Her askeri darbeden güçlenerek çıkan İslamcı hareket, generallerle birlikte, sistemin ikinci ortağı haline geldi. Bu nedenle stratejilerini kontrollü ama çok daha açık bir tarzda uygulamaya başladılar. Türban meselesi de bu politik yönelimlerin bir parçasıdır. Yerel İslami iktidarlarda fiilen yaşama geçirilen ‘türban’ın Ankara’ya bağlı olan sistem kurumlarında da resmileştirilmesi, esasen tarikatların iktidar gücünün pekişmesi anlamına gelmektedir. […]
Her askeri darbeden güçlenerek çıkan İslamcı hareket, generallerle birlikte, sistemin ikinci ortağı haline geldi. Bu nedenle stratejilerini kontrollü ama çok daha açık bir tarzda uygulamaya başladılar. Türban meselesi de bu politik yönelimlerin bir parçasıdır. Yerel İslami iktidarlarda fiilen yaşama geçirilen ‘türban’ın Ankara’ya bağlı olan sistem kurumlarında da resmileştirilmesi, esasen tarikatların iktidar gücünün pekişmesi anlamına gelmektedir. Türban soyut bir insan hakları sorunu olarak ele alınamaz.
İslamcı hareketin son yıllarda gündemleştirdiği ve Türkiye genelinde ciddi bir iç politik krize neden olan ‘Türban sorunu’ oldukça önem kazanmaktadır. İslamcı hareketin yaşam tarzı olarak ön plana çıkan ve aynı zamanda siyasal faaliyetin önemli bir alanını oluşturan Türban sorununda meydana gelen her gelişme, politik İslamcı hareketin güçlenmesine nesnel bir zemin hazırlamaktadır. Türkiye’de dinsel yapının etkisi de dikkate alındığında, Türban’ı politik mücadelenin bir aracı haline getirmek için oldukça geniş altyapı mevcuttur.
Boğaziçi Üniversitesi Siyasal Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Binnaz Toprak ve Doç. Dr. Ali Çarkoğlu’nun Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı’nın (TESEV) desteğiyle yürüttükleri araştırma Türkiye toplumunun dinsel ve özellikle türbana yaklaşımını ortaya koymaktadır. Örneğin “…halkın % 42,6’sı bugün Türkiye’de dindar insanlara baskı yapıldığını düşünmekte, bu baskıya örnek vermeleri istendiğinde baskı yapıldığını düşünenlerin % 64,8’i türban sorununu gündeme getirmektedir. Devlet memuru kadınların ve üniversite öğrencisi kızların isterlerse başlarını örtmelerine izin verilmesi gerektiğini düşünenler % 66,6’dır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nı destekleyenlerin oranı % 86,7 gibi bir çoğunluk oluşturuyor… % 69,2 ise başörtüsü, kurban derisi bağışı, Cuma namazı saatleri konularında devletin daha esnek davranmasını ve insanlara baskı yapmamasını istemektedir… Araştırmanın üçüncü önemli bulgusu Türkiye’de Şeriat’a dayalı bir din devleti kurulmasını isteyenlerin oranının % 21,2 gibi oldukça yüksek bir rakam çıkmasıdır…”[1] Bu veriler Türkiye’nin toplumsal yapısını anlamak bakımından önemlidir. Türban gibi hassas bir konuda, İslamcı hareketin politik avantajları bakımından bize bir fikir vermektedir. Politik İslamcı grupların, türban sorununu neden öncelikli sorun olarak ele aldıkları ve politik mücadelenin bir aracı haline getirdikleri daha somut olarak anlaşılmaktadır.
Özellikle de devlet kurumlarından türbanın yasallaştırılması için verilen mücadelenin amacı, İslamcı yaşam tarzını, sistemin bütün alanlarına egemen kılmaktır. Çünkü türban, özellikle ideolojik ve politik bir simge olarak kullanılmaktadır.
Prof. Dr. Necla Arat, başörtüsü ile türban arasındaki geleneksel ve politik farklılık için şunları belirtiyor: “Başörtüsü takmak ile türban takmak, aynı şekilde değerlendirilmemelidir. Geleneksel başörtüsünü takan köy ve kasaba kökenli milyonlarca kadın, bunu türbanlılar gibi, dinsel bir üniforma ya da şeriat devlet yanlısı basının sözcükleri ile ‘Menzil-i maksuda ulaştıracak yolda kazanılmış ilk zafer’ yorumlanması ile dinsel-siyasal bir araç olarak taşımamaktadır. İki konuyu ve bu iki kesimi kesinlikle birbirinden ayırmak gerekir…”[2] diyor.
Türbanın politik yaşamanın bir parçası haline getirilmesi, devlet kurumlarında özellikle okullarda-üniversitelerde yasallaştırılması, devletin izlemiş olduğu dönemsel bir politikanın sonucudur. Bugün, ‘türban’ sorunu iç politik çatışmanın en önemli konularından biridir. Özellikle 1980 Askeri darbesiyle, ‘Türk-İslam Sentezi’nin devlet politikası olarak benimsenmesinden sonra, İslami bir simge olarak kullanılan Türban’ın devlet kurumlarında ‘serbest’ bırakılmasına karar verildi.
