“Leasing” bugüne kadar benim için, anlamını kavramaya ihtiyaç duymadığım yabancı bir kelime ya da Türkçeye İngilizceden doğrudan geçme ekonomik bir terimden daha fazlasını ifade etmiyordu. Bu kelimeyi duyduğumda zihnimde sadece finans ve ekonomiyle ilgili şeyler uçuşurdu. Daha fazlası değil… Her insanın hayatında böyle kelime ve kavramlardan vardır. Kelime aslında ilgi alanınızın bir köşesine sıkışmıştır ama […]
“Leasing” bugüne kadar benim için, anlamını kavramaya ihtiyaç duymadığım yabancı bir kelime ya da Türkçeye İngilizceden doğrudan geçme ekonomik bir terimden daha fazlasını ifade etmiyordu. Bu kelimeyi duyduğumda zihnimde sadece finans ve ekonomiyle ilgili şeyler uçuşurdu. Daha fazlası değil…
Her insanın hayatında böyle kelime ve kavramlardan vardır. Kelime aslında ilgi alanınızın bir köşesine sıkışmıştır ama bir türlü onu oradan çıkarsınız gelmez. Ama bir gün kendiliğinden de olsa oradan çıkabilir. İşte “leasing”le hikâyemiz bundan birkaç gün öncesine dayanıyor. Ama ben bu “hikâye”den pek hoşlanmadım.
TV’deki bir ekonomi programında sabahın kör bir vaktinde hararetli bir şekilde “leasing”de yapılan KDV artışı tartışılıyordu. Kısaca “finansal kiralama” olarak tanımlayabileceğimiz leasing kullanımlarına bugüne kadar uygulanan KDV yüzde 1 iken yılbaşından sonra yapılan KDV değişiklikleri ile bu oran yüzde 18’e çıkarılmıştı. TV’deki programda bu KDV artırımı sermaye çevrelerinin çeşitli temsilcileri tarafından eleştiriliyordu. Daha sonraki günlerde birbiri ardına TOBB, TÜSİAD gibi sermaye örgütlerinden de leasingde yapılan KDV artışını eleştiren çeşitli açıklamalar geldi. Sermaye temsilcileri ve örgütlerinin verdiği bu tepkileri göz önüne almasak bile leasingde bir vergi artışı yapılması kulakları yeterince “tırmalayan” bir gelişme.
Ortalama bir ekonomi izleyicisi AKP hükümetinin Türkiye’de hayata geçirdiği vergi politikasının genel çerçeve ve ilkelerini bilir. Bu vergi politikasının çerçevesi sermaye üzerindeki her türlü vergi “yükü”nün kaldırılması ve bu yükün dolaylı vergiler, yani tüketimden alınan vergiler yoluyla halkın alt ve orta gelir seviyesindeki kesimlerinin omuzlarına bindirilmesidir. Bu politikaya uygun olarak AKP hükümetinin 5 yıllık dönemde uygulamaya geçirdiği onlarca yasa, kararname, düzenleme vs. bir çırpıda sayılabilir. Bunlardan en akılda kalanı ve hükümetin vergi politikasını en berrak şekilde ortaya çıkaran icraatı kurumlar vergisinde yaptığı indirimlerdir. Kurumlar vergisi şirketlerin yani sermaye çevrelerinin elde ettikleri kazançtan devlet hazinesine ödemek zorunda oldukları vergiyi ifade eder. Sermayenin yüksek kazançlarından devletin yaptığı harcamalara aktarılan kaynağı temsil eden kurumlar vergisi AKP iktidarı döneminde yüzde 33’ten yüzde 20 düzeyine indirildi.
Sermaye için geçmiş yıllarda yapılan vergi indirimleri önümüzdeki dönemde de mikro ekonomik reform adı verilen düzenlemelerle radikal bir biçimde devam edecek. Kamusal kaynaklardan sermaye sahiplerine kaynak transferi “istihdam, yatırım, ihracat vs. teşviki” gibi adlar altında süremeye devam edecek.(1)
Bu tablonun ortaya koyduğu vergi politikasında kaynak transferinin yönü belli “Vatandaş –> Devlet Hazinesi –> Sermaye”.
Kaynak transferinin yönü bu açıklıkta ortadayken sermaye sahiplerinin belli bir bölümünün fena halde canını yakacak olan leasingde KDV’yi yüzde 18’e yükseltmek de ne anlama geliyor? Ortalama bir ekonomi takipçisi açısından bu gelişme dumura uğratıcı bir gelişmedir. Dumura uğratıcıdır çünkü eğer bu takipçi liberal bir dünya görüşüne sahipse hükümetin yaptığı özgür müteşebbisin ayağına takılan prangadan başka bir şey değildir. Dumura uğratıcıdır çünkü bu takipçi, toplumcu bir bakış açısına sahip bir anti-kapitalistse “tekelci sermayenin tam tahakkümünde hareket eden hükümetin” bu yaptığı, kaynak transferinin genel akış yönü ile çelişen ve anti kapitalistin sistemle ilgili tezlerine darbe indiren bir gelişmedir. Bu durumda liberalimiz yaygarayı basar ve “bu yapılanlar yabancı sermayeyi kaçırır, istihdama darbe indirir, yatırımları engeller” diyerek kıyameti koparır ve azgelişmiş bir ülke liberaline yakışır şekilde söylenmeye devam eder.
