Benim bir korkum var. O da en net ifade ile, gündelik yaşamın dolayımsız açıklığını yakalamadaki yetersizliğimizle ilgilidir. Bu, verili olana soru sormamayı alışkanlık edinmeyen bir yaşama eyvallah çekmekle, hatta bir de bunu marifetten saymayı alışkanlık edinmekle ilgili bir sonuçtur!.. Bir başka ifade ile verili olanın gerçekliğini “keyfi olarak” sorgulamakla, bu cüreti de bir istisnadan değil […]
Benim bir korkum var. O da en net ifade ile, gündelik yaşamın dolayımsız açıklığını yakalamadaki yetersizliğimizle ilgilidir. Bu, verili olana soru sormamayı alışkanlık edinmeyen bir yaşama eyvallah çekmekle, hatta bir de bunu marifetten saymayı alışkanlık edinmekle ilgili bir sonuçtur!.. Bir başka ifade ile verili olanın gerçekliğini “keyfi olarak” sorgulamakla, bu cüreti de bir istisnadan değil de kuraldan hareketle yapıyor olmakla ilgilidir!.. Ne demek bütün bunlar? Aslında çok açık. Günlük koşuşturmaca içinde algımızı belirleyen verili olan, düşüncemize yaşadığımız hareketlilikle en zayıf direnç noktalarımızdan sirayet etmeye başlıyor. Çok geçmeden görünmezlik ve bastırılmışlık nosyonları ile içimize gömülüyor. Yani verili olanın içeriksizleşmiş, klişeleşmiş, belirlenmiş yapısının yitip gitmesi mümkün yapısını üstelik yaşamımızda onlarca kez bu yapıya başkaldırmış insanlar olarak kabul ediyoruz. Hatta bu kabulün kendisi bir parçalanmışlık momentine bizi teslim ediyor. Başka ifade ile verili olanlar, Antonio Gramsci’nin meşhur çivisi gibi, duvarı çatlatmak üzere çakılı kalıyor bizde…
Peki nereden kaynaklanıyor bu parçalanmayı sağlayan yetersizlik ve teslimiyet? Sanırım bir çok gerekçe üretilebilir ama niteliksel olarak iki gruba ayrıştırılabilir bunlar. Birincisi gündelik olan karşısında gündeliklik bilincinin kaybı. İkincisi maskenin/ kimliğin diyalektik bir yıkımından duyulan korku. O halde geldiğimiz bu noktada bir kaç somut örnek üzerinden sorgulamamıza devam etmemiz yararlı olacaktır. Örneklerimi sağ, ve liberal kesimlerin gazetelerinden seçmek istiyorum.
İlk örnek Yeniçağ Gazetesi yazarı Nadim Macit’ten olsun. Macit Suudi kralın yanında ve fotoğrafı altında arz-ı endam yapan Türk büyüklerini ve PKK’lılara “esir” düşen askerlerin teslim edilme görüntülerini değerlendirirken aynı teorik dayanaktan hareket ediyor:
“Kadim dünyaya gönderme yapan fotoğraf ‘bu bir fotoğraf değildir’ deyimi altında anlam kazanıyor. M. Foucault, resim-dil ilişkisini çözümlerken dili dille sorgulamanın gereğine gönderme yapar. Bu çıkarıma dayanarak şunu söyleyebiliriz: Bu bir fotoğraf değildir.” Bütün bunlardan hareketle Macit şöyle bir sonuca varıyor: “Alt-kimlik / üst-kimlik / mozaik / gökkuşağı gibi boş ve anlamsız sözlerle bu zemini oluşturan siyasi iktidar, hamasi nutuklarla gaz mı alıyor, yoksa son günlerde ülkemizi ziyaret eden ilginç konuklarla oyunun ikinci perdesini mi hazırlıyor?” (Yeniçağ, 16.11.2007)
Yorum yapmaksızın diğer örneğe geçmek istiyorum. İkinci örnek Agos Gazetesi yazarı Etyen Mahçupyan’dan olsun. Mahçupyan ülke gündeminde ortaya çıkan son gelişmeleri şöyle değerlendiriyor:
