Türkiye’yi kuşatan coğrafyalardaki emperyalist müdahaleler büyük bir hızla sürüyor. Ortadoğu’daki çatışma merkezlerine yapılan “emperyalist pansumanlar”, daha da büyük gerilimlerin birikmesine yol açıyor. Bu gelişmenin yaşandığı ülkelerden birisi Cumhurbaşkanlığı seçimini 8. kez erteleyen Lübnan. Darbe, işgal ve iç savaş dahil her türlü çalkantıya gebe olan Pakistan’da ise seçimlere bir ay kala gerilim tırmanıyor. Suriye, Annapolis Zirvesi’ndeki […]
Türkiye’yi kuşatan coğrafyalardaki emperyalist müdahaleler büyük bir hızla sürüyor. Ortadoğu’daki çatışma merkezlerine yapılan “emperyalist pansumanlar”, daha da büyük gerilimlerin birikmesine yol açıyor. Bu gelişmenin yaşandığı ülkelerden birisi Cumhurbaşkanlığı seçimini 8. kez erteleyen Lübnan. Darbe, işgal ve iç savaş dahil her türlü çalkantıya gebe olan Pakistan’da ise seçimlere bir ay kala gerilim tırmanıyor. Suriye, Annapolis Zirvesi’ndeki yaklaşımıyla ABD’nin hedefi olmaktan çıkmak pahasına önemli tavizler verebileceğini gösterdi. İşgal altındaki Irak’ta ise neredeyse her gün yeni bir “istikrar planı” ilan ediliyor.
Bölgedeki tüm düzenlemelerin arka planındaki hedef İran. İran’ı köşeye sıkıştırma çabaları artık ABD’deki iç gerilimleri de tırmandırıyor. Son olarak CIA, “İran’ın nükleer silah yapma çabalarını yıllar önce durdurduğunu, hatta bu yola hiç girişmemiş dahi olabileceğini” belirten bir rapor yayınladı. Bush ve ekibi ise devlet içinde krize yol açma pahasına, bu raporu dikkate almayacaklarını açıkladılar.
Bu gerilim stratejisinin kısa vadede kazanacağı yönelimleri ve Türkiye’ye düşecek rolleri izleyerek göreceğiz. Zira şu süreçte Bush dahil, hiçbir güç odağı mutlak bir kontrole sahip değil.
İç gerilimleri tırmandırarak emperyalist müdahaleye alan açma politikasının hedefindeki bir diğer bölge olan Balkanlar da yeniden ön plana çıkıyor. Yugoslavya’nın parçalanmasından doğan Sırbistan, ABD ve AB tarafından “Arnavut azınlık sorunu” etrafında bölünmeye sürükleniyor. Bu doğrultudaki çabalar Rusya’nın girişimleriyle şimdilik önlendi. Böylesi bir gelişmenin “Sırp azınlık sorunu” nedeniyle Bosna’yı da yeniden bir iç savaşa sürüklemesi ve bölünmeyle yüz yüze getirmesi kaçınılmaz gibi görünüyor. Bu süreçlerin ardında yatan temel nedense oldukça tanıdık: Enerji nakil hatlarının kontrolü etrafındaki emperyalistler arası çatışma. Geçtiğimiz günlerde aralarında yeni bir boru hattı inşa eden Türkiye ile Yunanistan’ın NATO bünyesinde bir de “yeni ortak ordu” kuracaklarının açıklanması, Balkanlar’daki yeni emperyalist düzenlemeleri ve Türkiye’ye düşen rolü ortaya koydu. Bir yandan Rusya yanlısı Sırbistan bölünmeye çalışılıyor, diğer yandan bölgenin askeri kontrolü “iki düşman müttefik” durumundaki Türkiye-Yunanistan ikilisine bırakılıyor. Böylece iki müttefik arasındaki buzlar ABD’nin girişimleriyle çözülerek ABD cephesi güçlendirilmek isteniyor.
***
Bu gelişmeler Türkiye’nin yeni dönemde içine itildiği yeni bölgesel rolleri ortaya koyuyor. Doğal olarak bu gelişmelerin önemli bir boyutunu oluşturan Kürt sorununda atılan adımlar hem Türkiye’nin dış politikasını doğrudan etkiliyor hem de iç politikada önemli bir yer tutuyor.
