Yağmurlu bir İstanbul akşamında her zaman olduğu gibi trafikte sıkışıp kalınca eve gitmekten vazgeçip vakit geçirecek bir şeyler ararken sinemaya gitmek aklımıza geldi ve Yaşamın Kıyısında filmini bu vesileyle izlemiş olduk. Filmin senaryosu ve yönetmenliği Fatih Akın tarafından yapılmış. Film (anladığım kadarıyla) birbiriyle içiçe geçmiş ama hep birbirine teğet geçen ve yaşamla ölüm arasında gidip […]
Yağmurlu bir İstanbul akşamında her zaman olduğu gibi trafikte sıkışıp kalınca eve gitmekten vazgeçip vakit geçirecek bir şeyler ararken sinemaya gitmek aklımıza geldi ve Yaşamın Kıyısında filmini bu vesileyle izlemiş olduk. Filmin senaryosu ve yönetmenliği Fatih Akın tarafından yapılmış.
Film (anladığım kadarıyla) birbiriyle içiçe geçmiş ama hep birbirine teğet geçen ve yaşamla ölüm arasında gidip gelen hayatlardan bahsediyor. Ölümün ani, zamansız ve hayatı alt üst edici gücüne tanık oluyoruz filmde. Hayatlarımız birbirini arayarak, birbirinin içinde, hatta aynı mekanlarda geçse bile buluşamayabilir. Hatta bu yakınlık içinde ölsek bile haberimiz olmadan yıllarca hala birbirimizi aramaya devam edebiliriz. Fatih Akın birden fazla yaşam öyküsünü birbiriyle ilişkilendirerek anlatmaya çalışmış. Böylesi zorlu bir işi başarıyla gerçekleştirdiğini teslim etmek gerekiyor.
Ancak bu zorlu işi becerirken kendi anlatımının sergilenme zeminini oluşturmak da son derece önemli olsa gerek. Bu zemin, tercih edilmiş belli yönleriyle de olsa, hayatın kendisidir… O nedenle senaristin/yönetmenin tercih ettikleri zemini tanımaları ve seyirciyi (eğer yanlış yönlendirmek gibi özel bir gayeleri yoksa) bu gerçeklik üzerinde yürüyen kendi anlatımıyla doyurmayı hedeflemesi gerekir diye düşünüyorum.
Ancak Yaşamın Kıyısında’da bu zeminin gerçekliği çarpıtılmış olarak yansıtılmış seyirciye. Belki de Fatih Akın iyi bilmediği izlenimini edindiğim bu alana hiç girmeden kurmalıydı anlatımını.
Filmde Almanya’da çalışmış, emekli olmuş ve yaşamını orada sürdürmeye karar vermiş bir işçinin etrafında başlayan yaşam öyküsünün, gerçekleşen “ölüm”lerle nasıl başka yaşam öyküleriyle ilişkilendiğini görüyoruz. Fatih Akın bu öyküleri anlatmak için Türkiye’nin siyasal ortamını zemin olarak kullanmayı tercih etmiş ve bizce iyi yapmamış.
Filmin seyrini değiştiren olay şöyle: Almanya’da çalışmış ve emekli olmuş Türk işçi sık gittiği genelevde birlikte olduğu kadının Türk olduğunu anlar ve yaşamındaki bir boşluğu doldurmak için birlikte yaşamayı teklif eder. Aslında kadın bu teklife sıcak bakmaz. Zira ayda 3000 euro kazanmaktadır ve her ne kadar emekli işçi kendisine bu parayı her ay vereceğini söylese de ikna olmaz. Sonradan öğreniyoruz ki kadın Türkiye’de kızını okutmaktadır, dolayısıyla para onun için daha da önemlidir. Kadın kendisine yapılan bu tekliften sonra, daha önce de genelevde dolaşan ve kadınları dikkatli olarak gözlerken gördüğümüz (ve her halinden Türk olduğunu anladığımız) iki kişi tarafından metroda sıkıştırılır.
Seyircide uyanan ilk izlenim bu iki kişinin mafya olduğu ve kadının kendileri hesabına çalışmasını istedikleridir. Ancak tam tersine adamlar İslamcı çıkar ve kadını “Sen Türk ve Müslümansın, bu alemde çalışamazsın” diyerek tehdit ederler. İslamcı olduklarını da selamün aleyküm, aleyküm selam muhabbetinin bolluğundan anlıyoruz. Birincisi İslamcıların böyle genelev genelev dolaşarak Müslüman kadın aradıklarını ben ilk kez duydum. İkincisi İslamcılar böyle bir şeye niyetlenseler bile sadece asarız keseriz demek yerine kadını doğru yola davet edecek bir kaç söz etmesi gerekmez mi? Üçüncüsü; adamların tiplerinin İslamcılarla hiç ilişkisi yok, el kol hareketleri ve kaba saba tavırlarıyla ya ülkücü çete mensubu ya da mafya olabilirler…
Bunun üzerine kadın emekli işçinin teklifini kabul eder ve birlikte yaşamaya başlarlar. Adamın üniversitede öğretim üyesi olan oğlu vardır ve evde üçü birliktedirler. Emekli işçinin diğer en önemli meziyeti ise sarhoş olmaktır. Yine sarhoş olduğu bir sıra kadına bir tokat atar ve kadın ölür. Adam hapse girer.
