Türkiye olağan olmayan dönemlerinden birini yaşıyor. PKK’nin iki büyük saldırısıyla tetiklenen süreç yaygın, kitlesel tepkilerle 29 Ekim’i de içine alarak devam etti. Bu sürecin tamamen kendiliğinden halk tepkilerinden doğduğunu söylemek güç. Orduyu da içine alan statükocu “devlet kastı”nın, “durumdan vazife çıkararak” tüm süreci planlayıp yönlendirdiği açık. Çekirdeğinde MHP’lilerin bulunduğu devlet bürokrasisinin neredeyse tamamı, büyük medyanın […]
Türkiye olağan olmayan dönemlerinden birini yaşıyor. PKK’nin iki büyük saldırısıyla tetiklenen süreç yaygın, kitlesel tepkilerle 29 Ekim’i de içine alarak devam etti. Bu sürecin tamamen kendiliğinden halk tepkilerinden doğduğunu söylemek güç. Orduyu da içine alan statükocu “devlet kastı”nın, “durumdan vazife çıkararak” tüm süreci planlayıp yönlendirdiği açık. Çekirdeğinde MHP’lilerin bulunduğu devlet bürokrasisinin neredeyse tamamı, büyük medyanın abartılı desteği ile kontrolü elden bırakmadan kitle eylemlerini örgütledi. Seçimlerden önce “Cumhuriyet mitingleri”ni, ADD, ÇYDD gibi aracılarla örgütleyerek toplum mühendisliğinde yeni bir taktik denemişlerdi. Bu sefer ise aynı taktik “gizli özne” kullanılarak devam ettirildi. Cumhuriyet Mitinglerinin, tek başına bir amaç değil, sadece amaca dönük birer araç olduğu göz önünde bulundurulursa, bu seferki gösterilerin de belirli amaçları hedeflediği görülecektir.
Sürece biraz geniş bakacak olursak, Pakistan’dan Afganistan’a, Irak’a, Lübnan’a, Filistin’e kadar uzanan tüm coğrafyada kaos yönetimi biçiminde süren verili ABD-İsrail politikalarının bir tıkanma noktasına geldiği artık net olarak görülebiliyor. Çözümü kaosun büyütülmesi olarak ele alan bu emperyalist odaklarının zorlamalarıyla Ortadoğu’nun yeni bir çatışma düzlemine gebe olduğu; cılızlaşmış Bush yönetiminin İsrail ve kimi uluslararası sermaye grupları tarafından İran veya Suriye saldırısı üzerinden yeni bir düzleme zorlanmak istendiği anlaşılıyor.
Türkiye egemenlerinin bir bölümü sürüklendikleri bu olası yeni düzlemde rol kapmaya ve inisiyatif almaya çalışırken, sürecin kaçınılmazlığını gören AKP de yeni düzleme hızla ayak uydurmaktadır. Bunun sonucunda Türkiye egemenleri ve tüm Türkiye bir bütün halinde giderek Ortadoğu bataklığına sürüklenmektedir. Ancak Türkiye egemenleri bu sürece yönelirken ABD ile bir pazarlık yapma konusunda birleşmiş durumdalar. Kaldı ki Rusya-İran-Suriye’nin karşı ataklarıyla İsrail ve ABD’nin bölgedeki gerilim politikaları, bu süreçte sonuçsuz bırakılsa dahi, Türkiye egemenleri pazarlık politikalarıyla eli güçsüzleşen ABD yönetimini K.Irak ve Kürt politikalarında her halükarda bir tadilata zorlamaktadır.
Bu yeni dönemde Türkiye egemenleri kendi aralarındaki kutuplaşmaları bazı açılardan törpüleyerek yeni bir uzlaşma zeminine ulaşmayı zorlamakla birlikte, geçmiş kutuplaşma dinamikleri varlıklarını yeni pozisyonlar yaratarak sürdürme eğilimi gösteriyor.
Bu süreçte AKP bir kez daha yalpalamaması için önce “mahalle baskısı”, “Malezya benzetmeleri”, “Anayasa tartışmaları” üzerinden köşeye sıkıştırılmaya başlandı. Ardından, ordu seçimlerden sonra “kaybeder gibi olduğu” prestijini ve inisiyatifini, bu kez “Kürt sorunu” üzerinden yeniden kazanmaya girişti. Bununla; bir taraftan seçimlerden %46’lık başarıyla çıkan ve A.Gül’ü Cumhurbaşkanı seçtiren AKP’nin “artık her şeyi yapabilirim” diyen havası kontrol altına alındı. Diğer yandan, ordu ABD ve İsrail ile gerek Ortadoğu gerekse de ordunun yeniden yapılanması konusunda oluşacak olan yeni planlamalara dahil edilme isteğini sergiledi. Zaten ordunun bu süreçte hareketsiz kalması ve Irak Kürdistan’ındaki gelişmelerin tamamen kontrol dışına çıkarak “başarılı” olması halinde, tüm olumsuz sonuçlar da bunca yıldır askeri yöntemde direten “askerlere” çıkarılacaktı.
Oysa şu an, kitle eylemlerinin Batı’da yarattığı en net sonuç; resmi ideolojiye (bunu temsil eden askere) verilen açık bir onaydır. PKK gerekçe gösterilerek alınan bu onayın, gelecekte başka gerekçelerle de kullanılmaya çalışılacağı da açıktır.
