Sayın Akyol, 9 Şubat tarihli “YÖK Başkanı’na açık mektup” başlıklı yazınızda tutarsız ve eklektik bulduğum düşünce sistematiğiniz yanında belirli çevreler üzerinde etkin olduğunu düşündüğüm yaklaşımlarınızı da-son gelişmeler vesilesiyle- tartışmaya açmak üzere bu mektubu yazma gereği hissettim. Yeni YÖK Başkanı tercihi Yazınıza konu ettiğiniz Türkiye Yükseköğretimi bilindiği üzere yüzü aşkın üniversitesi, on binlerce akademik personeli ve […]
Sayın Akyol, 9 Şubat tarihli “YÖK Başkanı’na açık mektup” başlıklı yazınızda tutarsız ve eklektik bulduğum düşünce sistematiğiniz yanında belirli çevreler üzerinde etkin olduğunu düşündüğüm yaklaşımlarınızı da-son gelişmeler vesilesiyle- tartışmaya açmak üzere bu mektubu yazma gereği hissettim.
Yeni YÖK Başkanı tercihi
Yazınıza konu ettiğiniz Türkiye Yükseköğretimi bilindiği üzere yüzü aşkın üniversitesi, on binlerce akademik personeli ve yüz binlerce öğrencisi ile fiziki öneme sahip olduğu kadar, egemen politikaların ve yönetici sınıfının oluşumuna katkı da sağlayan önemli bir üst yapı kurumudur. Dolaysıyla YÖK başkanlığı görevi ‘basit ve sıradan’ bir yönetim görevi olmayıp; yüksek öğretimin anlam önem ve gereklerini kavramış, yönetim tecrübesi ve gelecek perspektifi edinmiş, akademik altyapısı sağlam bir akademisyen tarafından üstlenilmek durumundadır. Ülkemizdeki güncel politikaların yüksek öğretimle kurulu ‘doğrudan ve yoğun’ ilişkisini ve YÖK’ün kurulma nedenini (12 Eylül ürünü olması) de bu parametrelere eklediğimizde YÖK Başkanı seçiminin önemi açıktır.
Bu noktada yeni YÖK Başkanı’nın bu niteliklerden hangilerini karşıladığı hangilerini karşılamaktan uzak olduğu değerlendirilebilir olup, bu mektubu aşan bir tartışmanın konusu olabilecek niteliktedir. Sizin ‘çok iyi bir sosyolog’, Celal Şengör’ün ‘asistan olamayacak biri’ yönündeki değerlendirmelerinizin dışında kalarak (farklı bir uzmanlığa sahip olmam nedeniyle) birkaç ayrı noktayı belirtmek gereği bulunmaktadır.
Öncelikle yeni YÖK Başkanı ataması; Gül ve Erdoğan’ın temsil ettiği ve sizin ‘liberal demokrat’ olarak tanımladığınız, benim ‘sermaye yanlısı yeni İslamcı akım’ diyebileceğim felsefeye bütünüyle uygundur. Bu felsefeye dayanan anlayışta ‘liberal tarafsızlık ve hür üniversite’ tanımlamaları anlamını üniversitelerin bütünüyle sermaye egemenliğine açılmasında bulmaktadır. Nitekim Sayın Özcan atanır atanmaz “araştırma görevliliğinin burslu statüde öğrenciliğe dönüştürülmesini’ ve ‘yüksek öğrenimin paralı olmasını’ önermiştir. Anımsanacağı üzere bu öneriler liberal demokrat sermaye kesiminin yanında bazı ‘ezber bozan çevrelerde’ de (Baskın Oran örneği) desteklenebilinir bulunmuştur. Bir emekçi ailenin çocuğunu nasıl okutabileceği düşünülmeden, sanki mezun olunduktan sonra iş bulunabiliyor ve geri ödeme yapılabiliyormuşçasına -kredilendirme üzerinden paralı eğitimi savunmak nasıl oluyor da ‘hürriyet sevdasıyla’ açıklanabiliyor, anlamak zor görünüyor. Benzer şekilde, bir milyar maaşla yoksulluk sınırının altında yaşayan üniversitelerin araştırmacı-dinamik kadrosunu iş güvencesinden yoksun bırakmakla mı “üniversite hür olacaktır’! Yüksek plazalardan ve gökdelenlerdeki evlerden tanımlanan ‘hür’ dünya ile ‘kulübelerden’ bakılarak istenen ‘özgür’ dünya aslında sınıfsal konumlanış farklılığını ortaya koyuyor bu görüş, çok açık.
