Çok kısa bir zaman dilimi içine sıkıştırılmış, tansiyonu yüksek bir dönemi “şimdilik” geride bıraktık. Kuşkusuz tarafların, özellikle de Türkiye’nin olası operasyonlarına bağlı olarak, gerilimin her an yeniden tırmanması olası. Durumun sakinleşmesine paralel olarak, önümüzdeki günlerde yeniden yoğunlaşacağı görülen Ortadoğu pazarlıkları ve gelişmelere bağlı olarak, bugün Kürt sorununda içine girilen yeni düzlem açısından da taşlar yerli […]
Çok kısa bir zaman dilimi içine sıkıştırılmış, tansiyonu yüksek bir dönemi “şimdilik” geride bıraktık. Kuşkusuz tarafların, özellikle de Türkiye’nin olası operasyonlarına bağlı olarak, gerilimin her an yeniden tırmanması olası.
Durumun sakinleşmesine paralel olarak, önümüzdeki günlerde yeniden yoğunlaşacağı görülen Ortadoğu pazarlıkları ve gelişmelere bağlı olarak, bugün Kürt sorununda içine girilen yeni düzlem açısından da taşlar yerli yerine oturacaktır. ABD’deki Ortadoğu konferansı öncesinde, Suudi Kralı’nın, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez ve Filistin yönetimi lideri Mahmut Abbas’ın Türkiye ziyaretleri, süren yoğun pazarlıkların dışa vurumudur.
Tüm bunlar bir yana, şimdiye kadarki gelişmelerden anlaşıldığı kadarıyla, tezkere süreci, PKK’nin son saldırıları ve onu izleyen şoven furyanın ardından fırlayan tansiyonun yatıştırılmasında, ABD hem bir “neden” hem de bir “gerekçe” oldu. Rice’ı Ankara’ya gönderip, Erdoğan’ı Washington’a çağıran ABD, gelişmelerin ana inisiyatifini elinde topladı. Diğer yandan ise aynı süreçte, kontrolü elinden kaçırma riski taşıyan Türkiye egemenleri için de “zaman kazanma” aralığı yaratılmış oldu. Rehin alınan askerlerin bıraktırılması, sınırlı/nokta operasyonlara izin çıkması, ABD karşıtı söylemlerin mazur görülmesi gibi olgular ABD’nin hamlelerinin bazılarıydı. Sonuçta durumu kontrol altına alan ABD, bütün taraflar (Erdoğan, Büyükanıt, PKK, Barzani, Talabani) karşısında pazarlık gücü artmış olarak, alacaklı konuma geçmiş oldu.
PKK’nin silahlı eylemlerini ise DTP’nin (IMF ve AB programlarında yer alan) bölgesel kalkınma vurgulu “demokratik özerklik” talebini öne çıkarması ve parti yönetimindeki “değişim” izledi. Böylece Kürt hareketi eylemlerle yükselttiği gerilim düzlemini siyasal bir çerçeveyle taçlandırırken, siyasal alanı da kontrol altına almış oldu.
Önümüzdeki günlerde egemenlerin karşı hamlelerini izleyeceğiz. Bunların başında içerde baskı, DTP’nin sıkıştırılması, meclis grubunun budanması gibi hamleler gelecektir. Ayrıca PKK’nin kıskaca alınmasına, İran’a doğru sürülmesine yönelik adımların nasıl gelişeceğini de izleyeceğiz. Kısacası seçim sonrasında oluşturulan yeni düzlemin ilk sahnesi geçti ama henüz ilk perde kapanmış değil.
***
Son dönemde, özelde PKK’ye genelde Kürtlere karşı kitlesel histeri dalgasının iradi ve planlı olarak yaratıldığı herkesçe aşikar. Sonu iç savaşa kadar gidebilecek böylesi korkunç bir planı uygulayanlar, inisiyatifi (iktidarı) kaybetme paniğini ve askeri başarısızlıklarının sorgulanma korkusunu yaşıyorlar. Neredeyse çeyrek yüzyıldır silahlı çatışmaya dönüşen ve büyüyen Kürt sorunu karşısında askeri yöntemlerden başka hiçbir çözüm üretemeyen devlet erki, bu yetersizliklerinin ve başarısızlıklarının eleştirilme riski taşıyan her durumda farklı yol ve yöntemler geliştirdi. Bu çözüm üretememe hali sadece Kürt sorununda değil, ciddi muhalefet yaratılan her konuda ülke egemenlerinin yönetme kapasitelerinin ne kadar zayıf olduğunu kanıtlar nitelikte.
Kürt sorununda demokratik çözüm için ilk olarak; egemen sınıfların bu sorunun çözümü için geliştirdikleri tek yöntemin (askeri yöntemin) devre dışı bırakılması/bıraktırılması gerekir. Bu ise kendiliğinden ya da onların idrak etmesini bekleyerek olamaz. Uzun yıllardır oluşmuş kolaycı/kötü yönetme alışkanlıkları ve perspektif darlıkları, zaten katı olan iktidar erkini, her krizle birlikte daha da sertleştirmekte. Bu durumun somut örneği, sekiz askerin tutuklanması. Bununla verilen mesaj çok net aslında: “Kendi başarısızlığımı sorgulatmam. Gerekirse daha binlerce genci ölüme yollarım.” Bugün egemenlerin yönetme meşruiyetlerinin yaygın bir biçimde sorgulanmasını sağlamalıyız. Yönetememe hallerini net biçimde teşhir etmeliyiz. İç savaş ve şovenizmin çıkışsız olduğu her fırsatta gündeme sokulmalıdır.
