PKK’nin birden bire ivme kazanan saldırıları üzerine hükümet TBMM’den Kuzey Irak’a sınır ötesi harekât için izin aldı. Tezkereyi aldıktan sonra hükümetin eylemsiz kalması mümkün gözükmese de harekâtın ne zaman yapılacağı, dahası yapılıp yapılmayacağı belli değil. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “ABD Başkanı George Bush’la yapacağı 5 Kasım’daki görüşmenin sınır ötesi de dahil belirli şeylerin netleşmesi açısından […]
PKK’nin birden bire ivme kazanan saldırıları üzerine hükümet TBMM’den Kuzey Irak’a sınır ötesi harekât için izin aldı. Tezkereyi aldıktan sonra hükümetin eylemsiz kalması mümkün gözükmese de harekâtın ne zaman yapılacağı, dahası yapılıp yapılmayacağı belli değil.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “ABD Başkanı George Bush’la yapacağı 5 Kasım’daki görüşmenin sınır ötesi de dahil belirli şeylerin netleşmesi açısından milat olacağını” söylemişti (Milliyet, 20 Ekim 2007). Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt da “Başbakan’ın Bush’la görüşmesini beklemek lazım” dedi (Aktaran Murat Yetkin, Radikal, 27 Ekim 2007). Bu açıklamaları, asıl iznin Bush’tan alınacağı şeklinde yorumlamak mümkün.
Asıl maksadın sınır ötesi harekât olup olmadığı da tartışılır. Daha önce yazmıştık. Üç yıldır hep gündemde olan sınır ötesi harekât ile PKK’nin belinin kırılmayacağı biliniyor. Bundan önceki 24 harekât ne kadar kırabildiyse 25’incisi de o kadar kırabilir. Dahası, harekât bölgesinde eskisi gibi “tatbikat” rahatlığı yoktur. Gerilla taktiği uygulayan örgütü düzenli orduyla yok etmeye çalışmak da balyozla sinek avlamaya benzer ki, asıl zararı örgüte değil, harekâtın ekonomik, sosyal ve insani faturasını üstlenecek halka olur.
Sınır ötesi harekâtta düğümlenen sorun, PKK sorunu olmanın ötesinde boyutlar taşıyor. Bir gazetenin başyazısındaki ifadeyle, “Öyle görünüyor ki Türkiye tarihsel bir iç hesaplaşmayı yaşıyor. Bu iç hesaplaşma, dış güçlerin de katıldığı bir devlet düzeni ve rejim sorununu içermektedir.” (Cumhuriyet, 22 Ekim 2007)
Gazetenin başyazısında iç hesaplaşmanın temel sorunu olarak, “AKP’nin dış desteklere dayanarak Türkiye’yi ‘Ilımlı İslam Devleti Modeli’ne sürüklediği” savı vurgulanıyor, PKK eylemlerindeki tırmanmanın ve 1915 olaylarının Batı’da gündeme getirilmesinin bu bağlamda rastlantı olmadığı, sonuçta Türkiye’nin var oluşunun tehlikeye düştüğü ifade ediliyor.
Gerçeklik payı taşımadığı söylenemez. Ancak, hesaplaşmada temel sorunun “Ilımlı İslam Devleti Modeli” inşasından ibaret sayılması doğru göründüğü kadar yanıltıcıdır da. Doğru bir adlandırma yapmak yerine “terör” ve “1915 olayları” diye geçiştirilerek türev sayılan Kürt ve Ermeni sorunları, İslam Devleti projesinin ciddiyet kazanmasından önce de, hatta Cumhuriyet’in kurulmasından önce de vardı; İslam Devleti projesi bertaraf edilse ya da geriletilse de var olacaklar.
Osmanlı’dan devralınan bu sorunlar, çözümsüz bırakılmalarıyla bugün Türkiye’nin eşiğine geldiği tarihsel iç ve dış hesaplaşmanın farklı ulusal – sınıfsal bileşenlerini oluşturuyorlar.
Sermayenin iç hesaplaşması
Şu dönemde sınır ötesi harekâtta düğümlenen tarihsel hesaplaşma, öncelikle somut olarak kendi içinde fraksiyonlara bölünen sermayenin iç hesaplaşmasıdır.
Bir yanda on beş yıldır yerel yönetimler ve beş yıldır da merkezî hükümet olanaklarıyla semiren, toplumsal artı değerden daha fazla pay alabilmek için “son kale” Çankaya Köşkü’nü de ele geçiren mütedeyyin “yeşil sermaye”.
