Türkiye’de uzun süredir yargı kararlarının içeriğine ve denetimine ilişkin bir tartışma sürüp gidiyor. Bu tartışmanın son çarpıcı örneklerinden biri, eşi ile birlikte olmak istemeyen kadının kocası tarafından katledilmesi üzerine mahkemenin katil eşe ‘tahrik indirimi’ uygulaması. Benzer kararların sıklığı dikkate alındığında, meselenin münferit bir olay olarak yorumlanamayacağı aşikâr. Sorunun kökleri, büyük ölçüde, Türkiye’deki modernleşme sürecinin hız […]
Türkiye’de uzun süredir yargı kararlarının içeriğine ve denetimine ilişkin bir tartışma sürüp gidiyor. Bu tartışmanın son çarpıcı örneklerinden biri, eşi ile birlikte olmak istemeyen kadının kocası tarafından katledilmesi üzerine mahkemenin katil eşe ‘tahrik indirimi’ uygulaması. Benzer kararların sıklığı dikkate alındığında, meselenin münferit bir olay olarak yorumlanamayacağı aşikâr. Sorunun kökleri, büyük ölçüde, Türkiye’deki modernleşme sürecinin hız kazanması ile birlikte, gelenek ve modernite arasında yükselen gerilimin yol açtığı zihinsel bunalımdan besleniyor.
19. yüzyılın özellikle ikinci çeyreğinde hız kazanmaya başlayan Türkiye’deki batılılaşma/modernleşme hareketleri, en ciddi eleştiri oklarını, geleneğin bizzat ayrıcalıklı bir konum bahşettiği çevrelerden ve onların etkilediği yığınlardan aldı. Var olan toplumsal düzendeki güç merkezleri, meşruiyet zeminlerindeki kaymadan korkmaktaydı. Batılılaşma çabalarının biçimsel yönleri ise kitlelere yabancı ve uzaktı. Fakat modernleşmenin ‘evrensel gücü’, tıpkı başka coğrafyalarda olduğu gibi, bu topraklarda da geleneği dönüştürme konusunda oldukça başarılıydı. Modern ihtiyaçlara cevap verebilecek geleneklere müdahale edilmezken, tehdit olarak kabul edilenler hegemon söylemde mahkum edildi. Bu bağlamda ulus-devlet modeline geçişte, geleneksel ahlâkın dönüştürülmesi ile birlikte milli ahlâk, ‘muteber’ bir kavram olarak resmedilmeye başlandı. Ancak muhayyel milli ahlâkın da temel özelliği cinsiyetlendirilmiş olmasıydı.
Gelenek, bahsi geçen ‘dönüştürülme’ sürecinde, ‘mahfuz alan’a bir başka deyişle cinselliğin alanına çekilip, tüm denetim kudretini bu bölgede tahkim etti. Hal böyle olunca geleneğin zihniyeti, cinselliğin ve baskın olarak kadın cinselliğinin kontrolü üzerinden kuşaktan kuşağa aktarılabildi. Mekânsal düzenlemeler, hane yapıları, ailenin ‘kutsiyeti’ ile ‘cinsel ahlâk’ algısı ve akraba/çevre denetimi, aktarımı kolaylaştırdı. Kadın bedeninin tümü ile ‘cinsel obje’ olarak telakki edilmesine yardımcı olan dinî yorumlar da geleneğin çekildiği alandaki nüfuzu arttırdı. Türkiye’deki modernleşme girişimlerinin hukuksal boyutu, bu durumdan azade değildi elbet. Yasa yolu ile çağdaşlaşma stratejisi, yasanın kendisine formel özelliklerinin çok ötesinde anlamlar yüklüyordu. Kanun yapma, bir ‘iktidar göstergesi’ ve bir misyonun ‘yürütücü gücü’ydü. Halk, yasalar ışığında çağın gereklerine uyacak ve uyulmasını teşvik edecek ölçüde kanunları içselleştirecekti. Ancak beklenen gerçekleşmedi. Yasa, bilhassa aile alanına girişte ‘çekinceli’ davrandı. Aile ilişkileri, kadın-erkek münasebetleri, belki de geleneğin son kalesi olarak kabul gördüğünden, yasal düzenlemelerdeki ‘modern cesaret’ten uzaklaşıldı. Ayrıca yasayı uygulamakla mükellef kişilerin zihniyet dünyaları da çok temelde, geleneğin ‘mahfuz alanı’na dair önkabuller ile donanmıştı. Dolayısıyla hem yasa koyucular, hem uygulayıcıları hem de ona tabi olanlar açısından, mesele kadın-erkek ilişkileri olduğunda, ataerkil kodlar hemen devreye girebiliyordu ki bugün de durum çok farklı değil. Çok yakın zamana dek, töre cinayetlerinin faillerine akla gelebilecek tüm indirimlerin uygulanması, bu eksende düşündürücü örneklerden sadece biri.
Geleneğin ve ahlâkın, cinselliğe indirgenmesi, bir de bunun milliyetçi ve ataerkil kodların hakim olduğu bir toplumsal formasyonda uygulanır kılınması, özellikle kadınlar aleyhine ciddi sorunlar yaratıyor. Bunun da ötesinde yargının ve kolluk kuvvetlerinin tavırları, çoğunlukla mağdur olanların seslerini yükseltme cesaretini ve azmini kırıyor. Bahsi geçen ayak direme, çoğu zaman muhafazakârlık, milliyetçilik adına alkışlanıyor ve iktidarın baskıcı karakterini sevenlerce sahipleniliyor. Böylece mahkumiyet özünde cinsiyetleştiriliyor ve şiddeti en azından toplumsal tabanda meşru kılıyor. Hal böyle olunca kocalar eşlerini “başörtüsüz ve dar pantolonla” alışverişe çıktı diye bıçaklayabiliyor; “cilveli” konuştuğu için öldürebiliyor; okul müdürleri, kadın öğretmenlerini ve öğrencilerini “bacağınızı açmayın” diye uyarabiliyor… Bir an önce şiddeti besleyen sosyo-psikolojik kaynaklar ile yüzleşme ve hesap sorma iradesi genişletilmeli; asıl toplumsal denetim, kadın bedeninden uzaklaşarak ataerkil kodların keyfiyetine yönelmeli.