“Nitekim, hükümetin seçimler ertesinde nefes almasına fırsat tanınmadan ve tam da ‘sivil’ anayasa tartışmalarının yoğunlaştığı bir noktada ilk kibrit çakıldı. Bu eylemin kim tarafından yapıldığını hâlâ bilmiyoruz… Ama önemli olan özne değil, eylem. Çünkü ardından tezkere, sonrasında ise ona yanıt mahiyetinde ikinci eylem geldi ve böylece Kuzey Irak operasyonuna kadar vardık. Kısacası, bu yılın başında sahnelenmeye çalışılan piyesin hazırlıkları hâlâ sürüyor. Yönetmen hevesli, oyuncular istekli, seyirci kapıda kuyruk olmuş… Medyanın göbeğinde yer alan, geçmişte ‘savaş çıkaran gazete’ olarak nam salmış birileri, şimdi ağızları sulanarak ve ellerini ovuşturarak harekâtın başlamasını, askerin Kuzey Irak’ı yerle bir etmesini teşvik ediyorlar.”(Agos, 02.11.2007)
Görülen o ki her iki yazar da ülkenin bir kaç zamandır başına gelenleri derin bağlantılarla ilgili olarak düşünüyor, tek farkları sadece dışsal bir ayrıntı olarak bağlantıların içeride ya da dışarıda olması. Ülke siyasetinin tıkanmasını her zaman böylesi dışsal ayrıntılarla temellendirilince gerçekte bazı fenomenler tartışılmadan kalıyor. Oysa bu yazarların amacı belki de bir tartışma ve görüş üretmek. Peki neden olmuyor bu? Gayet açık, kısa vadeli düşünme, kişisel ilişki ve sezgilere güven ya da ideolojik olarak saplantılı bir şekilde görüş darlığı ve mücadele hattının güçlenmesinden uzaklaşmak. Örneğin söz konusu edilen AKP hükümetleri ve onun icraatleri iktidara gelmeden ve iktidarda sürekli belirli bir tarzda kendini yeniden üretiyorken nasıl olurda bu derece sığ bir yorum yapılabiliyor?.. En genel anlamda AKP kurulduğundan beri seksenli yılların neoliberal siyasetinin (Özalizm) izleyicisi olacağını söylüyor, kendisi de iki binli yılların neoliberal ve neomuhafazakar siyasetine (muhafazakar-demokrat) eklemlemekten övünç duyuyor. Öyle değil mi? Neydi bu siyasetlerin yönelimi? Ülkede güçlü sermayeleri korumak ve bu sermayenin istikrarlı gelişimine katkı sunmak. Başka neydi, toplumsal dayanışma kültürünü örgütlülükten/ kurumsal ve yasal niteliğinden kurtararak, sınıf düşüncesinden arındırılmış geleneksel cemaat ilişkileri içine kitleleri sürüklemek, siyasal olarak onları boğmak. Başka neydi, siyaset alanını dünya konjuktürüne uygun olarak çoraklaştırılmasını sağlayarak, toplumsal talepleri görünürlükten ve güvenden arındırmak. Başka neydi, hem muhalefet hem de iktidar olmak, hem merhametli görünürlüğüne hem de gaddar görünmezliğine ulaşmak…
Evet yukarıdaki yazarların medyada bir yığın örneği var. Hem sağ hem sol basında hem de ana akım medyada. Oysa bu yazarların gündem hakkında yazdıkları yazıların çok kısa zaman önce yazılmış olması göz ardı edilmemeli. Şimdi sözlerinin değeri ne? Yani Macit hükümeti Amerikan-Arap sermayesinin ve ideolojik perdelemesinin içine yerleştirirken, ki o bunu açıkça dile getirmiyor, Mahçupyan ulusalcılara ve pozitivist modern düşünceye sahip olduğunu iddia ettiği sola saldıracağım derken zimnen koruyarak ne yapmış oluyorlar? Oysa şunları da sorabilirlerdi aynı hükümete: yeni vergilendirme oranları, sosyal güvenlik sisteminin çökertilmesi, işsizlik, doğrudan sanayi yatırımı, yoksulluk, bölgesel ve genel gelir dağılımı eşitsizliği, cari açık, özelleştirme adı altında kamu hizmetlerinin zayıflatılması, esnek çalışma, kadın ve çocuk hakları, anadilde eğitim, diyanetin lağvedilmesi, azınlık hakları, cuntacıların yargılanması, işkencecilerin ve korku kontrolörlerinin yargı önüne çıkarılması, okuma-yazma ve nitelikli eğitim hakkının yaratılması, meslek ve kurum okullarının alt sınıfların “tek çıkış” yolu olması… Eğer gerçekten Macit ve Mahçupyan, elbette diğerleri de bu soruları sorsalar, tartışmayı süratle bu hat üzerinden geliştirseler siyaset alanının demokratik, özgürlükçü ve dayanışmacı bir yaklaşımına katkı sunarlar.
