Kan kokulu savaş çığlıklarıyla şişirilen hamaset balonu bir kez daha Beyaz Saray’da patladı. Sınır ötesi harekât için TBMM’den izin alınmasına karşın, asıl, ABD Başkanı Bush’un izin vermesi bekleniyordu. ABD, sürecin aktörlerini birbirlerine karşı kollama politikasına uygun davrandı. PKK üzerinde baskı kurarak kaçırdığı askerleri serbest bıraktırdı. Türkiye’yi de yeni oyalama taktikleriyle sakinleştirip geniş kapsamlı harekât fikrinden […]
Kan kokulu savaş çığlıklarıyla şişirilen hamaset balonu bir kez daha Beyaz Saray’da patladı. Sınır ötesi harekât için TBMM’den izin alınmasına karşın, asıl, ABD Başkanı Bush’un izin vermesi bekleniyordu.
ABD, sürecin aktörlerini birbirlerine karşı kollama politikasına uygun davrandı. PKK üzerinde baskı kurarak kaçırdığı askerleri serbest bıraktırdı. Türkiye’yi de yeni oyalama taktikleriyle sakinleştirip geniş kapsamlı harekât fikrinden caydırdı; istihbaratını kendisinin vereceği sınırlı nokta operasyonlarına razı etti. ABD’nin vereceği istihbarat, herhalde PKK’nin ciddi biçimde tasfiyesini değil, örgüt içindeki ABD karşıtlarının etkisizleştirilmesini amaçlayacaktır.
Hamaset balonunun patlaması gerçekleri konuşmaya fırsat yaratmalıyken öyle olmuyor. Gazete sayfaları, televizyon ekranları yine PKK’yi aşarak Kürtler’e yönelen düşmanlığı, ayrımcılığı körükleyen haber, fotoğraf, hakaret ve savaş çığırtkanlığı yüklü yorumlarla dolu. Şoven milliyetçi kampanyaya resmi odaklarca cephane ikmali yapıldığı kuşkusuz.
Şoven milliyetçi hezeyan elbette karşıtını üretiyor, karşıtından besleniyor. DTP’nin de süreçten etkilendiği anlaşılıyor. DTP, sorunu silahtan ve şiddetten arındırma, kansız çözüm kapısını aralama umudunun, çatışma yerine diyalogun partisi olabilecekken, PKK şiddetiyle şoven Türk milliyetçiliği arasında sıkıştırılıp yanlış üstüne yanlış yapmaya zorlanıyor.
Parti kongresinde, görevi bırakan eşbaşkan Aysel Tuğluk sorunun çatışmacı Kürt milliyetçiliği ve zor kullanmakla değil, demokratik siyasetle aşılması yönünde dikkate değer uyarılarda bulundu: Türk ve Arap milliyetçiliğine Kürt milliyetçiliği ile değil, demokratik Kürt siyasetiyle karşılık verilmelidir. ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik stratejisi, ‘iyi Kürt- kötü Kürt’ ayrımı ile bölgede ciddi bir sorun oluşturacak Kürt çelişkisi yaratmaktadır. Bu politika derinleşirse yeni bir İsrail-Filistin yaratılması anlamına gelir. Halkların iç içe geçmişliği ve nüfus dağılımı eyalet ve federasyon modellerini olanaksızlaştırmıştır. Kürt sorununun çözümü, eyalet ve federal yapıda değil, cumhuriyetin demokratikleştirilmesinde aranmalıdır…
Ne ki, Tuğluk’un uyarıları ve önerileri pek dikkate alınmadı. Onun yerine, diyaloga kapalı, “krizi derinleştirme” siyasetinden söz edildi. Sonuçta, medyanın da katkısıyla, silahlı örgütle arasına mesafe koyamayan partinin “PKK’nin Meclis’teki uzantısı” olduğu imajı güç kazandı.
“Krizi derinleştirme” siyaseti DTP’yi tam olarak teslim almadan karşılığını buluyor. Şimdilik medya eliyle yürütülen kampanya kapatma davasıyla tamamlanıp, kimi milletvekilleri tutuklandığında kriz, umulmadık ölçüde derinleşecek. Belki de istenen budur.