Karşısında “son kale”yi yitirmenin hırçınlığındaki laik “beyaz sermaye”. Yanı sıra, OYAK adıyla maruf, apoletli “hâki sermaye”.
Renkleri ne olursa olsun, AKP iktidarı döneminde rüyalarında bile göremeyecekleri ölçüde kâr ettiler. Ne ki, yeşil sermayenin en büyük 250 şirketinin 2005 yılında toplam 880 milyon YTL olan kârı 2006 yılı sonunda 2 milyar YTL’ ye yükselirken, beyaz sermayenin amiral holdingi Koç’un 2005 yılında 598 milyon YTL olan net kârı 2006 yılında 561 milyon YTL’ ye, Sabancı Holding’in net kârı da 689 milyon YTL’den 494 milyon YTL’ ye düştü. Sermaye fraksiyonlarının “Kim daha çok kâr edecek?” hesaplaşması daha da şiddetlendi.
Cumhuriyet’in siyasal İslam’la hesaplaşması
Sermayenin iç hesaplaşması, Cumhuriyet’in siyasal İslam’la hesaplaşması olarak yaşanıyor. Siyasal İslam, Anayasa’da tanımlanmış ve altı yok sayılmış ulusal üst kimliğe itiraz etmektedir. Bir itirazı da, Anayasa’nın vatandaşlara biçtiği dinsel kimliğedir.
İtirazın tarihsel öyküsü hayli uzundur. Özetlemek gerekirse, Türkiye’de ulus-devlet ve kimlik oluşumu süreci, Batı’dakinden farklı işledi. Batı’da yüzlerce yıla yayılan süreçte burjuvazinin inşa ettiği ulus ve kimlik devlete ruh ve şekil verirken, Türkiye’de süreç çok kısa bir zaman diliminde ve biraz da tersinden yaşandı. Uluslaşmanın, kimlik oluşumunun mimarı vesayetçi devlet oldu. Çok uluslu çok dinli imparatorluğu yitirmenin acısıyla tek uluslu tek dinli bir model tercih edildi ve ahaliye farklı etnik veya dinsel kimlik seçeneği tanınmadı.
Cumhuriyet’in anayasal paradigması, tek devlet, tek millet, tek dil, tek bayrak, tek ideoloji üzerine kuruludur. Anayasada yazılı olmasa da aslında din de tek, yani İslamiyet’in belli bir mezhebinin resmi yorumudur. Paradigmanın dayandırıldığı temel ise 48’inci maddesinde belirtilen serbest piyasa ekonomisidir. Yani, hangi etnik ve dinsel kimlikte olursa olsun, emekçi sınıflara tek dil, tek bayrak, tek ideoloji, tek din, tek üst kimlik ve icabında vatan, millet, vazife uğrunda şehit olma imtiyazı, sermayedarların payına ise dünya nimetleri.
Soğuk Savaş döneminde emperyalizmin “yeşil kuşak” politikasıyla beslenen siyasal İslam’ın aslında Türk-İslam sentezinin ürünü anayasaya özde bir itirazı yoktur. Kadrolarıyla iktidarda olan siyasal İslam’ın hedefi, anayasal paradigmada adı telaffuz edilmeden vatandaşa dayatılan dinsel kimliği yasallaştırmak ve daha da ileri giderek Kürtler, Aleviler dahil herkesi kendi paradigması içinde tek tipleştirmek, sermaye birikimine uhrevi sigortalar sağlamaktır. Bu bağlamda siyasal İslam basit kimlik istemlerinin ötesinde şimdiki otoriter devleti totaliter
devlete dönüştürmeyi istemektedir. Sözüm ona laik beyaz sermayenin tercihi otoriter devlet iken, mütedeyyin yeşil sermayenin tercihi totaliter devletten yanadır. İç hesaplaşma biraz da bu tercih farklılığından kaynaklanmaktadır.
İç hesaplaşma yakın geçmişte Çankaya mevzisinde odaklandı. Çankaya muharebesi ideoloji düzleminde şeriat-laiklik kavgası olarak verildi. Laiklik tehlikedeydi, “Atatürk Cumhuriyeti’nden İslami rengi ağır basan bir cumhuriyete” geçiş projesinin önünde engel kalmayacaktı. Cumhuriyet mitingleri, 27 Nisan muhtırası, 367 blokajı vs. derken, kâr yarışında yenilen taraf 22 Temmuz’da sandıkta da yenildi ve son kaleyi de yitirdi.