Peki neden bu yapılamıyor? Yukarıdaki gerekçelere ek yeni gerekçelerle cevap vermek gerekirse, bunun için yeni bir örnek vererek tartışmayı sürdürmek istiyorum. Galatasaraylı futbolcu Hakan Şükür kendisini eleştirenlere şöyle karşılık veriyor:
“Bazen bana gelen eleştiriler oluyor. Ama ben inançlı bir insanım bazı şeylerin bizim gücümüze gitmesi önemli değil, hakkını vermiyorsanız Allah’ın gücüne gider. Bu rekorlar onun tecellisi, ben işimi yapıyorum. Benim üzerime düşen tek şey sadece çalışmak, sabırlı olmak, karşılığında da bu başarıları görüyorum, o anlamda çok mutluyum. Ama herkes bir şeyler söylüyor. Bir şeyleri söylerken niye söylediğinizi bilmek lazım, kime söylediğinizi de bilmek lazım” (http://www.galatasaray.org/detay.asp?PID=2473&HID= 5&haberID=301128).
Şükür ne diyor, kendisini eleştirmenin neden imkansız olduğunu. Bu üslup sadece onda değil, bütün büyük Türk metafizikçilerinde var. Çünkü bu hast
alık bir tür korunma ve yerindelik düşüncesi üretiyor. Kim bu büyük Türk metafizikçileri, sadece Rüştü Rençber, Fatih Terim, Erman Toroğlu, Ahmet Çakmak gibi futbol dünyasının tanınmış simaları değil tabi, bütün büyükbaş koltuk sahipleri ve onların nöbetine tutulmuş izleyicileri de. Ne derdi Süleyman Demirel, “dün dündür bugün bugündür” yani hep yenilenen ama asla soruşturulamaz bir gerçeklik içindedir yaşantımız. İşte sorun bu tip bir algıya karşıymış gibi olmakla, kendi ezberini bozmadan kendi ezberini belletmekte. Bir söz vardır hani her şey komik olursa değiştirecek bir şey bulunamaz diye, çünkü ciddiye alınacak hiçbir şey yoktur.
Türkiye’nin dışarıdan ve içeriden maruz kaldığı her şey yalnızca eylemlerini gerçekleştirenlerin stratejik başarısıyla olmuyorsa, siyaset alanının karanlığı ile ilgili görülmelidir. Sorunlar ancak metafizik, teolojik temellerin yıkılması ile tekrar siyaset alanında çözülebilirlik niteliği kazanacaktır. Yani gizemleştirici unsurları, muallak göndermeleri bırakıp somut olarak gerçekleşenin peşinde olmak gerekir. Eğer sanayiden kaynaklı çevre kirliliğinin peşine düşülmeden, petrol türevi yakıtların emisyonun azaltılmasına ilişkin bir siyaseti öngörmeden, genetiği ile oynanmış gıdaların yarattığı çoraklığı görmeden v.s… nasıl çevreci olamazsanız aynı şekilde siyaset yapmak istiyorsanız ya da bu alanda değerlendirme yapmak istiyorsanız siyaset alanının çoraklaştırılmasına izin vermemeniz gerekir. Bunun için bildiklerinizi kamuoyu önünde inandırıcı verilerle savunmak, insanların gündelik hayatlarında o sorunların hayali unsurlarını değil, mahallesindeki fabrikanın saklanmış yüzünü göstermek gibi net bir tavırla göstermek üzerinden savunmalısınız. Bu tavırdır siyasetin bağlamlarını yeniden nasıl gelişiyorsa ezbersiz üretecek. Yanlış anlaşılmasın sorun siyasetin yerelleştirilmesi çözülecek değil, iktidar odağı her nerdeyse orada insanların kendi hayatlarına dair sahip çıkacakları bir direnç ve değişim alanı vardır. Bu yüzden somutluk ve gündeliklik ortak çıkar arayışlarının daha çok öne çıkarılması gerekiyor. Yoksa pek değerli gazetecilerin söylemlerindeki gibi soyut ve belirsizlik ya da Şükür’ün dokunulmazlık zırhındaki gibi yerindelik tutumu değil.
*Bu yazının başlığı daha önce yayımlanmış bir başka yazıya göndermede bulunmaktadır. Ferhat Taylan, “Türk Metafiziğine Giriş”, Birgün Gazetesi.
Gonca Gül Taşçı, Felsefe Grubu Öğretmeni,
goncagultasci@gmail.com