Oysa pek çok kez kanıtlandığı üzere ‘derinleştirilen kriz’in emekçiler yararına çözüm getirmek yerine çözümsüzlüğü derinleştirmesi çok daha güçlü bir olasılıktır. Silahsız demokratik siyaset seçeneğinin gündemden düşmesiyle kalmayacak. Anne babaların üzerlerine kapandıkları her “şehit” ve “ölü ele geçirilen” tabutuyla birlikte, halklar arasındaki kardeşlik biraz daha zedelenecek. Belki de istenen budur; geç kalmış milliyetçiliğin ulus devlet özlemine faydası olur düşüncesiyle diyalog çizgisi bilerek etkisizleştirilmiştir.
Terör sorunu mu Kürt sorunu mu?
Diyalog ve silahsız çözüm arayışı sahipsiz kalsa da PKK’nin yeni bir provokatif katliamına kadar geniş kapsamlı sınır ötesi harekât seçeneği şimdilik gündemden çıktığına göre, sorunun analizi ve çözümü konusunda serinkanlılıkla düşünme ve konuşma için şartlar uygun demektir.
Nasıl ki hastalık ancak doğru tanı konularak iyileştiriliyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında on binlerce, son 25 yılda 35 bin tabut sıralayan sorun da öyle.
Şimdiye değin sadece “terör sorunu” olarak adlandırıldı. Terör ve asayiş sorunu sayılınca çözüm olarak akla silahtan başkası gelmedi. Teröre ve silaha teslim olundu. Sonuç ortada. Terör tanımında ısrar edildiği takdirde bir 35 bin tabut daha. Peki, bir 35 bin tabut daha kader midir? Elbette değil. Kader olmaktan çıkarılmasının yolu, sorunun doğru tanımlanmasından, ön yargısız tartışılmasından, öldürmenin değil yaşatmanın diliyle konuşulmasından geçiyor. Sadece sivillerin değil, sorunu kendi tekellerinde gören askerlerin de konuşmaları gerekiyor. Nitekim, silahsız çözüm niyetiyle olmasa bile konuşuyorlar da.
Generallerin itirafları
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu terör örgütüne katılımlar noktasında başarılı değildir. Başarılı olsaydık bugünlere gelinmezdi” itirafında bulunmuş, “Bu terör örgütü” nü “katılım noktasında” cazip kılan nedir sorusunun yanıtını esirgeyerek, gerisini getirmemişti. Gerisini emekliliğinde getirir herhalde.
Başbuğ emekliliğini bekleyedursun, geçmişte sorunu tekellerine alan emekli generaller, hata yaptıklarını kıyısından köşesinden itiraf etmeye başladılar.
Milliyet gazetesinin röportaj serisi, kimi emekli generallerin hazin itiraflarıyla yüklüydü. İtiraf ettikleri hatalarının özü, sorunu ‘terör’den ibaret saymaları.
Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Aytaç Yalman emekli olunca farkına varmış ki, sorunun güvenlik ve asayişten önce “sosyal boyutu” vardır: “Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun ‘kendini ifade’ olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor. Oysa, bizler o dönemde, ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz. Aslında Türkiye’nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Bu yapılabilseydi sorun belki sosyal aşamadayken çözülebilirdi. Ancak, maalesef bunun yapılamadığını görüyoruz.” (Milliyet, 3 Kasım 2007)
Evet. Akıl ve vicdan sahipleri için inanılması güç olsa da, Türkiye’nin Kürt politikası kart-kurt inkârcılığı üzerine kuruldu. 12 Eylül döneminde doğrudan Kenan Evren’den emir alan kurmay binbaşılar kışlaları dolaşıp, hayata gözlerini Kürtçe ile açanların da aralarında olduğu subay-astsubay topluluklarına ciddi ciddi kart-kurt masalları anlatıyorlardı. Kürt olmadığına göre Kürtçe diye bir dil de olamazdı netekim!