Anti kapitalist bir algı açısından ilk bakışta toplumun ürettiği artı değere el koyan sermayeye uygulanan bu vergilendirme sevindirici bir gelişmedir. Fakat mevzu eşelendiğinde bizi getirdiği nokta bambaşka bir yer oluyor. Şimdiden söyleyelim anti kapitalistimizin tezlerine hiç bir şey olmuyor. Liberalimiz ise boşu boşuna kopardığı yaygaraya yansın…
“KOBİ”ler, leasing ve emek sömürüsünün derinleştirilmesi
Yukarıda “leasingdeki vergi artışından fena halde canı yanacak olan” değimiz sermaye kesimini (kısaltması KOBİ olan) küçük ve orta büyüklükteki işletme sahibi küçük sermayedarlar oluşturuyor. Bu sermaye sahipleri açısından leasing/finansal kiralama hayati bir önem taşıyor. Yeterli sermayeleri olmadığı için küçük sermaye sahipleri pahalı üretim araçlarını/iş makinelerini ve diğer ihtiyaçlarını uzun vadeye yayılmış bir borçlandırma yöntemiyle alıp üretimlerini geliştirebiliyorlar/devam ettirebiliyorlardı. Yüzde 1 oranında uygulanan KDV’de bu yöntemi oldukça avantajlı bir hale getiriyordu. Büyük şirketler gibi kredi alma olanağı olmayan, sermaye birikimleri böylesi bir satın almayı kaldıramayacak olan KOBİ’ciler için leasing yöntemi üretim araçlarını elde etmenin nerdeyse tek yoluydu. Şimdi bu yolun önüne yüzde 18’lik bir KDV barikatı kuruldu.
AKP hükümeti iktidarda olduğu süre boyunca KOBİ’lerin geliştirilmesi, desteklenmesi konusunda pek çok uygulama hayata geçirdi. KOBİ’ler Hükümetin sermayeye sunduğu çeşitli teşviklerden yararlandı, borçları yeniden yapılandırıldı, KOBİ’ler için finans kaynakları yaratıldı. Yani merkezi bütçeden kaynak transferinin gerçekleştiği yönde KOBİ’ler de bulunuyordu. KOSGEB bu süreçte KOBİ’lerin ihtiyacını karşılamaya tahsis edilmiş bir kurum olarak çok faal bir şekilde çalıştı. “Bu durumda AKP kendi politikasıyla çelişmiyor mu?” denilebilir. O halde AKP’nin KOBİ’lerle ilgili politikasını ortaya koymak gerekiyor.
AKP hükümeti KOBİ’lere yönelik çalışmasını her şeyden bağımsız bir “KOBİ-severlik” anlayışından ötürü gerçekleştirmedi. KOBİ’ler desteklendi ve teşvik edildi çünkü AKP hükümetine uluslararası tekelci sermayenin AB, IMF gibi çeşitli kurumları tarafından bu uygulamaların hayata geçirilmesi buyruldu. AKP’nin bugün yaptıkları da bu buyruklara uymaktan ibaret. AKP’nin buyrukların dışına çıkıp böylesi bir uygulama gerçekleştiremeyeceğini anlamak için “yönetişim mekanizması” ile tekelci sermayenin ülkedeki politikaların belirlenmesine ve uygulanmasına nasıl da doğrudan katıldığını kavramış olmak yeterli.(2)
Netice itibarı ile leasingdeki KDV artışının tekelci sermayenin işine gelecek ve doğrudan tekelci sermayenin ihtiyacı doğrultusunda gerçekleştirilen bir uygulama olduğu söylenebilir. Bu tespitin pratik karşılığı nedir?
AKP’nin KOBİ’leri destekleme politikasının bağımsız bir KOBİ-severlik anlayışının ürünü olmadığını söylemiştik. KOBİ’ler tekelci sermayenin sanayi üretimi için oldukça önemli çünkü tekelci sermayenin ihtiyaç durduğu yan mal ve nihai malları “en karlı koşullarda” üretebilme olanağına sahip. Büyük şirketler fason üretim olarak adlandırılan yöntemle teknoloji, teçhizat, hammadde gibi üretim girdilerini küçük işletmelere sağlayarak kendi ihtiyaçları doğrultusunda ucuza üretim yaptırabiliyorlar. Buradaki ucuzluk ise asıl olarak emeğin ucuzluğundan kaynaklanıyor. Türkiye öznelinde düşündüğümüzde güvencesiz, esnek, sigortasız işçi çalıştırmanın en elverişli aracı KOBİ’lerdir. Ülkedeki işletmelerin yüzde 99’unu oluşturan 268 bin KOBİ kayıt dışı istihdamın temel dayanağıdır. İş Kanunu’nda bulunan çoğu uygulamanın hiçbir geçerlilik taşımadığı bu işletmelerde işçiler çalışma saatleri ve v
ardiyaları keyfi şekilde belirlenerek, hiçbir iş tanımı olmadan her türlü işe sürülerek, sigortasız, iş güvencesiz kimi durumlarda ücretleri bile aylarca ödenmeyerek çalıştırılıyorlar. İşte KOBİ’lerin tekelci sermayenin sanayi üretimi açısından taşıdığı stratejik önem bu çalıştırma biçiminde yatıyor.