Gözden kaçırılan bir diğer nokta da; terör ve inanç sistemleri ile ilgili araştırmaları bulunan bir akademisyenin YÖK’ün yönetimi için özellikle tercih edilmesidir. Derin çevrelerle ilişkisini diri tutarak ülkeyi BOP sürecine eklemlemek isteyen kliğin bu adımının YÖK’e yüklenen ideolojik misyondan bağımsız olduğunu söylemenin olanağı bulunmamaktadır. Bu tercih bir yönüyle YÖK Başkanı’nın ‘yönetilebilir’ bulunması ile ilişkili olduğu kadar bir yönüyle de devlet katında olumlanan ‘derin bağlantılı’ bir ‘toplam kalite yönetiminin’ (Sayın Özcan’ın Anıtkabir Şeref Defteri’ ne yazdıkları anımsansın) bir dönem fasılayla iktidara taşınması anlamı taşımaktadır. Gül ve Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği için yaptıkları tercih de bu görüşü doğrular niteliktedir.
Bir fenomen: Kemal Gürüz
Sayın Akyol, okuduğum hemen her yazınızda çeşitli kaynaklar ve kişiliklerle dolaylı dolaysız ilişkiler kurup, sonucu ‘liberal demokrasi’ye bağlamakta ve özgürlükçü olduğunuza vurgu yapmaktasınız. Konuyla bağlantılı olarak Kemal Gürüz ve Celal Şengör ikilisi üzerinden değerlendirmelerinizi ve gelinen noktayı da tartışmaya değer bulmaktayım.
Anımsanacağı üzere Kemal Gürüz, Celal Şengör ve arkadaşları 1992 yılında TÜSİAD’ a bir Yüksek Öğretim Raporu sunmuşlar ve bir süre sonra da, beklendiği üzere YÖK’ü yönetmeye başlamışlardı. Sizin haklı olarak ‘diktatörce’ olarak tanımladığınız sürece ilişkin iki noktayı vurgulamak istiyorum.
Birinci nokta Gürüz ve ekibinin ‘otoriter’ anlayışındaki aşırılığın hangi düzeye vardığına ilişkin -eleştirilerinizi de destekleyen- gerçeklerdir. Bu dönemde yüzlerce öğretim üyesine düşünceleri ve yaşam felsefeleri nedeniyle soruşturma ve kovuşturmalar yapılmış, Türkiye’nin en seçkin Hukuk Fakültesi yerle bir edilmiş (Bülent Tanör, Aysel Çelikel ve birçok akademisyen Alemdaroğlu eliyle mağdur edilmiş), Dicle Üniversitesi gibi üniversiteler düzmece raporlar gerekçe gösterilerek hedefe konulmuş ve sayılamayacak pek çok uygulamayla üniversite yönetimleri tek tipleştirilerek 12 Eylül sonrası üniversitelere yeniden ‘ayar’ verilmişti. Liberal demokratların yalnızca türban ve katsayı vesilesiyle anmakla yetindiği süreçte Gürüz’ün Rektörleri Kuzey Kıbrıs’ta toplaması gibi ucubelikler ve Alemdaroğlu’nun -Yunanistan’a tepki olsun diye- Senato kararıyla Yunanistan’la bilimsel iletişimin kesmesine de hep birlikte tanıklık edinilmişti. O süreçte Bülent Tanör hocaya deyim yerindeyse ‘kan kusturulurken’ alkış tutanlar ve sessiz kalanların bugün Tanör’ün eşdeğeri Necmi Yüzbaşıoğlu’ndan kurtarılmayı beklemeleri de tarihin cilvesi olarak kaydedilmek durumundadır. Yine geçmişte “Bu akademisyenler yabancı dil bilmiyor, yurtdışı yayınları bile yok” diyerek Mersin Üniversitesi’ne operasyonun yolunu açan çok dil bilen,-paralı eğitim yanlısı, hakiki jakoben, yakın arkadaşınız- Celal Şengör’ün ‘belki Ordu’yu göreve çağırır denilerek YÖK üyeliğine önerilmesi de bugün gelinen trajik noktayı göstermesi bakımından anlamlı görünüyor.