Adamın oğlu kadının kızını bulmak için işini gücünü bırakır Türkiye’ye gelir. Kız aslında sol örgüt üyesidir ve bu sırada daha önce yaptıkları bir eylemden dolayı polis tarafından arandığından Almanya’ya kaçar. Aslında annesinin emekli işçiyle yaşadığı anlarda kendisi de Almanya’dadır. Ancak annesi kızının ne işle uğraştığını bilmesini istemediğinden bir ayakkabıcı dükkanında çalıştığını söylemiştir, bu nedenle bulamaz. Bir süre sonra Almanya iltica talebini kabul etmediği için iade edilir ve İstanbul’da cezaevine konulur.
Filmin sürekliliğini sağlamada önemli bir yeri olan sol örgüt gerçeği hakkında Fatih Akın’ın bilgisinin son derece yüzeysel ve kulaktan dolma olduğu anlaşılıyor. Örgüt üyesi genç kadın yasa dışı yollardan Almanya’ya kaçırılır, havaalanında onu iki kişi bekler, belli ki örgüt üyeleridir… Lüks bir arabaya bindirirler… Arabayı kullanan “yolda bir şey olursa bizi tanımıyorsun ha” der… Ama öyle bir der ki sanki bir gizlilik gereği değil de (başımızı belaya sokma sakın) demek istemektedir. Sonrasında genç kadın (sanki siyasal mücadeleyle hiç ilişkisi yok da iş bulmak için gelmiş gibi) para sorununu açınca adamlardan biri “Benim kafem var, senden de iyi servisçi olur.” diyerek kadına garsonluk teklif eder. Genç kadın bunun üzerine annesini aramak istediğini ve borç paraya ihtiyacı olduğunu söyler. Adam 100 euro verir. Sonrasında kadın annesini bulamayıp dönünce, borcunu ödeyemeyez ve adamlarla kavga eder, kafeden tekme tokat ve küfürle kovulur. (Bu durumda; siz ne yapıyorsunuz diyecek örgütün bir sahibi yok mudur, bu nasıl örgüt ilişkisidir..?)
Genç kadının siyasal bilincini ise (kafeden kovulduktan sonra tanıştığı ve evinde kaldığı ve duygusal/cinsel ilişkiye girdiği) hemcinsinin annesiyle mutfakta yaptığı atışmadan anlıyoruz. Fatih Akın mutfakta ayak üstü yapılan bir sohbetle bir devrimcinin siyasal niteliğini yansıtmaya çalışmış: Yüzeysel bilgiye sahip, sekter, karşısındakini dinlemeyen, katı tutumlu, kızgın ifadelerle konuşarak karşısındakini susturmayı tartışma uslübu edinmiş vs.
Bu zavallı kişilik (!), zaten (cezaevindeki örgüt ilişkilerinin niteliksizliği üzerine bir de kendisinin peşinden Türkiye’ye gelen Alman sevgilisinin kapkaççılar tarafından öldürülmesi eklenince) yaşadığı travmayı kaldıramaz ve itirafçı olur.
Bunun dışında yine Türkiye’ye siyasal fotoğraflar hep sorunludur: Genç profesörün kızın izini ararken emniyet müdürlüğünde kendisiyle konuşan polis aynı Amerikan filmlerindeki gibidir. Pencerenin pervazına oturmuş, sigarasını tüttürerek “gayri resmi” bir ağızla konuşmaktadır. Diğer taraftan fahişe kadın emekli işçinin evindeki ilk akşamda kocasını soran adama “78’de Maraş’ta vurdular der.” Bu kadar… Ancak ’78’de Maraş’ta ne olmuştur. Bir kan davası mıdır, nedir? Faşist katliamların unutturulmaya çalışıldığı bir ülkede bunu hatırlatmaya çalışıyorsan hiç olmazsa biraz gayret et… Ya da sırf süs olsun diye mi koydun onu oraya… Örneğin Babam ve Oğlum filminde yönetmen 12 Eylül faşizmini bir devrimciyi nasıl (insani yönüyle) yalnızlaştırdığını göstererek anlatmış. Anlatımını kendisinin son derece hakim ve başarılı olduğu bir alanda kurmuş. Belki biraz siyasal eleştiri yapayım diye düşünüp 12 Eylül’ün siyasal teşhiri yoluna gitseydi aynı başarıyı yakalayamayacaktı.
Sonuç olarak Fatih Akın iyi düşünülmüş bir film öyküsünü iyi tanımadığı bir zemin üzerinde anlatmaya kalkınca iyi bir film çıkartamamış. Filmi seyrederken karekterlere dikkat ettiğinizde, filmin yönetmenine göre, İslamcılar, devrimciler, mafya hepsi aynı tipte. Karanlık, cahil, kaba saba ve aykırı… Filmin kahramanı genç solcu kadının kişilik özellikleri, cezaevindeki örgüt üyesi kadınlar hepsi Amerikan filmlerindeki terörist tiplemesinden
etkilenerek yaratılmış gibi görülüyor. Oysa bu tiplemeye giren solcuların parmakla sayılacak kadar az olduğu ve genel bir profili yansıtmadığını bilmesi gerekiyordu. Anlaşılıyor ki marjinal ve toplumun dışında kalan Fatih Akın’dır. Onun penceresi filmini oluşturduklarına o kadar uzak ki…Kuşkusuz Türkiye’yi bilmeyen yabancı ülke izleyicileri veya yarışma jürileri tarafından film beğenilebilir… Ancak hem kendi anlatımını daha güçlü bir zeminde kurmak hem de bir sanatçı olarak Türkiye’ye karşı olan aydın sorumluluğunu yerine getirebilmek için Fatih Akın’ın daha özenli olmasını beklerdik. Yazının başlığında sorduğumuz (Fatih Akın Nerede Yaşıyor) sorusunun cevabının Almanya olması özensizlik sorununu çözmüyor…