12 Eylül askeri darbesinde Başbakanlığa getirtilen emekli Oramiral Bülent Ulusu’nun hükümetinde diyanetten sorumlu devlet bakanı olan Mehmet Özgüneş, kamu personelinin kılık kıyafet yönetmenliğinde yaptırdığı değişiklikle, bakanlık personelinden “dini eğitim gören erkeklerin sakal bırakabileceklerine, kadınların görev yerinde başlarını bağlayabileceklerine” karar verdi.[3] Bu yasa değişikliği ile türban, devlet kurumlarında yasallaştırıldı. Bu ‘yasal düzenleme’ bir bakıma İslamcı tarikat örgütleriyle generaller arasındaki anlaşmaların bir sonucuydu.
Gazi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Tahir Hatiboğlu, İrtica üzerine yapılan bir konferansta yapmış olduğu konuşmasında şunu belirtiyor. ” … Tabii türban Türkiye’de üniversitelerde irtica’ın simgesi olduğundan çok önemli. Bu da Doğramacı’nın ürünüdür. Doğramacı 10 yıl içinde birçok kez karar değiştirmiştir… 12 Eylül 1980’den sonra oluşturulan Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) Başkanlığına getirilen İhsan Doğramacının 1987 yılında söylediği: ‘Saçını örtmek isteyenlere serbestlik yoluna gidildi. Bunun dışında giyim kuşam serbest değildir. Mutlaka çağdaş olması gerekir. Benim bildiğim fes yasağı var, Devrim Yasaları başörtüsü yasağı var dememiş. Fesle üniversiteye gelmek mümkün değil, fakat başörtüsü serbest. Kanunen yasaklanmayan kıyafet serbest’ diyordu. Böylece Türkiye’nin laik sisteminin en temel güvencelerinden biri olarak görülen üniversitelerde ‘türban’la eğitimin yapılması için gerekli ‘yasal’ olanaklar tanınıyor. Bu açıklamadan sonra Süleyman Demirel DYP Genel Başkanıyken şunları belirtiyor: ‘Kişi başını örtmek istiyorsa örtsün, ona niye karışılıyor. Laiklikle bir ilgisi yoktur. Yasalarla yasaklanmamış bir kıyafettir, serbesttir.'”[4]
Eski YÖK Başkanı İhsan Doğramacı ve Demirel’in söylediklerinin bir benzeri, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin lideri Evren tarafından da dile getiriliyor: “…Türbanlı öğrenciler kalkıp da devlet kuracağız demiyorlar. Ama solcu öğrenciler sol yumruklarım kaldırıp, ‘tam bağımsız devlet istiyoruz!’ diye bağırıyorlardı”[5] Evren bu sözlerini 1980’li yıllarda değil, 1990’da söylüyor. Yani İslamcı hareketin Türkiye’de çok ciddi bir gelişme gösterdiği dönemlerde açıklıyor. Laik ordu adına, ülke yönetimine el koyan General Evren, türbanlı öğrencilere çok açık bir destek sunuyor. Peki, kime karşı? ‘Sol’ öğrencilere karşı. Evren’e göre sol’cu öğrenciler, ‘yeni bir devlet kurmak istiyorlar’, türbanlı öğrencilerin böyle bir talepleri yok. Bu anlayış aynı zamanında İslamcı hareketin politik stratejisinin devletin çıkarları ile örtüştüğünün bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yine Prof. Dr. T. Hatiboğlu, 4 Aralık 1988’de, Doğramacı başkanlığında toplanan YÖK’ün, disiplin yönetmenliğine ‘yeni’ bir 17. madde eklediğini belirtiyor. Yapılan bu ‘küçük’ değişiklikle ‘türban’ üniversitelerde yasallaştırılıyor. “Dini inanç nedeniyle boyun ve saçlar örtü veya türbanla kapatabilir” deniliyor. Sunduğumuz birkaç veriden anlaşılabileceği gibi, ‘türban’ devletin politik yönelimine ve dönemsel ihtiyaçlarına göre ‘serbest’ ediliyor ya da ‘yasaklanıyor’. Yani sistem, türbana karşı değil. Dönemsel politik koşullara ve sistemin ihtiyaçlarına göre, devlete ait kurumlarda türban’ın kullanımına izin veriliyor.
Türkiye’nin bugünkü siyasal konjonktürü içerisinde, türban sorunu, toplumsal ilişkilerde, politik yaşamda ve devletin kurumları arasında öncelikli olarak ön plana çıkan tartışmalı konulardan birini oluşturmaktadır. Özellikle, Türkiye toplumu üzerindeki dinsel etkiler dikkate alındığında bu sorunun önemi çok daha iyi
kavranabilir.