Burada tartışılması gereken ikinci ve daha önemli noktada sizinle tamamen farklı anlayışlara sahibiz. Gürüz ve ekibinin TÜSİAD eliyle YÖK yönetimine taşınması, esas olarak üniversitelerin sermayenin hizmetine tamamen sokulmasını amaçlıyordu. Anglo-Sakson üniversite anlayışının üniversitelerdeki yansıması Teknokent’lerin kurulması, üniversitelerin Ar-Ge kurumlarina dönüştürülmesi (ODTÜ ve İTÜ’nün içler acısı durumu bunun sonucudur), Vakıf Üniversitesi adı altında paralı eğitimin yaygınlaştırılması gibi bileşenlere sahip. Daha sonra Teziç ve ekibince ‘Kıta Avrupası’ modeliyle kısmen dizginlenen bu ‘pragmatik’ yönelim, ABD modelinin Türkiye’ye bütünüyle uyarlanmasını amaçlamakta. Büyük sermayenin herhangi bir harcama yapmadığı, kamu kaynakları ve kamuda yetişen bilimciler kullanılarak -sermaye ihtiyaçlarına göre yönlendirilmiş araştırma konularında- elde edilen araştırma sonuçlarının sermayeye know-how olarak tahsis edildiği sürecin YÖK Başkanı Özcan’ın ilk açıklamalarıyla devam edeceği anlaşılıyor. Nitekim bu yönelimin önemli bir aşaması da -Gürüz’ce de desteklenen- TÜBİTAK’taki anlayış değişikliğiydi. Anımsanacağı üzere TÜBİTAK’ın ‘liberal demokrat’ yönetimi, adında yer alan ‘Teknik’ kelimesini ‘Teknoloji’ kelimesiyle değiştirirken bunu bilinçli bir tercihin sonucu olarak gerçekleştirmişti.
Taraf olmak
Sayın Akyol, yazınızdaki bir diğer nokta da ‘tarafsızlık ilkesi’ başlığı
nı taşıyor. YÖK Başkanı’nın hükümetten talimat aldığına dair bir algı bulunabileceği! endişenizi dile getirdiğiniz yazınızda ‘bağımsız YÖK’ önerdiğiniz de görülüyor.
Diplomatik bir dille ‘algı’ olarak ifade ettiğiniz ‘gerçek’, YÖK Genel Kurulu’nun Gül-Erdoğan çizgisinin kontrolüne girdiğidir ve bu çok açık olarak izlenebiliyor. Yeni YÖK Başkanının güçlü bir profile sahip olmaması ve ‘intikam hırsıyla dolu’ pek çok siyasal İslamcı’ya rağmen tercih edilmesinin bir anlamı bulunmalıdır ve bu anlam; istenen yüksek öğretim anlayışının dışarıdan koordine edileceğine dair bir hesapla ancak örtüşebilmektedir.
Öte yandan ‘tarafsız’ bir YÖK isteğinizin ekonomi-politik ve ‘uzmanı olduğunuz’ sosyoloji tarafından da reddedilecek bir beklenti olduğunu belirtmek gerekmektedir. Bir kuruluş düşünülsün ki; bir faşist darbeden sonra kurulmuş olsun ve üniversiteleri on yıllarca baskı altında hizaya getirmekten başka vazife üstlenmemiş olsun. Tüm bunları yaparken de, kamu kaynaklarını ve yüksek öğretim stratejisini büyük sermayenin projeksiyonlarıyla yönetiyor olsun. Sizin baktığınız noktadan ‘hür, demokrat ve liberal’ görüntü zaten amaçlanmaktadır! Ama bu, sermayenin ‘tarafında’ konumlanmış bir tarafsız üniversite görüntüsüdür!