“Kürtçe konuşmayı yasakladık. Kürtçe yasağını koyduk. Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Ama, biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonradan anladım.” (Kenan Evren, Milliyet, 7 Kasım 2007) Akıl ve vicdan sahipleri için inanılması güç olsa da yasaklanan, insanların ana diliydi. Ana dillerini konuştukları için cezaevine girenler oldu. Kürt sözcüğünü kullanmak bile hapse girmek için yeterliydi. Ana dil yasağını düzenleyen yasa 1991 yılında kaldırıldı; ama, “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz” ifadesi beş yıl öncesine değin Anayasa’da yerli yerindeydi.
“Kanunla yasaklanmış dil” zihniyeti, yasadan ve Anayasa’dan silinmiş olsa da devletin ruhunda yerli yerinde duruyor. Resmi tahrik kurumu hâlâ, “maalesef” kendilerini Kürt zanneden Türkmen boylarından söz ediyor. “Terör sorunu”na dönüştürülen Kürt sorunu kanadıkça kanıyor.
Evren’in hatasını gerçekten anl
ayıp anlamadığı kuşkuludur. Yine de, kim söyletmiş olursa olsun, bir zamanlar Türkiye’nin kaderine hükmetmiş olanların hata ettiklerini söylemeleri, halen ülkeye hükmedenler için uyarıcı olması bakımından önemli sayılmalıdır.
Ve elbette sormak hakkı da vardır. Kendisinden ve suç ortaklarından başka herkese vatan haini gözüyle bakardı. Peki, vatana kimin daha fazla zararı dokundu? “Bu ülkede Kürtler de vardır. Ülke bütünlüğünün güvencesi Kürt diline, kimliğine ve kültürüne hayat hakkı tanımaktır” diyenler mi vatana daha çok zarar verdi, yoksa kart-kurt masalları anlatıp ana dilini bile yasaklamaya kalkanlar mı? On binlerce tabutun tek günahkârı İmralı misafiri midir? İnsanları zorla devlete düşman etmek daha mı az vahim bir suçtur?
Bu soruların yanıtı da elbette alınır. Yine de, Aytaç Yalman’ın ikinci aşamada “terör” olarak adlandırdığı sorunun kaynağında Kürt sorunu olduğunun kabul edilmesi ilerleme sayılmalıdır. Ne ki, sadece Kürt sorunu da değildir. Çözümsüz bırakılmasıyla uluslar arası bir sorundur da.
“Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra, 1991’den sonra terör yeniden tırmandı. Çekiç Güç bir hataydı. Özal’ın hatasıydı. ABD’ye o imkânı verdik. Onun neticesini aldık mı biz? ABD bizi kullandı.” (Kenan Evren, Milliyet, 7 Kasım 2007)
Evren eksik söylüyor. ABD sadece Özal’ı kullanmadı. ABD’nin gözünde Evren bizatihi “our boys” idi. Nice “our boys” gelip geçti. Şimdiki Başbakan da gözden birazcık düşer gibi olduğunda danışmanı soluğu Amerika’da alıp, “Devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine onu kullanın” diye yalvarmıştı.
Türk-Kürt kardeşliği ve çözüm
Mustafa Kemal Atatürk, 1919 yılında Dersim’de görevli Yüzbaşı Esad Bey’e yazdığı mektupta “Türkler ve Kürtler öz kardeştir, mukadderatı yekdiğerine bağlıdır” demişti.
Ne ki, Osmanlı döneminde kavga ettikleri görülmeyen öz kardeşler Cumhuriyet döneminde kardeşçe geçinemediler. Osmanlı dağılırken imparatorluk coğrafyasında onlarca devletin kurulmasını sindiren Türk milliyetçiliği, ‘öz kardeş’in ayrı eve çıkma ihtimalini sindiremedi, yanlış üstüne yanlış yaptı. Kurtuluş Savaşı sırasında Kürt kardeşe vaat ettiği ‘bir tür muhtariyet’i kurtuluştan sonra unuttu, yerine “Türk” kimliğini ve ağabeyliği dayattı. İsyanlar isyanları getirdi.
Yine de Türk-Kürt yakınlığının “öz kardeş” ifadesiyle tanımlanması muhabbet temennisi olduğu kadar gerçeğin ifadesiydi. “İkiz kardeş” diye tanımlansa, gerçeğe aykırı düşmezdi.
