Bir otuz yıl savaşları da bizim yapmamız lazım anlaşıldı. Çünkü bu sorun başka türlü çözülemeyecek. Bu coğrafyanın kadim halkları Türkler ve Kürtler sorunlarını çözmek için kesinlikle birbirlerini boğazlamak zorunda! Protestanlık mezhebinin Luther’le birlikte dönemin Avrupa’sında olağanüstü bir yayılma göstermesinden çekinen Katolikler 1618’de otuz yıl sürecek bir savaşın fitilini ateşlediler ve bu savaş tam otuz yıl […]
Bir otuz yıl savaşları da bizim yapmamız lazım anlaşıldı. Çünkü bu sorun başka türlü çözülemeyecek. Bu coğrafyanın kadim halkları Türkler ve Kürtler sorunlarını çözmek için kesinlikle birbirlerini boğazlamak zorunda!
Protestanlık mezhebinin Luther’le birlikte dönemin Avrupa’sında olağanüstü bir yayılma göstermesinden çekinen Katolikler 1618’de otuz yıl sürecek bir savaşın fitilini ateşlediler ve bu savaş tam otuz yıl sürdü. 1648’de Westphalia Barış Anlaşması’yla sona erdi. İnanılmaz büyük yıkım açlık ve salgın hastalıklardan, bazı tarihçilere göre 4 bazılarına göre 8 milyon insan yaşamını yitirdi. Mezhep savaşı gibi gözüken bu savaşın da elbette temelinde siyasi bir pozisyon üstünlüğü elde etme endişesi vardı. Bu savaşın galibi kim diye sorduğumuzda ise cevabı Protestanlar olarak gözükse de, “mağluptur bu yolda galip” demek daha doğru bir cevap olacaktır sanıyorum.
Bizim de sıkıntımız herhalde bu coğrafyada sürekli korkusunu taşıdığımız ancak bir taraftan da olmadığı için kendimizi şanslı saydığımız bir Türk Kürt savaşı ihtimali. Var olan durum son yaşanan gelişmelerle artık ihtimalin de ötesine geçmiş durumda. Tarihte başka bir çok örnekle ne kadar kanlı yaşandığı, yaşanabileceği tescillenmiş olsa da, bu toprakların daha çok insan kanının akmasını kaldırabileceği düşünülüyor olmalı birileri tarafından. Türklerin ve Kürtlerin birbirini boğazlaması için her türlü zemin malum ve malumun emirlerine her durumda amade olan çevrelerce hazırlanmakta. Tam bir akıl tutulması yaşanıyor herkes aynı şeyi düşünmeye başlamış gözüküyor Kuzey Irak’a bir operasyon tüm sorunları çözecek bir ilaç gibi sunuluyor. Oysa şu gerçeği çoğumuz kaçırıyor bu toz duman içinde herkes aynı şeyi düşünmeye başladığında hiç kimse bir şey düşünmemeye başlar.
Kurt dumanlı havayı sever diye bir söz vardır. Lakin artık dumana da ihtiyaç duymadığı ortada kurtların. Yurdum insanın hafızası nisyan ile malul olduğundan bir şeylerin bilince çıkması için çok ağır bedelleri ödemesi gerekiyor. Bu ülke insanın sürekli bedel ödeyip yine başladığı yere dönmesi kader midir? Bu da sosyologların ve sosyal psikologların ayrıca incelemesi gereken bir durum oluyor. Özellikle son bir ayda yaşanan can kayıplarının 30’un üzerine çıkması ile kamuoyunda estirilen şoven dalga, Kürt sorunu denen vakayı anlamayı ve bu sorunu varolan paradigma dışında değerlendirme ihtimalini de giderek zayıflatıyor. Ki aslında bu tarz bir paradigma değişikliğine iktidarları kamuoyunun zorlaması gerekirken, bizde durum tersi şeklinde cereyan edip bu sorunun hala çözümsüz kalmasının en önemli nedenlerinden biri haline geliyor. Asker cenazelerinde ortaya çıkan tablo da yaşanan acıların iki tarafının olduğu maalesef unutuluyor. Zaten bölge insanı nazarında ciddi bir imaj problemi olan ve bu imajında ötesinde, geçmişte yaşanmış çok acı tecrübelerinde bir sonucu olarak (Diyarbakır cezaevinde 1982’de yaşananlar, dışkı yedirilen köylüler köy boşaltmalar Musa Anter cinayeti vb) Türkiye Cumhuriyeti bu algıyı değiştirmek yerine neredeyse 1990’ların konseptine görüş sinyalleri vermeye başlıyor.