Bu vesileyle son günlerde başlatılan iki kampanyayı da değerlendirmek zorunlu görünüyor. İlk olarak AKP-Gülen çizgisi tarafından başlatılan -ve resmi ideoloji karşıtlarınca da desteklenen- imza kampanyası (sizin de taraftarı olduğunuz anlaşılıyor) ve ardından Üniversite Konseyleri tarafından organize edilen -ve sistem içi laik çevrelerin desteğiyle sayısallaşan- kampanyalarda yoğun biçimde ‘taraf’ vurgusu yapıldığı görülüyor. Bilimciler ve bu halk için bilim yapılacak günleri hedefleyenler açısından taraf olmak şüphesiz ki önemli olmalı. Ama bu taraftarlık yanlış zeminlerde teorik zemini olmayan güncel gelişmelere dönük birliktelikler kurularak değil, insanlık için bilim üretiminin gerçekleşeceği bağımsız demokratik üniversitenin talep edildiği bir gelecek projesi etrafında yapılmak durumunda. Diğer türlü 28 Şubat benzeri -bir yapay- ikili konumlanışın sonucunda pozisyonunu güçlendirenin olayı yöneten sermaye olduğu pratikte kanıtlanmıştır.
Aydınlanmanın önemi ve jakobenizm
Sayın Akyol, son bir noktayı da belirtmek isterim. Açık mektubunuzda ve önceki yazılarınızda yoğun biçimde ‘aydınlanma’ eleştirisi yapmaktasınız. Fransız ihtilali ile başlayan, aklın ve aydınlanmanın yolunda ilerleyen gelişme sürecini küçümsediğiniz ve bunu ‘jakobenizm’ olarak değerlendirdiğiniz görülüyor. Bu konudaki düşüncelerinize yönelik eleştiriler daha önce ortaya konulduğundan* ayrıntıya girmeden bir genel vurgu yapmak istiyorum.
Öncelikle aydınlanma devrimi belirli bir dönemdeki politikanın anlık yansıması olmayıp uzun süreli entelektüel gelişimin ve yer yer sancılı geçen süreçlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bugün türban ve benzeri motifler üzerinden yürütülen tartışmaların -farklı boyutta da seyretse- kilise ile burjuvazi mücadelesi üzerinden o günlerde aydınlanma devriminin hazırlayıcıları olduğunu söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Öte yandan aydınlanma, sosyalizm ve komünizm gibi ileri projelere zemin sunan, sizin ‘rasyonellik’ diyerek hedefe koyduğunuz bir dünyevi aklın siyaseten dışa vurumudur aynı zamanda. Bugün aydınlanma ile bütünleşen laik sistem olmadan ‘aklın ve eleştirinin’ sosyolojik etkinlik kazanması mümkün müdür sizce! Yine dinsel kural ve simgelerin yer aldığı eğitim sisteminde akılcı ve dogmalardan uzak nesnel araştırmaların yapılması ne derece mümkün olabilir? Tüm bu konularda ‘liberal demokrasinin merkezi- ABD’nin Bilimler Akademisinin ‘taraflı’ tutumunu da özellikle incelemenizi öneririm size.
Sonuçta üniversite özgürlüğü kılık kıyafet özgürlüğünü de içermek durumundadır. Ama nereden devşirildiği belli olmayan (Holywood, Ürdün, Manastır Rahibeleri ya da Yahudilikten model alındığı ileri sürülen) belirli tipte kıyafeti dini inancın temeli olarak sunup baskı unsuru oluşturarak gerici projelerin yaşama geçirilebilmesinin aracına dönüştürmek ‘özgürlük’ olarak değerlendirilemez ve reddedilmek durumundadır. Din, devlet ve sermaye baskısını farkında olan ve buna karşı koyma iradesi kazanan kadının kendi özgürlüğünü insanlığın özgürleşmesinin bir parçası olarak görebildiği aşamada ise başörtüsü, -yaşamın her alanında kabul edilebilecek- bir tercih olarak görülebilir. Diğer türlü, sermayenin projelerini perdeleyen bir kayıkçı dövüşünün ‘tarafı’ olunabilir ancak.
Çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim,
Doç. Dr. Bülent TÜTMEZ
İnönü Üniversitesi
9 Şubat 2008
* Bulent Tütmez, “Demokrat Olmayan Demokrasi Anlayışı”, www.sendika.org, 09 Ocak 2004.
Taha Akyol’un “YÖK Başkanı’na açık mektup” başlıklı yazısına ulaşmak için TIKLAYIN