10. Sosyal Bilimler Kongresi’ne ilişkin izlenimlerinizi öğrenmek istiyoruz. Bu kongreyi daha öncekilerden ayıran özellikler nelerdir? Örneğin, bu kongrede “emek, sermaye ve sendikal hareket gibi konuların ele alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye Sosyal Bilimler Derneği’nin düzenlediği Kongre’ler sosyal bilimcilerin bir araya geldiği bir şenlik niteliğinde. Anadolu’nun farklı üniversitelerinden gelen farklı yaştan bilim insanlarının bir araya getirerek tanışmalarına/tanışmalarına […]
10. Sosyal Bilimler Kongresi’ne ilişkin izlenimlerinizi öğrenmek istiyoruz. Bu kongreyi daha öncekilerden ayıran özellikler nelerdir? Örneğin, bu kongrede “emek, sermaye ve sendikal hareket gibi konuların ele alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye Sosyal Bilimler Derneği’nin düzenlediği Kongre’ler sosyal bilimcilerin bir araya geldiği bir şenlik niteliğinde. Anadolu’nun farklı üniversitelerinden gelen farklı yaştan bilim insanlarının bir araya getirerek tanışmalarına/tanışmalarına neden oluyor. Bu yılkı yani 10.Kongre’yi farklı kılan katılımcıların görece daha genç olması ve daha da önemlisi geçen yıllara göre sunumlara daha çok sayıda bildiri dünya ve Türkiye’nin güncel/tarihsel sorunlarını eleştirel bir şekilde ele alındı. Sermayenin çalışanların ve dahası sermaye dışı kesimlere yönelik sistematik taarruzunu sosyal bilimcilerin gündemine alması anlamlı. Türkiye genelinde demesek bile hiç olmazsa TSBD’nin düzenlediği Kongre’de bunun böyle olması anlamlı ve önemli.
İsterseniz kongrede sizin de sunumuzun yer aldığı oturumdan bahsedelim. Üzerinde yoğunlaştığınız “sosyal olgunun” nasıl analiz edilmesi gerektiğine ilişkin görüşlerinize biraz değinebilir misiniz?
Sosyal bilimcinin analiz nesnesine yöneldiğinde tarihsel olarak biçimlenmiş şizofrenik bir analiz tarzı var. Bu tarzı belirleyen ise sosyal gerçekliği kendi içinde farklı tanımlanmış alanlara bölen sosyal bilimlerin disiplinlere ayrılmış mantığı yatmakta. Günlük yaşam içinde içe içe geçen ve birbirinden ayırt edilmesi oldukça zor olan maddi yaşamın yeniden üretimi özellikle ihtiyaçların karşılanması yani zenginlik bilimi olarak iktisat karşımıza çıkıyor. Sosyal gerçekliği kendi içinde değil de iktisat disiplininin tanımladığı sınırlarda ele alırken, yaratılan zenginliğin farklı düzeylerde paylaşılması yani farklı düzeydeki iktidar ilişkileri siyaset biliminin alanına girerken, sosyoloji, antropoloji, eğitim bilimleri ve benzeri tüm sosyal bilimlerin alt bileşenleri gerçekliği alıp kendi tanımladığı alana ve kendi istediği sınırlar içinde analiz ediyor. Sosyal bilimlerin bu şizofrenik mantığı gerçekliği farklı alanlarda tanımlanan ve birbirine dokunmayan bir biçime çeviriyorlar. Bu tarz bir analize karşılık ben yıllar önce tamamen sezgisel olarak ele aldığım kitapta (Sosyal Bilimleri Açın! Toplumlar ve Ekonomiler) sosyal olguyu analiz etmek için şöyle çerçeve önermiştim; ele aldığımız sosyal olguyu içinde yer aldığı ilişkiler sisteminden hareketle analiz edilmesi gerekiyor. Bu tarz bir çerçeve ve öneriye rağmen uzun yıllar daha çok maddi yeniden üretimi ele alan bir çerçeveden hareket ederek