Ve elbette kardeşler birbirlerini kıskanırlar, birbirlerini taklit ederler. Türk “ağabeyine” bakıp Kürt kardeşin de AB-D’nin dümen suyunda ikbal ve istikbal aramasına şaşmamalı. Yabancılarla işbirliği etmenin emekçi halkın değil, egemen sınıfın çıkarına olduğunun Türk “ağabey” ne kadar farkında ve bilincindeyse, Kürt kardeş de o kadar farkında ve bilincindedir.
Şimdi on yıllardır sorunu “terör” diye bloke eden generaller konuşuyorlar, hata yaptıklarını itiraf ediyorlar. Türk ve Kürt şahinlerinin birbirlerine selam yolladıkları koşullarda hayli zayıf olsa da, nihayet akılcı, serinkanlı düşünme yönünde umut kıvılcımı sayılmalı. Umulur ki, halen görevde olanlar da emekliliği beklemeden benzer değerlendirmeler yaparlar.
“Hayal bile edilemeyecek acılar yaşatma” politikası çok ama çok kan kaybettirdi. Oysa sorun çözümsüz değil. Sorunun terörden önce Kürt sorunu, Türk sorunu, Türkiye sorunu olduğu kabul edildiğinde öz kardeşleri aynı evde kardeşçe yaşatacak çözüm de vardır.
Çözüm zor değildir ve Türkiye kardeşçe çözüme ulaşmak bakımından şanslıdır da. Çünkü, Kürt kardeş çok şey istemiyor. İstediği, yok sayılmasın, “ağabey” baskısı olmasın, Bulgaristan’daki, Kosova’daki, Kıbrıs’taki Türk kardeşleri kadar hakları olsun. Yani, Kürt kardeşlerin çoğunluğunun hayali ayrı bir ev, hatta aynı çatı altında ayrı bir oda bile değil. İstediği, dil, eğitim ve kültürel haklar, yerel ve ulusal düzeylerde politik temsil imkânı; yani daha demokratik bir Türkiye’den ibaret.
Kürt kardeş Bulgaristan’daki, Kosova’daki, Kıbrıs’taki Türk kardeşleri kadar haklara kavuşursa kendisine ayrı ev açmak ister endişesi yersizdir.
Yok sayıldığında, ana dili yasaklandığında bile ayrı ev düşüncesi Kürt coğrafyasında çoğunluğun onayını almadı. Ankara’nın yaptırdığı gizli anketlerde, ayrı ev hayalinin yüzde 30 kadar çıktığı söyleniyor. (Aktaran Emre Aköz, Sabah, 25 Ekim 2007) Açık bir ankette ise ‘Kuzey Irak’ta kurulacak Kürt devletine gitmek isteyenlerin oranı yüzde 1’de kalıyor. (Vatan, 10 Kasım 2007)
Anketlerin gösterdiği sonuç, ülke bütünlüğünün güvencesidir. İç içe geçmişlik, nüfus dağılımı ve ekonomik entegrasyon, ayrı ev hayalini, hatta aynı çatı altında ayrı oda hayalini bile zaten olanaksıza yakın derecede zorlaştırmıştır.
Anketler bir yana, DTP’nin ve aynı tabana hitap ettiği PKK’nin tümüyle ayrılıkçı olduğu varsayılsa bile 22 Temmuz seçimi ortada. Değil Bulgaristan’daki kadar hak vermek, azıcık insani muamele bile Kürt kardeşi evde tutmaya yetiyor. Refahın hakça paylaşıldığı, daha demokratik bir Türkiye’de ise, “terör” Kürt sorunuyla birlikte anılmayacak derecede marjinalleşir. Türkiye asıl o zaman bölge ülkelerinin imrenecekleri bir model olur.
Çözüm uzakta değildir
Ama çözümün aranacağı yer Beyaz Saray hiç değildir.
Türk “ağabey” Beyaz Saray’da çözümsüzlük ararsa, Kürt kardeş de arar. Beyaz Saray’da aranan çözüm-süzlüğün ise ne Türk ‘ağabey’e ne de Kürt ‘kardeş’e hayrı olur. Sadece ve sadece Türk ve Kürt emekçilerinin birlikte yanacakları cehennem ateşine odun taşımaya yarar.