İslamcı hareketin politik faaliyetinin bir parçasını oluşturan ‘türban’, geleneksel İslamcı yaşam tarzının yaygınlaştırılması anlamına gelmektedir. Çünkü türban sorunu, politik İslamcı hareketin genel stratejisinin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Prof. Dr. Türker Alkan, Başörtüsü’nün Türban’a dönüştürülerek, ideolojik bir simge olarak kullanılıp politik faaliyetin bir parçası haline getirildiğini ve özellikle İslamcı partilerin tarafından propaganda aracı olarak kullanıldığını belirtirken şunları ifade ediyor: “Yargı organları türbanı şeriatın simgesi olarak görmekte haklı mıdır? Sorun burada düğümleniyor. Bu sorunun yanıtını yargıda değil, uzun yıllardır türbanı şeriatın simgesi olarak selamlayanlarda aramalıyız. Ben 1960’ların başlarında üniversite öğrencisiydim. Okulumuzda çok sayıda kız öğrenci vardı. O zaman henüz türban icat edilmemişti. Eski usul başörtüsü vardı. O başörtüsü de pek çok şeyi simgelerdi kuşkusuz: Dindarlığı, tevazuyu, geleneklere bağlılığı, eşine sadakati, muhafazakârlığı… Bir ideolojik ve siyasal silah değildi, kültürel bir tercihti. Ve kadınların güzelliğine pekâlâ bir şey de katardı. Ve okulumuzda kaç kız başörtüsü takardı, hiç düşünmedik. Belki kimse takmazdı, belki de yarısı takardı. Ama bir ideolojik kavga aracına indirgenmediği için buna dikkat etmek aklımıza bile gelmemişti. Okul yönetiminin de bu konuda belirli bir tavrı yoktu. Ve ne Anayasa Mahkemesi, ne de Danıştay bu konuları gündemine alma gereği duymuştu. Kimse seçim meydanlarında türban nutukları atmazdı. Bu nedenle de, o dönemde, kadınların bütün ortamlarda başörtülerini takma özgürlüğü vardı. Sonra Erbakan’ın partiler dizisi çıktı karşımıza. Başörtüsü (özel ve simgesel takılış biçimiyle ‘türban’) kültürel bir tercih olmaktan çıktı, siyasal bir savaş aracına indirgendi. O andan itibaren ‘türban’ masumiyetini yitirdi. Şeriatçı siyasetin simgesi oldu. Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın karar vermesi gereken konular arasında yer aldı…”[6]
Anayasa Mahkemesi kararıyla, Türban kamu kurumlarında yasaklandı. Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) da Anayasa Mahkemesi’nin kararını uygulamaya koyarak türbanlı öğrencilerin üniversitelere girişini yasakladı. Bu pratik uygulamalar, İslamcıların etki alanına yapılan ilk aktif müdahaleydi.
Türban eylemi, İslamcı güçler tarafından politik gündemin ilk sıralarına oturtuldu. İslamcı hareketin genel politik etkisine güvenilerek, Türban konusunda önemli bir toplumsal tepkinin oluşacağını ve böylece İslamcı yaşam tarzını meşru bir zemine oturtabileceklerini düşündüler. Ancak beklenen olmadı. İslami hareketin kendisi dahi kendi içerisinde bir bütünlük sağlayamadı. Ancak, bütün İslamcı kesimlerin üzerinde anlaştığı bir nokta: Türbana yönelik alınan kararlar, İslamcı harekete yönelik doğrudan yapılan bir saldırıdır. Çünkü Türban, İslamcılar için politik bir simgedir. Bu neden, Türbanın yasaklanmasına karşı, değişik eylem biçimleriyle türban sorunu sürekli gündemde tutulmalıdır. Bunun birinci derecede muhatapları da, üniversitelere ve liselere alınmayan bayan öğrencilerdi.
Türban eylemlerine aktif olarak katılan öğrencilerin yaptığı değerlendirmeler, türban sorunu ile İslamcıların politik stratejisi arasında doğrudan bir ilişkinin var olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin Ayşe Gül Çetin şöyle ediyor: “Her geçen gün azalan sayıya, polis coplarına, baskılara, tehditlere, okuldan atılmalara rağmen direnenler ise çağları aydınlatacak bir çığlığın sahipleridir… Başörtüsünü Hz. Muhammed’den bu yana devralınan bir bayrak gibi taşıyanlar ve direnenler, İslami mücadelede kadının olması gereken yerini örneklemektedir.”[7] Gül Çetin, türbanlı öğrencilerin, devletin güvenlik güçlerinin saldırılarına maruz kaldığını belirtirken aynı zamanda, Başörtüsünün, ‘Hz. Muhammed’den bu yana devralınan bir bayrak gibi taşıyanlar ve direnenler’ tarafından savunulduğunu ve bunu bir bakıma İslam davasıyla eşleştirdiğini ifade etmektedir.
Türkiye’nin birçok ilinde Türban’ı gerekçe göstererek, İslami direnişe kalkışan İslamcı güçlerin deneme yaptığı illerden birisi de Malatya’dır. Araştırmacı Ruşen Çakır, bu ildeki gelişmeyi şöyle değerlendiriyor: “İslamcılığın önde gelen kalelerinden biri olarak görünen Malatya son kitlesel türban direnişlerinden birini yaşadı… İnönü Üniversitesi’ne de sıçrayan türban sorununa, ‘Malatyalılar’ diye bilinen grup başta olmak üzere bu ilin meşhur ‘radikal İslamcıları’ el attı. Devletin bir ‘kalkışma’ olarak göstermek istediği Malatya olaylarında radikal İslamcıların gerçek niyetinin ne olduğu tam olarak öğrenilemedi. Siyasal iktidarı ele geçirip bir İslam devleti kurma perspektifine sahip olmakla birlikte devlete yönelik ciddi bir eyleme pek girişmemiş olan bu gruplar, gelişen olayların kendilerince bir değerlendirmesini yapıp yirmi yıl sonra beklenen ânın geldiği kararına mı varmışlardı? Yoksa Malatya’nın ‘İslamcı’ imajına gölge düşürmemek için, kaybedeceklerini bile bile mi ortaya atmışlardı kendilerini? Veya türban gibi haklı ve popüler bir davadan istifade ederek kendilerinin ve devletin gücünü sınamaya mı giriştiler?” Birçok soru soran R. Çakır’ın bildiği belki de çok açık ifade etmediği gerçek durum şu: Türban sorunu, politik İslamcı akımlar için, sistemle mücadelede bir prova alanını oluşturmaktaydı. Malatya’nın tercih edilmesi ayrı bir özelliği bulunmaktadır. Çünkü burada, özellikle Müslüm Gündüz’ün grubu olarak bilinen Azimendci radikal grubun çok ciddi bir etkinliği bulunmaktadır. Malatya İnönü Üniversitesi’nde, Türban’ın kitlesel bir boyut kazanması, bu grubun faaliyetleriyle doğrudan ilişkilidir.