Kürt sorununda demokratik çözüm için ikinci olarak; Kürt halkının ve Kürt mücadelesinin önderliğinin yüzünü Ortadoğu’ya, ABD’ye ve Barzani’ye değil, Anadolu’ya, Türk halkına çevirmesi gerekmektedir. Yüksek siyasetin, yüksek çıkarların karmaşık planları içinde kendisine yer edinme politik taktiğinin (yani reel politikerliğin) gerçek bir başarı getirmeyeceği ortada. Ortadoğu bataklığında bu yöntemle elde edilecek bir “kukla devlet” kurma hakkının Kürt halkının özgürleşmesini, kurtuluşunu ifade etmeyeceğini bilmek gerekir. Ortadoğu’da tüm halklar için ilerici ve özgürlükçü bir rüzgâr yaratılmak isteniyorsa, bu egemenlerin, ABD’nin pazarlık sofralarından geçmez. Bu reel-politikerliğin yol açtığı yanılgıların halkları hangi bataklıklara sürüklediğinin tarihsel örneği FKÖ’nün düştüğü acınası durumdur. 1960’ların anti-emperyalist FKÖ’sünün bugünkü işbirlikçi tutumuyla Filistin halkını karşı karşıya bıraktığı iç savaş ve kölelik bataklığıdır. Ortadoğu’da ve ülkemizde halkların özgürlüğüne giden yegâne yol Kürt ve Türk halklarının birlikte emperyalizme ve oligarşiye karşı mücadelesinden geçmektedir. Bugün emperyalizme ve onun liberal politikalarına karşı hiçbir ciddi tutum almayan Kürt hareketinin elindeki yegâne politik araç milliyetçiliğin tırmandırılması olmaktadır. Ancak milliyetçiliği kışkırtma hamleleriyle, her seferinde de bir yandan mücadelenin tıkanıklıkları geçici olarak giderilmiş gibi gözükse de, diğer yandan halklar arasında kalıcı tıkanıklıklar yaratılarak aslında çözümsüzlük giderek derinleştirilmektedir. Kürt sorunu bu haliyle, Filistin sorunu gibi, salt milliyetçilik yönelimleriyle ne uzayıp ne de kısalacak olan kronik bir Ortadoğulu soruna ve birçok emperyalist gücün dönem dönem maniple edeceği bir araç olmaya doğru yol almaktadır. Bu açıdan, PKK’nin mevcut yönelimini kendisi başlatan ama artık bu çizginin yol açtığı sorunları da görmezden gelemeyen Abdullah Öcalan’ın son avukat görüşmesindeki uyarılarına da kimilerine hatırlatmakta yarar var: “ABD, Türkiye, İran, Suriye kendi PKK’lerini yaratmak istiyor… Kandil kendi kararlarını kendisi vermelidir… Kürtleri baskıyla ezip, açlıkla terbiye etmek istiyorlar… ” (Sahi, Kürt hareketinin bir tane açlık ve yoksulluk karşıtı eylemini hatırlayan var mı?) Umarız Kürt hareketinin öncüleri de izledikleri çizginin en az Türk egemenlerinin izlediği çizgi kadar çözümsüz bir yola girmekte olduğunun farkına varırlar.
Kürt sorununda demokratik çözüm için üçüncü olarak; ülkemiz demokratik güçlerinin (sosyal, sivil, ekonomik, mesleki, demokratik, siyasi) bir bütün olarak davranması gerekmektedir. Ortak bir sesin, ortak bir aklın oluşturulması ve atak bir şekilde seslendirilmesi bu sorunun çözümünün taraflarından biri olunması için kaçınılmazdır. Bu noktada bir dizi sorunla karşı karşıyayız. DİSK-KESK arasındaki gerilim, bugün toplumsal muhalefetin birlikte hareket edebilmesini engelleyen unsurlardan birisidir. Ayrıca çözümsüzlük süreçlerinde daima hakim olan iç rekabetçi tutumları; öncülük yoksunluğu; neredeyse bireysel pozisyon alışlara indirgenmiş muhalefet önderliklerinin kişisel savrulmaları gibi yaşanan çözümsüzlüğü derinleştiren birçok güncel konuya işaret etmek gerekir. Toplumsal muhalefetin sağduyulu unsurları bu ve buna benzer problemleri asgariye indirgemeye çalışmalıdır. Burada izlenmesi gereken çizgi, esas olarak Kürt halkının hak ve özgürlükleri için mücadeleyi anti-emperyalist, anti-neoliberal bir çizgiyle birleştirmektir. Baskılara ve şovenizme karşı tutum almak asli yön iken her tür iç savaş kışkırtmas