Bundan 4-5 ay öncesinde asker cenazeleri uzun süre sonra yeniden gelmeye başladığında o hep duymaya alıştığımız tanıdık retorik “vatan sağ olsun” artık eskisi kadar gür çıkmıyordu. Hatta bir asteğmen annesi “bu ölümlerin nedenini sorgulayan şeyler” söylemeye bile başlamıştı. Lakin bu umut ışığı merkez medyanın ve zinde kuvvetlerin de etkisiyle çabucak boğuldu.
Çünkü merkez medya bundan bir sene önce Nokta dergisinde 1990’ların ortalarında bölgede görev yapan bir korgeneralin ifşaatlarını, bölgede çalışan memurların, hakim ve savcıların evlerinin önünde bomba attırmanın demokratik bir devlette! nasıl olabildiğini sorgulamak gereğini duymadı. Nokta dergisinin başına gelenler de zaten hepimizin malumu. Keza çok yakın bir zamanda yine o dönem bölgede görev yapan bir jandarma albayının benzer hareket ve tutumlarını sorgulamak yerine, televizyon programlarında terör uzmanı olarak kendisini dinleme şerefine nail oluyoruz her gün. Kürt sorununun o ya da bu şekilde çözümünü istemeyen güçlerin, bu adı konmamış savaşın anlamsızlığı ortaya çıkarsa artık sınıra gelen toplumsal eşitsizlikleri gizlemelerinin, yoksulluk ve yoksunluğu bastırıp insanları bir arada tutmanın başka bir yolunu bulmakta o kadar kolay pozisyon alamayacaklarını bildikleri açıktır.
Bu durumun mantıksal sonucu olarak egemenler egemenliklerini sürdürmede bu kadar kolay bilinç bulanıklığı da yaratamayacaklar. Kitleleri maniple etmede bundan daha iyi bir araç bulamayacaklar. Şöyle bir aynanın karşısına koyun ortalama bir Türk ve Kürdü birbirine baksınlar, doğanın onlara verdiği ayrılıklardan başka nasıl bir ayrılık bulacaklar ya da bir Ermeni’yi ya da bir Rum’u.
İnsan aklının en önemli keşiflerinde biri, doğanın insanlara bahşetmiş olduğu yetenek ve eşitsizliği, birinin diğeri üzerinde baskı ve zor yaratmadan yaşayacak sistemi kurgulama yeteneğidir. İnsanlar akıl yolu ile bu yolda ilerleyecekken birileri inat ve ısrarla “ne mutlu Türküm diyene demeyen bizden değildir” diyebilmekteler.
Türk halkı kendine şu soruları sorup cevabını bulduğunda ve bunun için harekete geçtiğinde bugüne kadar kendisiyle diğer halklar arasında ekilmeye çalışılan nefret tohumlarını da bir daha yeşermemek üzere söküp atacak ve o zaman esas öfkeden nasibini alacakların hali pür melalini hep birlikte göreceğiz. Tabii o zamana kadar tarihin hükmünü geri döndürecek cesareti gösterebilirsek. Halkların kanı üzerine oynanan oyunu bozabilirsek.
Biz bu filmi gördük, bir kere daha görmek istemiyoruz.Galibi olmayacak bir savaşın kime faydası var. Bu ülke insanına değil.