Türbanlı öğrencilerden Ayşe Doğan, türban sorunun aynı zamanda cihad için yürütülen mücadelenin bir parçası olduğunu vurgulamaktadır: “İslamcı çevrenin, özellikle İslamcı görüşe mensup erkek öğrencilerin yaklaşımları da dikkat çekiciydi. Onlar da başörtüsünün vazgeçilemezliğine inanmakla birlikte, bizlerin okumakta ısrar edişini saçma buluyordu, hepsi değilse bile büyük bir kısmı. Bizi desteklemelerinin birinci sebebi, davamıza gönülden inanmış olmaktan çok, bu semboller (sarık, başörtüsü, çarşaf, şalvar, sakal, vs.) dolayısıyla din ve halk düşmanlığı yapan daha çok yönetici-elit sınıfın kinine karşı bir mukavemet, mücadele, cihad isteği idi.”[8] Bu eleştirel yaklaşım aynı zamanda İslamcı hareketin, Türban sorununu sisteme karşı yürütülen ‘cihad’ isteğinin bir parçası olarak gördüğünü de vurgulamaktadır.
Başörtüsü sorununu eleştirel bir tarzda ele alan Yeter Şahin de, Türban’ın dinsel bir simge olduğunu ve bunun için sonuna kadar mücadele edeceklerini belirtmektedir. “… Örtü yasağı sadece düzenden gelen bir baskı değil; başörtülü, devlet ve muhafazakâr kesim arasında sıkıştırıldı. Türkiye’de şu anda ortalığı dolduran kadınlar Müslüman kadınları yeterince temsil edemiyor ve gelenekten beslenen ve kendi çabalarıyla geliştirilen bir zihniyet yapıları yok. Onlar bizim boş bıraktığımız ara dönemi, geçici dönemi dolduruyorlar. Erkeklere gelince, onlar bizden yana değil, devlete karşı bir tavır almışlardı. Yaşadığımız duygusallık bizi birbirimize yaklaştırdı ve dünyayı yaşadığımız tecrübeden ibaret gördüğümüz için dini, siyasi kimliklerini öğrenmek bizim için yetiyordu. Başörtü yasağına karşı mücadele bizim gibi dini kaynaklarla beslenen herkesin öz be öz malıdır, kimsenin tekelinde değildir. Kavgamız hâlâ içten içe devam ediyor ve bu har
ekette yerimizi de kendimiz almak durumundayız.”[9]
Türban sorununu kendileriyle özdeşleştiren Refah Partisi’nin kapatılmasından sonra kurulan Fazilet Partisi Genel Başkanlığına getirtilen Recai Kutan, FP’nin ‘türban’ konusunda aynı politik çizgiyi devam ettirdiğini açıklamış. “Bazı üniversiteler ‘türban ve başörtüsünün kız öğrenciler tarafından, inançları gereği olduğu için değil, siyasi bir görüşün simgesi olarak takıldığını’ iddia etmektedirler. Hatta İstanbul Üniversitesi Rektörü ‘Başörtülü kızların anayasal düzeni bozma çabasında olduklarını’ söylemektedir. Bu görüşlere mukabil, diğer bazı çevreler ise şunları dile getirmektedirler; ‘Başörtüsü üniversitelerde, siyasi bir görüşün simgesi, laik cumhuriyete bir karşı çıkış mesajını veriyor da, aynı başörtüsü sokağa çıkınca nasıl bir masum hüviyete bürünüyor?’ Sizin bu mantığınıza göre sokaktakilerin de başörtüsünü açmak gerekmez mi? Devletin bir kuruluşu olan Diyanet İşleri Başkanlığı kızların başlarını örtmesini dinin kesin bir emri olduğunu bildiriyor. Başörtüsü yasaklanır ise ‘Eğer bir hanım örf ve adetlerinin gereği olarak başını örtüyorsa, bunda herhangi bir sakınca yoktur. Ama üniversiteli kızı, örf ve adetlerin, İslam dininin gereği olduğu için değil, laik cumhuriyete karşı çıkış maksadıyla başlarını örtmektedirler’ demektedirler. Bu iddiada bulunabilmek için en basit hukuk prensiplerinden haberdar olmamak gerekir. Bu kızlarımızın başlarını bu niyetle örttüklerini peki siz nereden biliyorsunuz?” diyor.[10]
Kutan, türban sorunu üzerine yaptığı bir başka değerlendirmesinde benzer fikirlerini tekrarlıyordu: “FP olarak millet iradesinin dışında hiçbir güç tanımıyoruz. Cumhuriyeti, demokrasiyi, laikliği soyut kavram olarak değil, ancak milli iradeyle manalandırıyoruz. Bu manada kılık kıyafet meselesini bir insan hakkı meselesi olarak mütalaa ediyoruz. Bugün YÖK ve üniversitelerin bu konudaki tatbikatını milli iradeye ve milletin değerlerine yabancı uygulamalar olarak görüyoruz. Bu uygulamayı yapanların millete karşı bir sorumlulukları bulunmamaktadır. FP iktidarında millet iradesinin dışında hareket eden YÖK, üniversite ve TRT gibi oligarşik adacıkları, milli iradeye karşı sorumlu hale getirecek hukuki düzenlemeleri yapacağız…”[11] Yasal bir parti olarak kurulan İslamcı Fazilet Partisi’nin açıklamaları hemen her zaman dolaylı mesajlar içermiştir. Ancak, RP ve FP her koşulda, Türban sorunun siyasal gündemde tutmayı çok bilinçli olarak tercih etti. Çünkü böylece, hem İslamcı çevrelerin aktifleşmesini sağlıyorlardı hem de kendilerine oy veren kesimleri böylece oylamış oluyorlardı. FP, Türban sorununu, kendi politik çıkarları için uzun bir süre kullandı. Ancak bir yandan kitlesinin, türban için yapılan eylemlere aktif olarak katılmasını engellerken diğer yandan bir kısım milletvekilleriyle, türbanlı bayanların eylemlerini ziyaret ederek politik destek sundukları mesajını veriyorlardı. İkili bir oyun oynamalarına rağmen, FP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının önemli gerekçelerinden biri, izledikleri ‘türban politikası’ oldu.