derslerimi anlattım, yazılarımı yazdım. Ama zaman içinde özellikle Türkiye deneyimi bana ilk elden sosyal ilişkiler içinde ele aldığımız olguyu tanımlarken belirleyici olan anlam dünyasının yani kültürel dünyanın ya da sembolik yeniden üretimin de önemli olduğunu ve bunun analize dâhil edilmesi gerektiğini düşündüm. Böylece maddi yeniden üretimin(bu üretim, tüketim, bölüşüm ve benzeri değişkenlerin) her aşamasında farklılaşan anlam dünyaları olduğunu işaret etmeyi önemli buldum. Diğer yandan gerek Marksist analizin sosyal gerçekliği yaşayanların farklı nesnel konumları paylaşması anlamında sınıfları ve bu sınıfların eşitsiz güç ilişkilerini M.Foucault’un analizi ile birleştirerek, iktidar ilişkilerin gerek maddi ve gerekse sembolik üretimde önemli olduğunu işaret etmeye başladım. Yani toplumsal toplam yeniden üretimin her aşamasına içkin olan iktidar ilişkilerini analize katmadan gerçekliği anlamanın mümkün olmadığını yani iktidar/iktidarların yeniden üretiminin analizlere katılması gerektiğini düşündüm. Böyle bir çerçeve içinde eksik olan bir diğer değişken ise her maddi, sembolik ve iktidar ilişkisinin aynı zamanda farklı biçimlerde olmak üzere bir dizi bilginin yeniden üretimine yol açtığını göstermekti. Kongre’de bu çerçeveyi tartışmaya açtım. Çünkü bu tarz bir analiz oldukça farklı alanları ve donanımları içerdiği ölçüde geliştirilmeye ihtiyaç duymakta. Zaten Kongre’lerin temel işlevi de budur. Ama bu işlevin Türkiye’de çok etkin işlemediğini de söylememiz gerekiyor.
Türkiye’de sosyal bilimler açısından Behice Boran, Mübeccel Kıray, Şerif Mardin gibi sosyal bilimcilerin önemi nedir?
Türkiye’de sosyal bilimcilerin sosyal olguyu analiz ederken kendi aralarında açık/örtük bir farklılaşmayı içerdiğini söyleyebiliriz. Yukarıdaki açıklamalardan hareketle kültürel anlam dünyaları ile iktidar ilişkilerini çalışmalarının merkezine koyan Şerif Mardin’in belirgin bir şekilde öne çıktığını, diğer yandan maddi yeniden üretim üzerinden özellikle uzun erimli değişim/dönüşümü (tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş) analiz etmede M.B.Kıray’ın belirleyici olduğunu görüyoruz. Burada kendimi daha yakın hissettiğim ve Türkiye sosyal bilim dünyası için oldukça önemli olduğunu düşündüğüm B.Boran ise yapısal bir biçim olan kapitalizmin maddi yeniden üretimi ile iktidar ilişkilerini ve daha da önemlisi American Journal of Sociology’de ki makalesi ile bilimsel yeniden üretimi de bu çerçevede tanımlayan bir çerçevesi olduğunu görüyoruz. Burada yukarıdaki analiz bize hem bu farklı yaklaşımlara eleştirel yaklaşmayı ama hem de bu sosyal bilimcilerin temel sorunsallarını dikkate almayı yani biri mi öteki mi demenin gereksizliğini göstermekte. Ama bu tarz bir analiz ısrarla sosyal gerçekliği sadece kültürel (anlam dünyaları) yada maddi yada iktidar ilişkilerine indirgemenin ne kadar yanlış olduğunu ve bu anlamda doğruya ilişkin eksik bir doğrunun bazen doğruyu ortadan kaldırdığını söylememiz gerekiyor.
Karl Marx’ın Kapital’inin 140. Yılını kutlarken, bu yapıtla ilgili kısa bir değerlendirme yapabilir misiniz? Kapital’in bir bilgi kuramı ortaya koyduğunu belirtmek mümkün müdür?
