Ortadoğu’da gelişmeler giderek daha büyük adımlarla yeni bir düzlemi biçimlendiriyor. ABD-İsrail ittifakı en son Annapolis Konferansı’yla sadece İsrail-Filistin sorununda mesafe kat etmeye çalışmıyor; esas olarak İran’ı yalnızlaştırmaya çalışıyor. Suriye ise artan gerilim ortamında İran’ın konferensa katılmama çağrılarına kulak asmayıp katılarak kendi paçasını kurtarmakla meşgul görünüyor. Kuşkusuz sürecin yeni bir düzlemin biçimlenmesine doğru ilerlediğini saptarken, süreci […]
Ortadoğu’da gelişmeler giderek daha büyük adımlarla yeni bir düzlemi biçimlendiriyor. ABD-İsrail ittifakı en son Annapolis Konferansı’yla sadece İsrail-Filistin sorununda mesafe kat etmeye çalışmıyor; esas olarak İran’ı yalnızlaştırmaya çalışıyor. Suriye ise artan gerilim ortamında İran’ın konferensa katılmama çağrılarına kulak asmayıp katılarak kendi paçasını kurtarmakla meşgul görünüyor.
Kuşkusuz sürecin yeni bir düzlemin biçimlenmesine doğru ilerlediğini saptarken, süreci daha nesnel analiz biçimde etmekte de yarar var. ABD şu sıralar atak bir politika izliyor gibi görünse de, gerek Annapolis gerekse Türkiye-K. Irak sorununda şimdilik her şey görüntüden ibarettir. Buna karşılık ABD başta Afganistan, Pakistan ve Gürcistan olmak üzere bölgenin bir çok yerinde sıkışmaktadır.
ABD-İsrail ittifakı Annapolis benzeri bir başka “uzlaştırma operasyonunu” da Türkiye-K.Irak Kürt yönetimi arasında gerçekleştirilme uğraşında. PKK’nin köşeye sıkıştırılmasına dönük adımlar birbirini takip ediyor. Ya da en azından böylesi bir hava yaratılmaya çalışılıyor. Barzani ve Talabani’nin de bu “tasfiye” sürecinde Türkiye ile işbirliği içinde olduğu havası yaratılıyor. Tüm bu belirsizlikler en nihayetinde,bu sürecin PKK’ye hangi ölçüde zarar vereceğiyle ortaya çıkacaktır. Bunu hep birlikte izleyeceğiz.
Bu tasfiye planının K.Irak-Türkiye ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi; Kürt yönetiminin maksimize ettiği taleplerinin “makulleştirilmesi”; Musul-Kerkük sorunlarının yeniden ele alınması; petrol anlaşmalarının gözden geçirilmesi; K.Irak-Türkiye ticari ilişkilerinin geliştirilmesi; Türkiye’nin içerde Kürt sorununda kimi açılımlar yapması; giderek K.Irak ve Türkiye’deki Kürt illerini kapsayan bölgenin açık bir serbest bölge olarak düzenlenmesi; GAP’ın yoğun bir şekilde aktifleştirilerek sürece uyarlanması ve nihai olarak Türkiye’nin Kürtlerin hamiliğine soyunmasına kadar uzatılabilecek bir plana uygun adımlarla gelişeceğine dair bir dizi senaryo her fırsatta telaffuz edilmektedir. Bu senaryolara ek olarak bir dizi spekülasyon da havada uçuşmaktadır.
Türkiye ile doğrudan ilgili konularda ise, her şeyden önce, içerdeki ve Ortadoğu’daki Kürt sorununun bu denli pürüzsüz gelişme olanağının olmadığı görülmelidir. Tersine bölgede ve ülke içinde Kürt sorunu giderek daha karmaşık ve çözümsüz bir nitelik kazanmaktadır. Ülke içinde artan ırkçılık kalıcılaşarak sorunun başka biçimlere bürünmesine yol açma potansiyelinin daha da güçlenmesine neden olmaktadır. Ortadoğu’da ise Kürt sorununun ucu eninde sonunda İran’ın kaderiyle bağlantılı hale gelmektedir. İran’ın dağılması söz konusu olmadıkça, (ki bu son derece zayıf bir olasılıktır) bu konjonktürde Kürtlerin bağımsız devlet kurma olasılığı yoktur. ABD-İsrail emperyalist ittifakına bağımlı, işbirlikçi bir tutum sürdürdükçe de, Kürtler daima büyük pazarlıkların küçük unsuru olarak ele alınmaktan ve daima en kolay tavize zorlanan güç olmaktan kurtulamayacaklardır. Bugünlerdeki gelişmelerden çıkarılacak en net ders bu olmalıdır. Bu yeni düzlemde Kürtlerin bir bölümünün hayal kırıklığı yaşamasının kaçınılmaz olduğu görülmelidir.
Öte yandan, sürecin Türkiye açısından T.Erdoğan’ın söz ettiği gibi “win-win” (yani her iki tarafın da kazançlı çıkması) şeklinde gelişmeyeceği açıktır. Aksine şimdiye dek Türkiye’nin ABD’nin bu “jestleri” karşılığında hangi taahhütlerde bulunduğu üzerine hiç konuşulmamıştır. Bu süreçte Türkiye’nin ABD-İsrail ittifakına daha bağımlı hale geleceği, bölgedeki gerilim politikalarına alet olacağı, yağmadan pay alma adı altında önemli hayal kırıklıklarına uğrayacağı ortadadır. Bu durumun ise özellikle ulusalcı cenahın bir bölümünde hayal kırıklıklarını açığa çıkarması olasıdır.
