Türkiye, 2002 seçimlerinden bu yana, kökleri Osmanlı devletinin son zamanlarına kadar uzanan kimi siyasal tartışmaların güncel formları arasında bir kez daha kutuplaşma ve kamplaşma eğiliminde. Merkeziyetçilik/ademi-merkeziyetçilik tercihi, seçilmişlik/atanmışlık hiyerarşisi, kamu hayatında laiklik/dinsellik meselesi, tüm “zıtlıkları” ile bilindik çatışma sahasının temel boyutlarını oluşturmayı sürdürüyor. “Milli mevcudiyet ve bütünlük” bahsindeki geleneksel reaksiyonerlik ise tamamen 1915 olaylarının uluslararasılaşmasına, […]
Türkiye, 2002 seçimlerinden bu yana, kökleri Osmanlı devletinin son zamanlarına kadar uzanan kimi siyasal tartışmaların güncel formları arasında bir kez daha kutuplaşma ve kamplaşma eğiliminde. Merkeziyetçilik/ademi-merkeziyetçilik tercihi, seçilmişlik/atanmışlık hiyerarşisi, kamu hayatında laiklik/dinsellik meselesi, tüm “zıtlıkları” ile bilindik çatışma sahasının temel boyutlarını oluşturmayı sürdürüyor. “Milli mevcudiyet ve bütünlük” bahsindeki geleneksel reaksiyonerlik ise tamamen 1915 olaylarının uluslararasılaşmasına, Kürt sorununa ve ‘sıcak çatışmaya’ endekslenmiş durumda.
Hemen hemen her vesile ile altı çizilen bu kamplaşmanın taraflarını ise kabaca, sivil ve askeri bürokrasiden güç alan şüpheci, otoriter milliyetçi kanat ile liberal demokrat çevrelerin temsil ettiğine inanılıyor. Önce 2002 daha sonra ise 2007 seçimleri ile ortaya çıkan sosyo-politik manzara ve iktidar mücadelesi, kategorik temsiliyet bahsinde vücut bulan çelişkilerin iki başat aktöre indirgemiş olduğu izlenimini kuvvetlendirdi. Bir tarafta iktidar partisi AKP ve “destekçileri” diğer yanda ise siyasal yelpazede CHP ve MHP’nin başını çektiği milliyetçiler ve Kemalistler.
İktidarı köşeye sıkıştırmak için kullanılan araçların sakatlığı ve demokratik hassasiyete sahip zümrelerin bu sakatlıklara karşı çıkışı, AKP ile demokratlar arasında sanki organik bir eklemlenme olduğu savını destekledi. Ayrıca köken itibari ile Kemalizme ve orduya mesafeli olan AKP’nin bu tutumu, demokratlar tarafından resmi ideolojinin sarsılması özelinde şans olarak algılandı. Hatta bu uğurda iktidara oldukça geniş tolerans tanındı. Fakat makro bir analiz ile şunu söylemek mümkün; siyasal konumlanışı ve sosyolojik izdüşümlerini bu tip bir kategorileştirme ile açıklamak, oldukça kolay ve sık başvurulur bir yöntem fakat geçerliliği siyaset bilimci gözü ile eleştiriye açık. Daha da ötesi, yeni siyasal örgütlenmelerin alternatif oluşturma potansiyeline de önceden vurulan bir darbe.