İslamcı hareketin doğal lideri olarak bilinen Erbakan’ın, “Üniversite Rektörleri, başörtülü kızların karşısında selama duracaklardır…” açıklaması, İslamcı hareketin politik bakış açısını ortaya koymaktadır. Erbakan’ın bu sözleri de, Refah Partisi’nin kapatılmasının gerekçeleri arasında sayıldı.
Üniversitelerdeki türban eylemleri, devletin geliştirdiği çok yönlü politikalarla (zaman zaman şiddet içeren) önemli oranda geriletildi. İstenilen ve beklenilen toplumsal tepkiyi göremeyen İslamcı hareket içerisinde ise ‘hayal kırıklığı’ yaşandı. İslamcı kitlenin özellikle yasal İslamcı partiye olan güveninde önemli kırılmalar oluştu. Bu kırılma, FP’nin seçim sonuçlarına yansıdı.
Ancak, İslamcı hareket, Türban’ı devlet kurumlarında yasallaştırmak için yeni taktikler uygulamaya başladı. İç politik çatışmayı tırmandıran Erbakan, 18 Nisan 1999 seçimlerinde, türbanlı Merve Kavakçı’yı, İstanbul’da ilk sıralarda aday göstererek, milletvekili olmasını sağladı. Bu pratik yönelim, bir bakıma politik İslamcı hareketle devletin geleneksel politikası arasında tam bir güç gösterisiydi. Devletin kamusal alanlarında/kurumlarında türbanın yasaklanmasına karşı, devletin sembolü sayılan TBMM’de türbanlı milletvekillerinin yer alması, aynı zamanda devletin bütün politikalarını alt üst edeceği gibi, politik İslamcı güçler önemli bir inisiyatif elde etmiş olacaklardı. Buradaki başarı, aynı zamanda Türban’ın bütün alanlarda yasallaştırılması anlamına gelecekti. Bu da, şeriat mücadelesinde önemli bir kilometre taşı olacaktı. Gerek devletin geleneksel politikaları gerekçe politik İslamcı güçler, bu mevcut gelişmelerinin farkındaydılar. Özellikle Erbakan, bütün siyasal riskleri göze alarak, Merve Kavakçı’nın TBMM’ye gelerek, mutlaka ‘milletvekilliği yemini etmesini’ sağlamak için bütün parti yönetimlerini harekete geçirdi ve şu talimatı verdi: “Bu bizim namus meselemiz. Orada 110 kişisiniz, Gerekirse kavga edeceksiniz ve yemin ettireceksiniz…”[12]
Yine Erbakan, Merve Kavakçı’ya, “yarın Meclise tesettürünle gireceksin, yeminini edeceksin, sırana oturacaksın. Kimse seni engelleyemez, bu senin hakkın” diyordu.[13] Merve Kavakçı’nın parlamentoda ‘türban’ kullanarak ‘milletvekilliği yeminini yapmaya kalkması, hem ülke genelinde hem de FP içerisinde ciddi tartışmalara neden oldu. M. Kavakçı, doğal lideri Erbakan’dan güç alarak Parti yönetimine karşı sert çıkışlar yaptı. FP Genel Başkan’ı Kutan, “Kızım sen buraya niye geldin. Biz seni çağırmadık. Çağırdığımız zaman gelecektin. Böyle programlamıştık.” M. Kavakçı da şu yanıtı verir: “Ne biçim partisiniz. Beni savunmuyorsunuz. Kellemi kesseniz başımı açmam. Bu partide koordine yok. Biri gel diyor, diğeri gelme diyor. Ben mazlum halkı temsil ediyorum. Gidin kiminle anlaşacaksanız anlaşın, bu işi çözün. Ama anlaşın. Ben yemin etmek istiyorum.”[14] Tam bir politik krize neden olan ve İslamcılar bakımından tam bir politik eylem olarak görülen Kavakçı’nın, türbanı ile ‘yemin etme’ isteği devletin bütün temel kurumları arasında ciddi sorunların doğmasına neden oldu. Özellikle ordu eksenli geliştirilen politik baskılar sonucu FP geri adım atarak, Kavakçı’nın yemin etmesinden vazgeçildi ve aynı zamanda ‘Amerika Vatandaşı’ olduğu tespit edilen ve bu nedenle milletvekilliği iptal edilen M. Kavakçı, yapmış olduğu bir basın toplantısında şunları dile getirdi: “Millet Meclisinde, milletin vekiline temsil imkânı verilmedi” dedi. Millet iradesinin Millet Meclisinde hiçe sayıldığını savunan Kavakçı, “Benim bu