Son kaleyi kaptırsa da, mağlup taraf teslim bayrağını çekmedi. Sermayenin siyasal İslam’la iç içe geçen iç hesaplaşması, resmi söylemde “terör” diye daraltılan Kürt sorunuyla da iç içe geçti. Savaş şimdi, Kuzey Irak üzerinden veriliyor.
Kürt sorunu
Egemen siyasal aktörler, “terör” diye daraltsalar da sorun Kürt sorunudur. On yıllardır varlıkları kabul edilmese de, nihayet varlıkları kabul edilince de “kendilerini Kürt zanneden Türkmen boyları” oldukları ileri sürülse de, Türkiye’de Kürtler de vardır. Bir dönem ana dil olarak kullanılması yasaklanan ayrı bir dili konuşmaktadırlar. İşte Kürtler de anayasal paradigmaya itiraz etmekte ve Kürt sorunu, “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (İsmet İnönü) kabalığıyla Kürt varlığının ve kimliğinin yok sayılmasından çıkmaktadır.
Nasıl ki Bulgaristan’da Türkler kendi kimlikleriyle var olma mücadelesi veriyorlarsa Türkiye’deki Kürtler de bugüne kadar yönetildikleri gibi yönetilmek yerine,
devletin tanımladığı üst kimlik içinde kendilerini görmek istemektedirler. Azımsanmayacak bir bölümü ise kimlikle yetinmeyip ulusal istemlerde bulunmakta, özerklik, federasyon ya da ayrı bir devlet çatısı altında kendi kendini yönetmeyi hak olarak görmekte, bunun için şiddete başvurmaktadır. Resmi söylemde “terör” diye daraltılan sorun işte budur.
Sorun Kürt sorunudur, ama sadece Kürt sorunu da değildir. Kürt sorunu bölgede hegemonya mücadelesi veren emperyalistlerin oyun sahasının dışına çıkamadı. Emperyalistler, Ortadoğu’daki Türk, İran ve Arap varlığını kontrol edebilmek için Kürt milliyetçiliğini kullanageldiler. Şimdi Kürt milliyetçiliği, Kuzey Irak’ta kovboyun terkisinde devletleşme rüyasındadır. Kimi PKK liderleri de, ABD’nin demokrasiyi destekleyen bir yaklaşımla Ortadoğu’yu değiştirmek için bölgeye geldiğinden bahisle aynı rüyaya yatmaktadırlar.
Nasıl biteceği belirsiz rüyada, sömürüyü ortadan kaldırma ve özgürleşme hayallerine yer yoktur. Emperyalistlerin oyun sahasında, görünür gelecekte Türkiye’nin Türk-Kürt boğazlaşmasına ve bölünmeye zorlanması vardır.
Türk-Kürt boğazlaşmasına doğru
Sermayenin iç hesaplaşmasında kritik bir dönemeç olan 22 Temmuz seçimleri, anayasal paradigmaya itiraz edenlerin zaferiyle sonuçlandı. Sandıktan çıkan sonuç üzerine ülkenin “dinci totalitarizm”e sürüklenip sürüklenmeyeceği yeterince tartışılmadan Türkiye, sınır ötesi harekât tezkeresini getiren süreçte “milliyetçi otoritarizm”in eşiğine geldi. Çok daha vahimi, halklar arasında zedelenen kardeşlik ve artık ciddiyet kazanan Türk-Kürt boğazlaşması tehlikesi.
Bir yanda bölgede inisiyatifi AKP’ye kaptıran PKK’nin birden bire artan saldırıları ve ülkenin yüreğini kanatan ölüm acıları.
Öte yanda şeriat-laiklik kutuplaştırmasında umduğunu bulamayan apoletlilerin, siyasal İslam’la hesaplaşmayı erteleyip, milliyetçilik düzleminde psikolojik üstünlüğü ele geçirme peşinde olduğu yolundaki analizler.
Bir adım ötede, savaştan rant devşirme peşindeki sermaye medyası. Daha ötede ise, ülkenin etkili aktörlerini birbirlerine karşı kollayan emperyalist başkentler.
Görülüyor ki, PKK saldırılarının yol açtığı infial atmosferinde öfkeyi bütün Kürtler’e karşı husumete dönüştürmek isteyenler hiç de az değildir. Toplumsal ve ulusal algı, artık PKK’yi aşarak Kürtler’e düşmanlıkla şekillenmektedir.