Karl Marx’ın çalışmasını önemli kılan önemli boyutlarından birinin kendi döneminde yeni biçimlenen kapitalizmin yapısal özelliklerini açığa çıkarmasıdır. K.Marx’ın analizi bu anlamda bir yandan eşzamanlı diyeceğimiz ve yapının oluşmasına neden olan değişkenler arası içsel bağlantıları açığa çıkarıyor. Marx Manchester’deki Engels’e yazarken şu ifadeyi kullanıyor: “…..şeylerin kendilerini, yani iç bağlantılarını araştırmak beni çok yordu. En sonu sürüp giden güçlükler ve alacaklıların sürekli kapıyı aşındırmaları arasında metin yazıldı”. İç bağlantıları araştırılan şeyler ise kapitalizmin temel belirleyeni yani “muazzam meta birikimi” olarak kapitalizmde açığa çıkan maddi yeniden üretimi sağlayan meta, para ve emek arasındaki ilişkileri analiz ediyor. Değişkenler arası derin içsel bağlantıyı sağlama çabası bu gün değer teorisi olarak tanımladığımız analizin varlığına neden oluyor. Değer teorisi bize sömürü sürecinde meta, para ile emek arasındaki yapısal ve içsel bağlantıları gösteriyor. Meta, para ve emek arasında yaşanan bir dizi içsel yapısal bağlantı en basit anlamı ile sömürü ilişkilerini ve bu ilişkiye taraf olan sınıfları açığa çıkarıyor. Bu eşzamanlı analizi sermaye birikim mekanizmasını açığa çıkaracak dinamik artzaman
lı bir açıklamaya dönüştürüyor. Marx eşzamanlı ve artzamanlı bir çerçeve içinde kapitalizmi analiz ederken kapitalizmin zaman içinde sadece bir mekanda değil farklı mekanlara da nüfus edecek bir özellik olduğunu belirtiyor. Kapital’in girişte işaret ettiği “De te fabula narratur” yani “bu hikâyede senin sözün ediliyor” ifadesini kullanıyor. Bu ifade kapitalizmin yapısal özelliklerinin iyice belirgin olduğu günümüz Türkiye’si için daha bir anlam ve önem taşıyor. Eğer Türkiye’de yaşanan süreci anlamak yapısal özellikler olarak meta üretimi, emek ve para arasındaki içsel bağlantılara daha yakından bakmakla ancak olası. Aslında günlük yaşantımıza bakarsak tamamen metaların/şeylerin ve bu şeylere ulaşmayı sağladığı ölçüde paranın egemen olduğu bir dünya olduğunu görebiliyoruz. Ama kapitalizm bize günlük yaşam pratiklerinde bizi bu değişkenlerin belirleyiciliği altına aldığı ölçüde, değişkenleri analiz etmemizi de önlüyor. Yani yine Marx’ın ifade ettiği fetişleştirme kavramının bu günlerde genelleştirilmiş fetişizm olarak tanımlayacağımız bir düzeye ulaşmıştır. Bunu görebilmenin en iyi yolu ise daha önce Marx’ın Kapital’inin 140 Yılında göstermeye çalıştığımı gibi İtirazı ile tanıdığımız Müslüm Baba’nın itirazını yana yakıla ihtiyacıma çevirmesi olmuştur; “İhtiyacım var şu uzun tatile/ İhtiyacım var bir güzel perdeye / Dünyanın bilgisine / Yeni bir elbiseye / Mutlu günler görmeye / İhtiyacım var.” Baba ihtiyaçlarını sıralarken sokakta, evde ve işyerlerindeki insanlarının tepelerinde hem de hep aynı renk ve biçimle dolaşan nesneleri/metaları görüyoruz. Metaların aynı olma hali reklamın bitişinde bir bankanın kredi vereceği ile ilişkilendiriliyor. Yani para da devreye giriyor. Devreye girmeyen, gözler önüne serilmeyen bir şey var ise o da emek ve bu metaların üretilme süreci. Başımızın üstünde bizi egemenlik altın alan metalar eğer gökyüzünden insanlara iyilik olarak yağdırılmıyorsa, sosyal bilimcilerin bu metaların üretilme koşullarını, üretim sürecine içkin olan sınıf ilişkilerini ve üretilen metalar ile para arasındaki ilişkileri analizlerine katmaları gerekir. Ama metalar nasıl kendilerinde anlam taşımıyorsa metalara anlam katan sembolik yeniden üretimi yani daha fazla tüketici olmanın sembolik yeniden üretimi de analize katmamız gerekiyor. Sosyal bilimciler eğer bu sınıf ve sömürü ilişkilerini analizlerine katmıyorsalar o zaman bilginin yeniden üretim koşullarını ve bu koşulları etkileyen iktidar ilişkilerini analizlerine katmaları gerekiyor. K.Marx’ın günceliği bu tarz eleştirel bir sosyal bilime ve gerçekliği oluşturan parçaları bir arada değerlendirmeye olanak vermesinden kaynaklanıyor.
*A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Gazete Topluluğu ile yapılan söyleşi, söyleşi Gazete Topluluğu’nun çıkardığı gazetede yayımlanmıştır.