kıyafetimle and içmemi engelleyecek ne bir Anayasa hükmü, ne bir iç tüzük maddesi, ne de herhangi bir yasa hükmü mevcuttur. Ben Yüksek Seçim Kurulu’na karşınızda şu anda bulunduğum halimle başvurdum. YSK da adaylığımı bu halimle onayladı” görüşünü dile getirdi. Prosedüre uygun olarak mazbatasını aldığını, TBMM’ye kaydını yaptırdığını anlatan Kavakçı, konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Ben bir Cumhuriyet çocuğuyum. Bugün karşımızda milletimden aldığım yetki ile onları kendi Meclislerinde temsil yetkisi ile bulunuyorum. Ancak insanları tertipleştirmeye çalışan, dayatmacı zihniyetler benim laik cumhuriyet üzerine and içmeme engel oldular. Milletin iradesinin tecelli etmesine mani oldular. Hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin olduğunu inkâr ettiler. Evlatlarını bu vatan uğruna şehit vermeyi en büyük şeref sayan şehit analarımızın ve şehit eşlerimiz
in başını örten bu örtü, bugün Kavakçı’nın Meclise girmesine engel gösterilmek isteniyor. Bunun, siyasi simge olduğu iddia ediliyor. Şunu açıkça ifade edeyim; benim başım inancım gereği kişisel tercihim sonucu örtülüdür. Bu da uluslararası hukukun ve anayasanın teminatı altındadır. Benim uluslararası hukuka, anayasaya ve iç tüzüğe uygun olarak Mecliste ortaya koyduğum demokratik tavrımı provokatörlük olarak niteleyenler meseleye tarafsız, önyargısız bakabilselerdi, bu sıfatın bana değil and içmeme mani olanlara daha çok yakıştığını göreceklerdi…”[15] M. Kavakçı’nın bir bütün olarak geri adım atması ve FP’nin kapatılmasında önemli bir faktör oluşturması, Türban konusunda İslamcı hareketin önemli bir mevzi daha kaybettiğini gösteriyordu. Özellikle Anayasa Mahkemesi’nin bu konudaki kararlarının da çok açık olarak ortaya konulması ile hem hukuki hem de politik bir darbe alan İslamcı partinin bölünmesindeki önemli faktörlerden biri olduğunu belirtebiliriz.
Bir raundun kaybedilmesi İslamcı hareket bakımından mevcut durumun kabul edilmesi anlamına gelmiyordu. Bunun için, İslamcı hareketin amacı her politik eylemde, türban olayını güncel politik bir sorun olarak gündemin baş sıralarına oturtmaktı. Gerek 3 Kasım 2002’deki seçimlerde gerekse 22 Temmuz 2007 seçimlerinde İslamcı parti ciddi bir oy patlaması yaparak parlamentoda ezici bir çoğunluk sağladı. İslamcı AKP, ‘türban konusunda bir kısım adımlar atarak, hem İslamcı tabana güven vermek hem de politik bir başarı kazanmak istemektedir.
Türban sorununun çözümlenmesi ve bir bakıma İslamcı hareketin politik ihtiyaçlarına yanıt verilmesi için İslamcı AKP’nin Genel Başkanı ve Başbakan T. Erdoğan’ın ciddi bir çaba içerisinde olduğu biliniyor
Kanal D’de yayımlanan ‘Teke Tek’ adlı programda Fatih Altaylı’nın sorularını yanıtlayan Erdoğan konuşmasında şunları belirtiyor: “Bari özelde kalsın. Tutturmuşlar kamusal alan… Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde böyle bir kavram yok. Burasını istedikleri zaman kamusal, istedikleri zaman halka açık alan ilan ediyorlar. Devlette okutturmuyorsun, özel sektörün, vakıfların üniversiteleri var, buralara gitsin. Ama maalesef burada da kaskatı bir tavır. Bu nasıl aşılır? Toplumsal mutabakat dediğim konu bu… Devlette olmuyor, ama hiç olmazsa özel sektör, vakıf üniversitelerinde serbest bırakalım. Devlette görev verme, ama hiç olmazsa üniversitesini bitirmiş kızlarımız yetişsin…”[16] İlk bakışta çok masum görünen bu istemin arka planında yatan ideolojik ve politik yönelim ve yönlendirme dikkate alındığında, asıl amaç ve hedef anlaşılabilinir.