Bu temel perspektiften baktığımızda tekelci sermaye açısından AKP tarafından semirtilmiş bir KOBİ’ler cenneti tek başına bir anlam ifade etmiyor. Tekelci üretim zincirinden bağımsız bir şekilde doğrudan satışa dönük üretim yapan, örneğin çay kaşığı, pencere çerçevesi üretimi yapan bir KOBİ’nin desteklenmesi ve teşvikinin tekelci sermaye açısından hiçbir pozitif anlamı yok. Hükümetin destekleme politikasıyla belli bir üretim altyapısının oluşturulduğu bu alanın tekelci sermayenin ihtiyacına göre şekillendirilmesi gerekiyor. İşte leasingde KDV’nin yükseltilmesi uygulaması da burada devreye giriyor. Bu uygulama değişikliğin yapıldığı şu günlerde büyük bir yaygarayla KOBİ’lerin tamamını etkileyecek bir hadiseymiş gibi algılanıyor/yansıtılıyor olsa da asıl etkilenecek olan emperyalist üretim zincirine dâhil olmadan bağımsız/kendi üretimini yapmaya çalışan KOBİ’lere olacak.
Değişikliğin temel sorumlusu gibi gösterilen Gelir İdaresi Başkanı Mehmet Akif Ulusoy şu anda Afrika gezisinde olduğu için uygulamanın nasıl bir yöne büküleceği ve altından nelerin çıkacağı henüz resmi ağızlardan deklere edilmiş değil. Fakat Vergi Konseyi Başkanı Mustafa Uysal’ın açıklamalarında sürece dair bazı ipuçları yakalamak mümkün. Konuyla ilgili açıklamasında sistemi kötüye kulanlar olduğunu fakat düzenlemenin amacını aştığını söyleyen Uysal kötüye kullananlarla iyiye kullananların ayrılmasını ve birine yüzde 18 diğerine yüzde 1 KDV uygulanmasını öneriyor.
Konuyla ilgili en dikkat çekici şey ise “yatırım teşviki” almış KOBİ’lerin “yüzde1-yüzde 18” tartışmalarından etkilenmeden leasingden yüzde 0 vergiyle yararlanmaya devam edecek olmaları.
Son yıllarda KOBİ’lerin ihracattaki payı giderek artıyor. Bu artış temel olarak fason üretimlerin yapıldığı otomotiv, tekstil gibi sektörlerden kaynaklanıyor. Öyle ki sadece otomotiv yan sanayinin ihracat içerisindeki doğrudan ve dolaylı payı 17 milyar dolara ulaşıyor.
Bu veriler ışığında uygulamanın sonucunun nereye gideceğini tahmin etmek hiç de zor değil. Yüksek leasing vergileri ile emperyalist üretim zincirine dönük üretim arasında tercih yapmak zorunda bırakılacak KOBİ’ler fason ihracata doğru ittirilecekler. KOBİ’lerin zincire entegrasyonunun artması ücretlerin ve çalışma koşullarının iyice baskılanmasını da beraberinde getirecek. Tarımın tasfiyesi ile sanayi ve hizmet üretimine doğru yığılacak olan proleter kitlesini düşündüğümüzde emeğin baskılanması politikalarını uygulamak daha da kolaylaşacak.
Sadece sermayeyi ilgilendiriyormuş ve sadece bazı sermaye gruplarının aleyhineymiş gibi görünen leasingdeki KDV artırımı gibi bir meselenin altından bile neo liberalizmin emek sömürüsünü derinleştirme politikalarının çıkması, Türkiye’nin yeni sömürgecilik politikalarına uygun bir şekilde emperyalist sisteme nasıl da ustaca entegre edildiğinin çarpıcı bir göstergesi. AB’nin Çin’i hepimize hayırlı uğurlu olsun…
1. Spekülatif sermayeye uygulanan stopaj vergisinin sıfırlanması gibi sermayenin çeşitli kesimlerine AKP dönemin yapılan vergi kıyaklarını burada tek tek saymıyoruz. Çünkü bu vergi düzenlemeleri uzunca bir yazının konusu olabilecek hacimdedir.
2. Bu konuda Yasemin Özdek’in sendika.org’da yayınlanan “Türkiye’de Şirket Egemenliği Devri” başlıklı çalışmasını okumak faydalı olacaktır.
Tanım: Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın tanımına göre “Küçük ve orta büyüklükte işletme (KOBİ): İkiyüzelli kişiden az yıllık çalışan istihdam eden ve yıllık net satış hasılatı ya da mali bilançosu yirmibeş milyon Yeni Türk Lirasını aşmayan küçük işletme ve orta büyüklükteki işletme olarak sınıflandırılan ve kısaca “KOBİ” olarak adlandırılan ekonomik birimler.