu stratejisin de önemli bir unsurudur.
ABD’nin Avrasya stratejisinin babalarından biri olan Zbignev Brezinski, Türkiye’yi ABD için şöyle izah eder; “Türkiye Karadeniz’
in Akdeniz’e geçişini kontrol altında tutar. Karadeniz bölgesini stabilize eder ve Kafkaslarda Rusları dengeler, NATO’nun Güney ayağı olarak hizmet eder” der. Irak Savaşı döneminde ABD ve Türkiye arasındaki ilişki Irak tezkeresi ve Erbil’de Türk askerlerinin başına geçirilen “çuval” olayı ile limoni olmuştu.
Özellikle Türkiye Başbakanı’nın Washington’a gitmesinden (5 Kasım 2007) sonra yapılan tüccar alış verisinden bu yana ilişkiler limon yerine “şerbete” dönmüş durumdadır. Yani Türkiye, ABD’nin Avrasya stratejisinin alt versiyonu olan Ortadoğu’da önümüzdeki süreçte geçmişte olduğu gibi, tekrar ileri karakol görevinde önemli yer almaya çekilecektir. Dünyada liman ve denizlere açılmayan az sayıdaki ülkelerden biri olan Kürdistan, ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte kendi stratejisinin gereği olarak Güneyli Kürtleri (Kürdistan’ı) Ortadoğu’daki sürece dâhil etti.
Eğer deyim yerindeyse, kapitalist-emperyalist sanayi sisteminin kalbi Avrasya’da ise, Ortadoğu’nun merkezi de Kürdistan’dır. Zaten ABD Irak’ı işgal ederken, Avrasya’ya yönelik sürdüreceği stratejik savaşların lojistik alanı olarak planlamıştı. Bu plan genel hatlarıyla halen geçerlidir. Bu vesileyle Mezopotamya toprakları Ortadoğu coğrafyasının önemli bir merkezidir.
Hem ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) stratejisinde, hem de emperyalist güç merkezlerinin stratejisi içerisinde jeopolitik konumu ile Kürdistan geçmişte olduğu gibi bugün de önemli bir yer tutmakta.
Irak petrolü denince, zengin petrol kuyuları ile Kerkük petrolü olup, toplam Irak petrolünün yüzde 40’ı buradan çıkmaktadır. Bu yüzden de herkesin çıkarları Güney Kürdistan (Kürdistan’da) çatışmaktadır. Dahası, bu topraklardan fışkıran petrolün yanı sıra sahip olduğu zengin tatlı suları ve enerji kaynakları ile Bakü-Ceyhan gibi (Türkiye üzerinden Avrupa’ya aktarılan) önemli petrol boru hattının ağırlıklı bölümü Kürt topraklarından geçmektedir.
Buna rağmen, ABD ve diğer emperyalist güç merkezleri Kürtleri toptan Türkiye’ye peşkeş çeker mi? Emperyalizmin ipiyle kuyuya inilmese de, bu zor. Zaten operasyona izni veren ABD’nin açıklamalarına bakılırsa, sadece havuç sopa siyaseti ekseninde Kürtlere ve Türklere mesaj verilmektedir.
Operasyona onay veren ve bu arada Türkiye’ye giden ABD Savunma Bakanı Robert Gates’te “Kuzey Irak’a yönelik operasyonun süratle bitirilmesini” ve “Türk hükümetinin Irak hükümetine ve ilgili tüm taraflara açık şekilde operasyonun amacı, kapsamını ve sınırları konusunda net açıklamalarda bulunması gerektiğini” söylüyordu. Bu açıklamanın ardından Türkiye’deki yetkililer, “Operasyon birliklerinin geri çekilmeye başladıklarını” açıkladılar. Ne kadar gariptir, Türkiye kendi sorunu olan Kürt ulusal sorununa adım atmadıkça, ABD ve bir başka güç tarafından kulağı çekilmekten kurtulamayacaktır.
Özetle, gelinen süreçte Güneyli Kürtler, bundan 5 yıl önce ABD ve müttefiklerinin Irak’a yönelik başlattıkları savaş ve bu savaşın yarattığı boşluktan kendilerine bir çığır açtılar. Saddam ve Baas sisteminin devrilmesinden sonra, Iraklılar ülkenin yeniden yapılanması için geçici Anayasadan sonra oluşturulan ve bugün yürürlükte olan Irak Anayasası’nın 140. Maddesi’nde Kerkük’ün referandum yoluyla kaderinin tayin edilmesi yer almaktadır.
Kerkük sorununun referandum ile kabul edilmemesi için Türkiye çok yönlü lobi ve zor siyasetini devreye soktu. Ve herkesin bildiği gibi, geçen yıl yapılması gereken Kerkük referandumu, Türkiye’nin kızıl kıyamet koparması ve diğer bölge ve bölge dışı güçlerin devreye girmesiyle, yapılması gereken bu referandum yapılmadı ve ertelendi. Bu dönemden sonra Irak’ta devam eden günlük kaos ve serseri terörün alevleri Güney Kürdistan’a yöneldi.
Son aylarda içerde Kerkük meselesini ulusal bir histeriye dönüştüren Türkiye rejimi ve devleti, ölüler üzerine siyaset yaparak, ülke genelinde şoven ve milliyetçi dalgayı geliştirerek, Kürtlere ve ilerici güçlere karşı burjuva medyasının yardımı ile adeta linç terörü estirdi.
Bununla da kendi sorunu olan Kürt Sorunu’nu “terör sorunu” olarak dünyaya lanse etmeye çalışarak, “Kürt Sorunu’nda siyasi olarak bir adım atmam” diyor ve inkârcılıkta ısrar ediyor. Kürt ulusal sorununda inkârcılıkta ısrar eden anlayışlar, bu anlayışlarında daha fazla ısrar ettikçe ipin ucunu bölgede çıkarları olan emperyalist güçlere teslim etmekten kurtulamayacaklardır.
Sonuç itibariyle Türkiye kendi sorunu olan, Kürt ulusal sorununu “asayiş ve terör” sorununa indirgemenden vazgeçip, insanı küçük düşüren “eve dönüş” gibi anlamsız mantıksız, anlayışlarını terk etmeli. Ve Federe Güney Kürdistan Devletini düşman değil, komşu bir devlet olarak görmelidir.