Özellikle AB süreci ile Türkiye’nin iç politik gündemini yeniden meşgul etmeye başlayan Türban sorununa ilişkin yeni yasal düzenlemelerin yapılacağı kesin. İslamcı hareketin önde gelen isimlerinden ve TBMM Başkanı Bülent Arınç, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği Bursa şubesince (MÜSİAD) düzenlenen “Türkiye’nin Vizyonu” başlıklı toplantıda, başörtüsü konusunda şu açıklamayı yaptı: “(Rektörler, türbanlılara selam duracaktır) sözü ile (Türbanlılar üniversitelere giremez) sözü içeriği itibariyle aynıdır. İki zıt kutuplu olsa bile mahiyeti aynıdır ve bu iki söz sebebiyle bu sorun çözülmüyor… Bugün anketler yapıldığında, her anket en azından üniversiteler kılık kıyafete karışılmaması noktasında yüzde 70’lerin üzerinde bir mutabakat var. Bu biraz daha büyüyecek, gelişecek yasal düzenlemeler ondan sonra gelecektir…”[17] 17 Aralık 2004 tarihinde, AB’nin Türkiye’ye müzakere tarihi vermesiyle, İslamcı çevrelerde ciddi bir iç hareketlenme yaşandı. Özellikle, demokrasiye ve insan haklarına yapılan vurgular esas olarak ‘türbana ilişkin yeni düzenleme’lerin yapılmasını kapsamaktadır. 17 Aralık 2004’te, Türkiye’ye müzakere tarihinin verilmesinden bir gün sonra, Dışişleri Bakanı A. Gül’ün, Türban sorununu bu kez çözeceklerini belirtmiş olması bir tesadüf değildi. İslamcı hükümet, AB ile başlayan müzakere görüşmelerini iç politikada etkin bir araç olarak kullanılacaktır. Özellikle İslamcılar için hem ideolojik hem manevi bir değeri olan Türban sorununun çözümlenmesi için baskı unsuru oluşturulacaktır.
AB, müzakerelerin başlamasıyla birlikte, Türkiye’nin iç politik gündemiyle çok daha iç içe olacak ve aynı zamanda birinci derecede muhatap olmak zorunda kalacaktır. Bu nedenle AB, Türkiye’nin en önemli güncel politik gündem maddesi olmaya devam eden Türban sorunuyla da karşı karşıya kalacaktır.
AB ülkeleri içerisinde yasaklanmaya başlanan, ancak Türkiye’de sistemin bir parçası haline getirilmeye çalışılan türban, ciddi bir politik soruna olmaya devam edecektir. İslami cephenin önemli bir kesiminin ‘türban’ konusunda AB’ye karşı ciddi kuşkuları bulunmaktadır. Birçok İslamcı politikacı, araştırmacı ve yazar, AB’nin İslami değerlere karşı olduğunu belirtmektedir. Örneğin İslamcı yazarlardan İbrahim Karagül, AB ülkelerinin özellikle Fransa’nın, türban dâhil bütün dini simgeleri, okullarda yasaklanmasını, İslam’a karşı bir eylem olarak görmektedir. “… Başörtüsünü yasaklamak için yasa çıkarılmasını isteyen Chirac, bu dünyada bir öncü olacak. Fransa, başörtüsü ile savaşta Özbekistan ve Tunus ile aynı cephede… AB’nin dış politikasını belirlemeye çalışan Fransa bu gidişle Avrupa’nın başörtüsü ile mücadelesini de yönlendirmeye aday.
“Almanya da, başörtüsüne karşı tutumunu giderek sertleştiriyor… Norveç gibi bir ülkede bir bakan çıkıp, ‘ Müslümanlara Avrupa’da yaşadıkları hatırlatılmalı’ diyerek, Avrupa’nın İslam’ı ancak dönüştürerek hazmedebileceğini açıkça dile getiriyor.
“AB üyeliğini isteyen Müslümanlar ile Avrupa bir soruyu dikkatle cevaplamalı: Birbirlerine ne kadar tahammül edebilecekler? Sorun sadece ekonomik refah ve özgürlükler değil. Bu özgürlükler içinde yer verilmeyen İslami hassasiyetler ne olacak? Türkiye’nin AB üyeliğinin önünde sadece ‘Kıbrıs engeli’ yok… İslam ve Müslümanlar Avrupalılaştırılıp, ondan sonra mı adaylık yolu açılacak? Başörtüsü tartışmalarının bu denli büyütülmesine bakılırsa yeni engeller İslam ile ilgili olacak. Avrupa bu tereddüdü açıkça göstermeye başladı. Peki, Türkiye’de Müslümanlar Avrupa’yı bu açıdan ne kadar sorguluyor acaba?”[18]
İstanbul üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Leyla Şahin’in ‘türban’ takması nedeniyle üniversiteden atılmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AIHM) yapmış olduğu itiraz başvurusunu değerlendiren Mahkeme üst kurulu, 11.11.2005 tarihinde vermiş olduğu kararla, Üniversitenin almış olduğu ‘türban yasağı karar’ını onaylayarak Leyla Şahin’in başvurusunu reddetti. AHİM kararıyla da ‘türban’ın İslamcı politik bir simge olarak kullanıldığı ve bu bakımdan, ‘insan hakları ihlali kapsamında ele alınamayacağını’ kabul edilmesi, Türkiye’nin iç politikasında ciddi bir tartışmaya yol açtı. Özellikle İslamcı hareket bakımından merakla beklenen kararın olumsuz olması, iç politik dengeleri etkilemekle kalmadı aynı zamanda ‘yeni’den saflaşmaya neden oldu. AB sürecine angaje olan ‘ılımlı İslamcı parti olarak değerlendirilen hükümetteki AKP’yi oldukça zorda bıraktı. İslamcı görüşleriyle tanınan Başbakan’ın açıklamaları, aynı zamanda politik İslamcı hareketin soruna yaklaşımını ortaya koydu. Başbakan, “Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı dini ulemanındır”[19] görüşünü dile getirdi. Yani ‘türban’ dini sorundur buna ilişkin kararı da ancak ‘dini ulema’ verebilir. Bir başka ifadeyle, din adamları, toplumun genel-so
syal yaşam tarzı için karar veren ‘yetkili’ merkezler olarak görülmektedir. Türkiye Başbakanı’na göre, AİHM’in türban konusunda karar vermesi yanlıştır. Bu, İslam kuralları içerisinde ele alınması gereken bir konudur.