Türkiye’deki politik duruşları ve çalkantıları ‘kategoriler’ üzerinden düşünmenin handikapları, bugün karşı karşıya kalınan ciddi sorunların çözümsüzlüğünde kendini gösteriyor. Öncelikle tespit edilmesi gereken, her iki cenahın da kendi içlerinde homojen olmadığı; bir başka deyişle bünyelerinde farklı eğilimleri barındırdığıdır. Ancak bundan daha da önemli olan, kategorileri üreten dinamiklerin ve çok yönlü referansların arka planındaki duruşların hemzemin bir geçit oluşudur. Daha net ifade etmek gerekirse, Türkiye’deki siyasal kültürün kaynakları ve kilit kavramlara yüklediği anlamların kayda değer bir kısmı, hem AKP katında hem de muhalifleri bağlamında benzeşmektedir. Milliyetçilik, farklı yorumlarla da olsa sözü edilen benzeşmenin ana hatlarından biridir. İçinde bulunulan atmosferde, iktidar partisi en çok kendini milliyetçi/ulusalcı olarak tanımlayanlar tarafından eleştirilse de bizatihi AKP’nin kendisi daha çok muhafazakar/mukaddesatçı-milliyetçi olarak tarif edilebilecek bir çizgiye yakındır. Ermeni konferansı hakkında partinin ağır toplarının tutumu, TCK’nın 301. maddesini kaldırma konusundaki isteksizlik, Hrant Dink olayında yaşanılanlar, AB bahsinde ikircikli tutum ve Kürt sorununa ilişkin çıkışlar, bu iddiayı güçlendiren unsurlardan sadece bir kaçıdır. AKP, inatla milliyetçilik ile arasına mesafe koymamakta, hatta kimi zaman başta CHP ve MHP olmak üzere, diğer partiler ile afişler/sloganlar eşliğinde kızışan milliyetçilik yarışına girebilmektedir.
Türkiye’deki tarafları ortaklaştıran bir diğer özellik ise çeşitli varyantları ile muhafazakarlıktır. Atıfta bulunulan “asrı saadet” farklı olmasına karşın, politik diskurun vaat ettiği şey “özün” muhafazasıdır. Tahmin edilebileceği gibi “özün muğlaklığı”, onu koruma/kollama adına politik zeminde tabular yaratma alışkanlığını doğallaştırmaktadır. Muhafazakarlığın ‘katı biçimci’ bir niteliğe büründüğü ise aşikardır. Bu bağlamda iktidarı ile muhalefeti ile anti-devrimci bir zihniyet dünyası sarmıştır ruhları. Hem muhafazakarlığın hem de milliyetçiliğin bir arada mevcut olması, otoriter yapıları, şiddet kültürünü ve ataerkil kodları yeniden üretecek kanalları da açık bırakmaktadır. Parti içi demokrasi eksikliğinden, siyasette kadınların geniş çapta katılımı bağlamındaki ayak diremeye kadar bir dizi demokratik aksaklık bu yüzden kronikleşmiştir.
Toplumsal gerilimi arttıran, eşitsizlik düzeninin devamını sağlayan neo-liberal politikalar ekseninde de iktidar ve muhalefet(ler) arasında zımni bir ittifak söz konusu. Sosyal devlet aşınırken, güncel atışmalar ve suçlamalar dışında, CHP-MHP kanadının ciddi, tutarlı bir duruşundan, çözüm önerilerinden şu ana kadar bahsetmek imkansız.
Son yıllarda Türkiye’deki siyasi çatışma, tam anlamı ile bir ideolojik hesaplaşma değil; aslında bir iktidar savaşıdır. Bir başka deyişle “iktidar”a yüklenen anlam aynıdır fakat erki elinde bulunduran güçlere, yeni meydan okuyucular çıkmıştır. Anayasa tartışmalarından Kemalizm ve türban meselesine kadar bir dizi gündemi işgal eden başlık, sözü edilen iktidar savaşının ve siyasi rant kavgasının araçlarından ibarettir. Araçsallaştırıldığı ölçüde içlerinin boşaltıldığı da yadsınamaz bir hakikattir. Sorunlardan çıkış yollarını unutturan ve sırf bu nedenle dahi çözümsüzlük üreten iktidar savaşları, kitleleri oyalamanın rahatlığına sığınmaktadır. Türkiye özelinde yeni ve kucaklayıcı bir politik dilin ve hareketin oluşabilmesinin başlıca önkoşulu, kategorik konumlandırma anlayışının dışına çıkarak; farklı bir söz söyleyebilmek ve harekete geçebilme iradesini sergilemektir. Var olan sorunlar ile baş edebilmek için “devlet”, “iktidar”, “milliyetçilik”, “yurtseverlik” gibi kavramlara hakim politik kültürün dışından eleştiriler yapmak ve yeni tanımlar sunmak gereklidir. Zıtlıkları aşan; iktidarı sorunsallaştıran; ataerkil, otoriter kültür ile arasına mesafe koyan devrimci bir politik örgütlenmenin kitleselleşmesi yeni bir gelecek için tek çaredir.