Kürt sorununda içte Amerikancı “çözümün” ne olduğu artık iyice belirginleşti. Ancak AKP’nin “çözümü” biraz daha farklı. AKP, Amerikancı çözümden yanaymış gibi bir imaj yaratırken, aslında alttan alta her an ulusalcı akımın etki alanına girebilecek kesimleri karşısına almayan bir “çözümden” yana. Böylesi bir garabet “çözüm”ünse ancak AKP’nin Kürt halkı arasında çeşitli aşiret-cemaat ilişkileri ile güçlü bir kitle zemini elde etmesiyle ve bu sayede Kürt sorununda ana aktör durumuna gelmesiyle mümkün olduğu havası yayılıyor. AKP de bu rolü üstlenebileceğini vurgulayarak kendisini “kıymete bindiriyor”; siyasette daha kalıcı bir pozisyon tutabilmek için kendisinin Kürt sorununda ana aktör olduğunu gösterme hazırlığı yürütüyor. İktidarını ve yolunda yürüdüğü “neo-liberal İslami rejimi” kalıcılaştırmak için diğer adımları da peş peşe atıyor.
ATV-Sabah ihalesinin bir dizi ayak oyunuyla “yandaş” Çalık grubuna verilmesiyle, medyanın tam kontrol altına alınmasında önemli bir adım daha atılmış oldu. Artık Doğan medya grubunun bu alanda tek patron sayılmayacağı yeni bir durumla karşı karşıyayız.
Bu yöndeki bir başka önemli gelişme de, geçtiğimiz hafta sonu Türk-İş genel kurulunda AKP yanlılarının yönetimi ele geçirmeleriyle ortaya çıktı. Türk Metal-İş vasıtasıyla doğrudan ve açık MHP temsiliyetinin sağlanması ve bu güçlerin yönetim içinde yer alması, AKP-MHP arasındaki yeni dönem “al gülüm ver gülüm” tarzı iktidar-muhalefet ilişkisini bir kez daha gözler önüne serdi. Kısacası AKP önümüzdeki dönemde işçi hareketinde kontrolü iyice ele alarak, toplumsal muhalefetin kuşatılmasında önemli bir mevzi daha elde etti. (Bu kritik gelişmeye bağlı olarak, EMEP gibi, “emekçi hareketinin birliği” adına tüm gerici-faşist sendikal odaklarla birlikte davranarak bir işçi muhalefeti yaratılabileceğini savunan çevreler, umarız hiç değilse bundan sonra bu boş ve ön kesici tutumlarından vazgeçme basiretini gösterirler.)
İktidarın kuşatması bu hamlelerle sürerken, aynı doğrultudaki asıl büyük adımlar devlet aygıtının içinde atılıyor. YÖK başkanlığına AKP’nin kritik bir “araştırmacı-stratejistin” getirilmesiyle, “ulusalcı” kanat önemli bir mevzi daha yitirdi. “Ulusalcı” kanadın üniversitelerden geliştirdiği muhalefetin son demlerine gelindiği açık. Anayasa Mahkemesi’nin AKP açısından pürüz olmaktan çıkartıldığı daha referandum sürecinde belirginleşmişti. Yargıya ilişkin son düzenlemelerle birlikte bu alanın tümüyle düzlenmesinin önü açıldı.
Yakında açıklanacağı belirtilen Anayasa taslağının liberal-gerici hegemonyayı güçlendirici ve pekiştirici önlemlerle dolu olacağı konusunda en ufak bir kuşku duyulmamalı. Bu noktada da AKP liberal etki alanını harekete geçirerek inisiyatifini güçlendiriyor. TOBB ve TÜSİAD’ın başını çektiği ve Türk-İş, Hak-İş’in içinde olduğu 70 STK hızla bir “Çalıştay” yaparak hükümeti daha liberal yönelimlere doğru sürüklemeye giriştiler.
***
AKP’nin gittikçe sertleşen kadrolaşması ve “neo-liberal İslami rejimi” oturtma çabası karşısındaki “ulusalcı direnç”, şimdilik sivil inisiyatifler eliyle yürütülmeye çalışılsa da, AKP’nin yarattığı basınca ve uluslararası gelişmelerde doğabilecek boşluklara/fırsatlara bağlı olarak provokatif/askeri biçimlere yönelmesi hala olasılık dışı değil. Her durumda bu süreç, toplum içinde gittikçe kemikleşen bir saflaşma yaratmaktadır.