PKK ile çatışmaların en şiddetli olduğu yıllarda bile halklar arasında kardeşlik duygusu zedelenmemişken, terörle mücadele adı altında boşaltılan yakılan köylerin sakinleri Kürtler batıda Türk kardeşlerinin arasına sığınmışken, şimdi düşman gözüyle görülüyor. PKK’nin karakol baskınlarının katliama dönüştüğü yıllarda bile Türkiye Türk-Kürt çatışması tuzağına düşmedi; ama bugün o tuzak maalesef çok yakın. Medyanın ve “sivil” toplum örgütlerinin kışkırtmasıyla günlük hayat iyiden iyiye düşmanlık üzerine yaşanıyor.
Kürt kökenli esnafın dükkânlarının saldırıya uğradığı, yağmalandığı, bazı kentlerde Kürt vatandaşların işlettiği kahvehanelere Türk bayrağı asmaları için baskı yapıldığı, Güneydoğu plakalı otobüslerin İç ve Batı Anadolu illerinden geçerken bazen taşlandığı, otobüsleri durduran gençlerin “İçinizde PKK’lı var mı?” denetimi yaptıkları haberleri eksik olmuyor.
İncirlik Üssü hariç, neredeyse tüm binalara, otomobil, minibüs, otobüs ve okul servislerine asılan Türk bayrakları.
Güdümlü mitinglerde, üniforma giydirilip ellerine oyuncak silah tutuşturulan anaokulu ve ilköğretim okulu çocukları.
Ankara’daki bir mitingte açılan “Meclis’i basarız, 23 kişiyi asarız” yazılı pankartlar.
Antalya’daki mitingte “Kürtlere ölüm” sloganları.
İzmir’de “Mehmetçiğe yardım” adı altında esnaftan para toplayan çapulcular.
Pek çok ilde saldırıya uğrayan DTP binaları.
Bu arada, fırsattır diyerek uzun saçlı, küpeli delikanlılara, travestilere atılan dayaklar.
Televizyon ekranlarında, “PKK’yı askerler değil, halk bitirecek” diye kışkırtan bir emekli tümgeneral. Yanı sıra “Şimdi halkı örgütlüyoruz, bu işler sokakta, sivil hareketle bitirilecektir” diyen başka bir emekli korgeneral. (Aktaran Hasan Bülent Kahraman, Sabah, 30 Ekim 2007)
Henüz tümüyle kitleselleşmese de, sermaye fraksiyonları arasındaki iç hesaplaşma şerit değiştirerek, ırkçı temizlik hesaplaşmasına dönüşme alametleri gösteriyor. Sandıkta yenilenler rövanşı sokakta alma peşindeler. Şehit tabutları bahane edilerek, Türk vatandaşları, Kürt vatandaşlara karşı kışkırtılıyor, kavga ve yağma el altından teşvik ediliyor. Böylece, toplum, “Memleket böyle yönetilmez, bize kodu mu oturtacak bir rejim gerekli” fikrine talim ettiriliyor.
Geçmişteki 6-7 Eylül olayları, Maraş ve Çorum katliamları medya eliyle servise konan kışkırtıcı asparagaslarla başlamıştı. Toplum giderek, benzer bir asparagasla boğazlaşacak kıvama getiriliyor. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek bile, ülkenin bu hale gelmesindeki siyasal sorumluluğunu itiraf etmese de, “Kimse Maraş’ı, Sivas’ı, 6-7 Eylül’ü unutmasın, bu, terörden büyük bela olur” diye uyarma ihtiyacı duyuyor.
Meğer Türkiye’yi birbirine düşürmek, halkları bin yıldır birbirlerine kardeşçe baktıran insani ortaklıkları gözden çıkarmak ne kadar da kolaymış.
Savaşın değil barışın diliyle konuşmalıyız
Ne acıdır ki, sorun, PKK ve sınır ötesi harekâttan ibaret değildir. Sorun, PKK’yi Kuzey Irak’tan kazıma iddiasının ötesinde, Türkiye’yi kötürüm bırakacak iç ve dış hesaplaşma sorunudur.
Hesaplaşma, bizi, gayri müslim azınlıkları hedef alan 6-7 Eylül utancına, Çorum ve Maraş katliamlarına, bu kez PKK’ye tepkinin yaratabileceği “Kürt 6-7 Eylül’ü” ekleme tehlikesiyle karşı karşıya getirdi. Türk-Kürt kardeşliği ve barış isteği, çoktandır, iki taraf ırkçılarının dilinde içi boş bir söyleme dönüştü. Şimdi, cephede silahlı güçler birbirlerini vururken, cephe gerisinde “PKK ile Kürtleri bir tutmayalım” sağduyusundan da eser kalmayacak. Ya sonrası?