22 Temmuz sonrası oluşan yeni politik dengeler, İslamcı hareketin devlet kurumlarını bütünlüklü olarak ele geçirme sürecini başlattı. Milliyetçi MHP ile birlikte, türban yasasının mecliste geçirilerek kabul edilmesi, İslam cumhuriyetine geçişte önemli bir aşamayı oluşturmaktadır. İslam’ın günlük yaşama egemen kılınmasının en önemli aracı türbanın eğitim kurumlarına girmesidir. Bu süreç fiilen başlamış durumda. AKP milletvekilleri ve belediye başkanları bu yöndeki amaçlarını çok açık olarak ifade ettiler. Örneğin AKP Konya Milletvekili Hüsnü Tuna, “İnşallah hedefimiz kamu hizmetlerinde de, yani kamu hizmeti veren personelde de böyle bir yasağın olmamasıdır”[20] dedi. Isparta’nın AKP’li Belediye Başkanı Hasan Balaman, “Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğunu ve başörtülü bir kadının da belediye başkanı veya daire başkanı olabilmesi gerektiğini”[21] belirterek bir adım daha atmış oldu.
Kemalist rejimin son kalesi suskun. Bakkalın kapısına kilit vuran generaller satış yapamaz durumdalar. Sesleri kesildi, derin bir sessizliğe gömüldüler. Fırtına öncesi sessizlik mi bilinmiyor. ABD’nin çocukları olarak patronlarından konuşma izni henüz almış değiller. Bir de ABD’nin talimatı ile ‘Ergenekon’a dokunmaları generalleri ilk kez bu kadar iktidarsızlaştırdı.
AKP, küçük hasarlarla ‘Türbanı’ artık gündemden çıkartarak rahat bir nefes almak istiyor. AKP’nin generallere vereceği bir başka ödül de, Türban’ın serbest edilmesinin Kürtler üzerinde ciddi bir etki yaratacağını, bunun da belediye seçimlerine yansıyacağını, böylece Kürt ulusal hareketinin etkisizleştirilmesinin bir aracı haline geleceğini iddia etmesidir. İddiası ne kadar tutar, bunu zamanı gelince göreceğiz. Ama esas taktiği, inkârcı rejimin en zayıf noktası olan Kürt meselesinde tutunarak generallerin olası ‘gazabından’ kurtulmak. Yani türbanı da Kürt mücadelesine karşı, rejimi korumanın bir parçası haline getirmeye çalışıyor. Böylece İslamcılar ile generallerin yeni bir buluşma noktası gerçekleşmiş olacak.
Ayrıca Bush, Türkiye’yi ‘Müslüman demokratik bir ülke’ olarak tanımlaması ile ‘türban’ düzenlenmesi arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Yani İslamcılığın özgürlük sembolü, küresel sistemin stratejik politikalarının yaşama geçirilmesinin bir aracı haline gelmiş bulunuyor. Bu hep böyle oldu.
dipnotlar
1. www.milliyet.com
2. Aktaran VELİDEDEOĞLU Meriç, “Yaratılan Türban Fırtınası”, Cumhuriyet gazetesi, 5 Haziran 2003.
3. Aktaran TUŞALP Erbi, İslam Faşizmi, Doğan Kitap yay., İstanbul, 1999, syf. 237.
4. Aktaran HATİBOĞLU Tahir, Batı ve İrtica, İstanbul, Kaynak yay., 1999, syf. 332.
5. age, syf. 333.
6. Hayrettin Karaman, “Siyaset-Din İlişkisi ve Başörtüsü”, yeni şafak gazetesi, 20 Eylül 2002.
7. Dökülenler ve Kalanlar Üzerine, Şahitlik, İstanbul, Mazlum-Der., 1998, syf. 223-224.
8. Ayşe Doğan’ın Tanıklığı-Bütün Yönleriyle Başörütüsü Sorunu, İstanbul, Mazlum-Der., 1998, syf. 277.
9. ÜNLÜ Vildan Özcan, Bütün Yönleriyle Başörtüsü Sorunu, İstanbul, Mazlum-Der, 1998, syf. 226-227.
10. Aktaran AKSOY, 28 Şubat’tan Balgat’a Mücahit!!!, İstanbul, Ümit yay., 2000, syf. 29-30.
11. age, syf. 39.
12. age, syf. 96.
13. age, syf. 119.
14. age,syf. 106.
15. age, syf. 107.
16. Milliyet gazetesi, 10.07.2004.
17. Yeni şafak gazetesi 27.12.2004.
18. KARAGÜL İbrahim, “Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda yeni engel başörtüsü mü olacak?”, Yeni şafak gazetesi, 8 Kasım 2003.
19. Şafak, Radikal, 15.11.2005.
20. Radikal, 26.01. 2008.
21. Milliyet, 28.01.2008.
gokyuzu9@aol.com