Devrimcilerin; bu gündemi, gelişmeleri ve saflaşmayı görmezden gelmesi doğru olmayacaktır. Halkla yönetenler arasındaki gerçek çelişkinin bu eksenden kaynaklanmadığı ortadadır. Ancak AKP’nin, bir yandan sürdürdüğü kadrolaşma atağı; diğer yandan yoksulları dilencileştirerek kendisine bağlama taktiği, dini simgeler ve kurallar görüntüsü altında toplumsal dokuda bir gericilik dalgasının oluşmasına yol açmaktadır.
Bir başka açıdan ise bu saflaşma, yıllardan beri sol düşüncenin hakim olduğu kesimler içerisinde ciddi ideolojik savrulmalara kaynaklık etmektedir. Bu savrulmaların bir ucu, demokrasi ve özgürlük adına AKP’nin desteklenmesine kadar giderken, diğer ucu eli kanlı faşist katillerle ve darbeci generallerle ittifak yapılmasına kadar uzanmaktadır.
Devrimcilerin bu saflaşmalarda herhangi bir tarafta olmamaları tek başına yeterli değildir. Bu saflaşmanın taraflarına karşı amansız bir ideolojik mücadele sürdürmek, toplumsal yapıdaki tahribatlarına karşı tutarlı çözüm yolları geliştirmek zorunludur. Çünkü bu, iki yönlü gerici bir kuşatmadır. Bu durum toplumu her geçen gün daha fazla zehirlemektedir.
Siyasi iktidar tüm bu toz duman içinde tekelci sermayenin programını hayata geçirmeye tam gaz devam ediyor. Yine beklendiği gibi, AKP ikinci i
ktidar döneminde, kamusal alanın tasfiyesini ve eksik kalan alanların özel sermayeye devredilmesini kesintisiz biçimde sürdürüyor. Üstelik bu durum basitçe al-sat biçiminde de yaşanmıyor. Suya ve ulaşıma yapılan zamlar, elektriğe, doğalgaza yapılacak olanlar sadece fiyat ayarlamalarından ibaret değil. Bunlar hedefleri itibariyle on yıllardır ekmeğe, benzine, içkiye yapılan zamlardan farklılık taşıyor. Daha önce iletişim alanında yapılanlar bu yeni durumun bir örneğidir. Özel sermaye için karlı alanlar oluşturulmakta; su kaynakları, otoyollar, elektrik dağıtım ve nakil ağları, doğalgaz dağıtımı özel sermayeye devredilmeye hazırlanmaktadır. Bunlar kapsamlı bir planın parçalarıdır. Erdoğan’ın “4,5 yıldır elektriğe zam yapmadık” lafının tek gerçek karşılığı; henüz bu alana sıra gelmemiş olmasıdır. Ancak şimdi sıra elektriğe de sıra gelmektedir. Ülke tarihinin en büyük özelleştirmesi bu alanda yapılacaktır. Bu durumun sonucu, her ay yapılacak otomatik zamlar; yoksulların elektrik için zenginlerden daha yüksek bedeller ödemesi ve kesintiler olacak.
Eğitim ve sağlıkta en yakıcı karşılığını bulan bu saldırı programı artık halkın en yaşamsal ihtiyaçlarının bütününe karşı amansız bir yıkıcılık biçimine bürünmektedir. Şimdilik solunan “hava” hariç her şey sermayenin kar alanı haline getirilmektedir. AKP ise sermayenin bu hedefini gerçekleştirmeye en “uygun özne” konumundadır.
Bu ezberi bozacak olansa sermayenin ve siyasi iktidarın kamusal alana yönelik saldırısının bir parçası olan zamlara karşı gerçekleştirilecek kitlesel ve militan halk direnişidir. Halkın direnişi neo-liberal saldırganlığı durdurmanın ve geriletmenin somut, güncel karşılığı olacak; halkla yönetenler arasındaki gerçek saflaşmanın nerede kurulması gerektiğini de yine bu direniş gösterecektir.