Sol liberaller açısından ise hareket alanı giderek daralmaktadır: Ya doğrudan liberal olacaksın ya da solculaşacaksın. Zira ne AB hayali, ne demokratikleşme, ne refahın nispi yaygınlaşması, ne de “çağdaşlaşma” gerçekleşmektedir. Aksine rejim baskıcılaşırken, toplum ırkçılaşmakta, yoksulluk yaygınlaşmakta ve gericilik toplumu ve rejimi iyice kuşatmaktadır.
Kısacası bu yeni düzlemde, gerek egemen gerekse toplumsal muhalefet tarafında kartlar yeniden karılmaktadır. Egemenler arasındaki geçmiş kutuplaşma eksenleri değişmekteyken, toplumsal muhalefetin de yeni bir yapılanma sürecine girdiği artık kesindir. Bir yandan geleneksel işçi hareketi giderek daha fazla güvencesiz işçilerin artan kuşatması altına girmektedir. Diğer yanda ise solun özellikle 1990’larda içine girdiği parçalanma ve liberalizmden etkilenme dinamikleri giderek sönümlenirken, bağımsız bir sol hareketin eksenlerine doğru yaklaşma eğilimi potansiyel olarak güçlenmektedir. Ülkemizin içinde yaşadığı büyük sorunlar karşısında bağımsız ve yenilenmeci bir sol harekete giderek daha fazla ihtiyaç duyulduğu ortadadır.
Bu süreçte beceri, bu potansiyel olanakları bir gerçekliğe dönüştürebilmektir. Beceri yukarda sözü edilen hayal kırıklıklarının daha sağcı çekim alanlarının etki alanına girmesine olanak vermemektir. Bu noktada en önemli avantajlardan birisi, solun devrimci dinamiklerinin geçtiğimiz 10-15 yıl içinde oluşturduğu ideolojik birikim ve bunun önümüzü görmek bakımından yarattığı berraklıktır.
***
AKP, DTP’nin kapatılmasına karşı çıkarak Kürt sorununda çözüm olma iddiasını ortaya koyarken, PKK “Edi Bes e-Artık Yeter” mitingleriyle ve çeşitli kitle gösterileriyle tabanını toparlamaya ve tasfiye planının karşısına dikmeye çalışmaktadır. Ancak AKP’nin şimdilik ipleri elinde tutma becerisini gösterdiğini görmek gerekir. Ulusalcıların ise kontrollü bir gerilim stratejisini tırmandırma çabası içinde olduğu anlaşılmaktadır. MHP’nin kitlesini hareketlendirme biçimleri; Kürt sorununun ülke içinde toplumsal muhalefetin bastırılmasında nasıl kullanılacağı; resmi güçlerle sivil faşist güçlerin nasıl bir işbölümü içinde hareket ettirileceği gibi noktalar özellikle bu süreçte dikkatle izlenmelidir.
AKP, bugünlerde arkasına aldığı rüzgarın etkisiyle, Kızılcahamam’da yaptığı toplantı sonrasında ülke içinde yeni bir hamleye hazırlanmakta olduğunu açıkladı. Bunların en başında, geçtiğimiz aylarda gelecek sonbahara ertelendiğini duyurulan yeni anayasa hazırlığını yeniden gündeme alma niyeti geliyor. Ayrıca Aleviliğin Diyanet İşleri kapsamına sokulmasına dönük bir dizi düzenleme de bu yeni adımlar arasında. Ayrıca AKP bu “açılım” sürecini fırsat bilerek GSS yasası, EGO satışı ve diğer özelleştirmeler, zamlar, kıdem tazminatları sorunu, yeni vergi düzenlemeleri gibi birçok neo-liberal uygulamayı hızla gündeme getirmeyi planlıyor. Anlaşılan AKP bir yandan netameli konularda puslu havayı değerlendirmeye yönelirken, Kürt sorununda da gerilim yüklü gelişmelerin üzerini neo-liberal esnek siyasi açılımlarla örtmeye yönelecektir.
Bu süreçte neo-liberal politikalara dönük etkin bir politik çizgi izlemek ve bu konuda ısrarcı ve inatçı bir çaba göstermek; ülkede yaşanan diğer politik sorun ve gelişmeleri neo-liberal politikalarla bağlantısını kurarak ele almak özellikle önem taşıyacaktır.
Özcesi, bu dönemde, 1) Kürt sorununda öncelikle ırkçı-şoven politikaların ve saldırıların karşısında dururken, kimden gelirse gelsin iç savaş kışkırtmalarına prim vermeyecek bir çizgi izlenmelidir; 2) Neo-liberal saldırılara karşı somut direnişler ve hak mücadeleleri yükseltilmelidir. Bu her iki konu birbirini bölen, birbirine karşıtlı
k içeren bir tarzda değil aksine, gerekirse aynı anda ve bir arada ele alınabilme esnekliğiyle sürdürülmelidir.
Bu konuda toplumsal muhalefet içindeki kafa karışıklığına teslim olunmamalıdır. Ayrıca emek örgütlerinin seçim ortamı toplumsal muhalefette hareketsizliği, pragmatizmi ve içe kapanmayı arttırıcı etkiler yaratabilmektedir. Buna fırsat verilmemeli, aksine bu sürece dönük müdahalelerin seçim ortamına da ilkesel politik müdahaleler olarak yansımasına çalışılmalıdır. Bu açıdan emek örgütlerinin yan yana getirilmesine yönelik çaba gösterilmelidir. Toplumsal muhalefetin bir bütün olarak hareketlendirilemediği durumlardaysa tekil inisiyatifler almaktan kaçınılmamalı, toplumsal muhalefete yön gösterecek bir çizginin pratik ayaklarının kurulmasında ısrarcı ve atak davranılmalıdır.