Düşük yoğunluklu savaşta çok ocaklara ateş düştü, Türk ve Kürt evlerine 40 bin tabut gitti. Yürekleri kavuran acı konuşmayı zorlaştırsa da, başka ocaklara ateş düşmesini, kimsenin ölü ele geçirilmesini, kimsenin şehit olmasını istemiyorsak, bedeli ne olursa olsun konuşmak zorundayız.
Örneğin, Şırnak’ta 12 köylünün nasıl öldürüldüğünü, 18 askerin nasıl kolayca pusuya düşürülebildiğini, Hakkari Dağlıca’da 8 askerin nasıl kaçırılabildiğini, birbirleriyle silahla iletişim kuran derindeki ve yüzeydeki odakları sorgulamak zorundayız.
Bugüne değin bize ‘milli çıkarlar’, ‘kırmızı çizgiler’ diye belletilenleri, niçin ABD ve AB’den bağımsız bir Kürt politikası geliştiremediğimizi, Türkiye’yi sınır ötesi bataklığa iten uğursuz ittifakları sorgulamalıyız.
“Ay yıldızı esir” bayrağı balkonumuza, otomobilimize rahatça asabilirken, İncirlik Üssü’ne niçin asamadığımızı hiç değilse kendi kendimize sormalıyız.
Komşumuz Kürdü rahatça gözümüze kestirirken başımıza çuval geçirenlere niçin ses çıkaramadığımızı sormalıyız kendimize. Kavaklıdere’de 11 Türk askerini ezen sarhoş Amerikalı binbaşıyı niçin yargılayamadığımızı, ABD’nin “our boys” diye sırtlarını sıvazladığı darbeci faşistleri niçin baş tacı edebildiğimizi, Muavenet muhribine füze atarak denizcilerimizi öldürenlere niçin gerekli tepkiyi gösteremediğimizi d
e.
Artık adı “asimetrik savaş” olan kör dövüşünde bir 40 bin kişinin daha ölmesini istemiyorsak, “PKK’ya katılımları önleyemiyoruz” itirafının daha ötesini istemeliyiz.
Hatta, “vatan uğruna şehitlik” imtiyazı yoksulların kaderinde iyileşme sağlamazken, yoksullar şehit oldukça zenginler niçin hep daha çok zenginleşmektedirler, hangi kirli çıkarların üzerine şehitlik örtüsü veya türban serilmektedir, kafa yormalıyız.
Konuşmazsak, ulusal çıkar diye belletilen resmi illüzyonları sorgulamazsak, sorgulamak yerine sokakları teslim alan linç kültürüne seyirci kalır ya da teslim olursak, bizleri nasıl bir felaketin beklediği sır değildir. Muhtemeldir ki, tezkereyle girilen yolun sonunda bölge top yekûn savaşa sürüklenecek, çok kan dökülecek. Türk gelinler, Kürt analar, Arap kız kardeşler ağıt üzerine ağıt yakacaklar. Türkiye, bir kez daha kimsenin konuşamadığı, sermaye birikiminin şaha kalktığı ara rejim batağına saplanacak.
Bilelim ki, barış ve demokrasi içinde kardeşçe birlikte yaşamak dışında tüm senaryolar, Türkler için de Kürtler için de kan gölünde intihar senaryolarıdır. Konuşmaz ve sorgulamazsak, intihar senaryolarını boşa çıkarma şansımız olmayacak. Lümpen milliyetçiliğin diline teslim olmaya yüz tutan toplumsal ve ulusal öfke, iç hesaplaşmanın, dış senaryoların ölüm tacirleri yerine kardeşliği ve bir arada yaşama kültürümüzü vuracak.
Silahlar fazlasıyla konuştu. Konuşan silahlar sadece boğazlaşma ve kan gölünde birlikte boğulma senaryolarına güç kazandırdı. Silahları değil, akıl ve vicdanları konuşturmalıyız.
Savaşmanın ve öldürmenin diliyle değil, barışın ve yaşatmanın diliyle konuşmalıyız.
İki taraf ırkçılarının dilinde itibarsızlaşsa da barışa ve kardeşliğe daha çok sarılmalı