Duruma çabuk uyum sağlamış gözüken AKP’nin ise “Kürt sorunu”na inisiyatif aralığı bu kadar dar bir kanaldan müdahil olmayı tercih etmeyeceği ortada. AKP bölgedeki tek rakibinin DTP olduğunun bilinciyle seçimlerden hemen sonra “PKK’nin terörist olduğunu kabul etmeleri” doğrultusunda Kürt milletvekillerini sıkıştırmaya başlamış, bir taraftan da İslami yardım ağlarının kapsamını çok büyük ölçüde geliştirme yönünde adımlar atmıştı. Ancak olayların bu kadar hızlı bir sıçrama göstermesi (daha önceki olaylardan ders almış olacak ki), Erdoğan’ın çok büyük bir hızla inisiyatifi sahiplenmeye yol açtı. Üstelik bu sürecin bonusu, Gül’ün Cumhurbaşkanlığının “kabullenilmesi” oldu. Anlaşılan o ki her şeye rağmen 5 Kasım’daki Bush ile görüşmeye kadar zaman kazanmayı da başarabildi. Bu arada da T. Erdoğan tezkere sürecinin ve PKK’nin saldırılarının ardından oluşan ilk galeyan havasını “görünürde yönetmenin” ardından, ağır ağır iç savaş kışkırtıcılığı çağrısı yapan şoven saldırılara açıktan laf etmeye başlayarak, hem kamuoyundaki tedirginliği gidermek hem de kendi tabanı ve Kürtler üzerindeki hegemonyası açısından direksiyonu tekrar toparlamaya çalışıyor.
PKK açısından ise, birisi tezkere sonrasında olmak üzere, onar günlük arayla iki büyük saldırının (üstelik hala savunma konumundayız diyerek) düzenlenmesi gerek Türkiye gerekse K.Irak süreçlerinde inisiyatif alma çabası olarak değerlendirilmeli. TSK’nın K.Irak’a yapacağı bir askeri operasyon, askeri sonucu ne olursa olsun, Kürtleri bir bütün olarak saflaştıracaktır. Bu durum aynı zamanda PKK’nin K.Irak’taki siyasal etkisini de arttıracaktır. Kuşkusuz bu etki, ABD tarafından da değerlendirilmek zorunda olacaktır. K.Irak operasyonunun, Türkiye’deki Kürt illerine yansıyacak olumsuz etkisi de bellidir. Diyarbakır’da neredeyse tüm meslek odalarının da dahil olduğu 90’ın üzerindeki örgütün, PKK’den silah bırakmasını isterken, operasyona karşı da çok net bir tutum aldıkları görülmektedir.
PKK’nin bir başka amacının da Meclis’te grup oluşturan DTP’yi ve onunla birlikte Türkiye egemenlerini “Kürt sorunu”nun çözüm sürecinde bir başka yola zorlamak olduğu görülmektedir. Kışa girilecek olsa bile “rehin askerler” gündemini canlı tutarak süreci uzatma ve aynı zamanda, PKK’yi olmasa bile DTP’yi “sorunların çözümünde” resmi muhatap haline getirme taktiği izlenecektir.
Bu süreçte tercih edilen politikaların, öncelikle PKK’yi ve AKP’yi karşılıklı olarak bıçak sırtı bir duruma getirdiği görülmektedir. Birisinin başarısının diğerinin mağlubiyetiyle sonuçlanması artık güçlü bir ihtimal haline gelmişti.
Bu süreçte milliyetçiliği kışkırtmaktan başka bir politikası olmayan PKK’nin aldığı inisiyatifse Türkiye solu ile ortak bir devrimci sürecin örgütlenilmesinden uzaklaşılmakta olunduğunu göstermektedir. PKK’nin bu sonucu önceden kestirememiş olması mümkün değildir. Toplumun tamamında yaratılan kutuplaştırıcı etki ise, (katıksız PKK destekçileri dahil) tüm solu bir süreliğine hareket edemez hale getirmiştir.
Son dönemde yaşanan tüm bu gelişmeler, bu sürecin içinde olan/olmayan bütün aktörler için geri dönüşü olmayan bir takım sonuçlar da içermektedir. Ne kadar kontrol edilmeye çalışılırsa çalışılsın sürecin bir “iç savaş”a dönüşme tehlikesi her geçen gün giderek büyümektedir. Egemenler ve emperyalistler arası pazarlıkların sonuçsuz kalması halinde veya politikaların herhangi bir zaman diliminde değişmesiyle, bu riskin ne denli yükseleceği ortadadır. Böylesi bir iç savaş yönelimli süreç, son derece büyük riskler barındırmaktadır. Kontrol edilemez ve emperyalistlerin denetimine daha açık sonuçlarıyla her iki tarafta da olağanüstü gerici-şoven sonuçlar yaratması kaçınılmazdır. Çağımızın ezen-ezilen milliyetçilik çatışmalarının geçmiş dönemlerdekinden farkı da buradadır.
Kendi statükolarını ve siyasal varlıklarını koruma pahasına halkları karşı karşıya getirme riskini göze alanlar, bu sürecin kendilerini de yok edebileceğini bilmek zorundadırlar. Ordu dahil, tüm düzen partilerinin ve sermaye gruplarının halklar karşısındaki sorumsuzlukları ve gerçek yüzleri bir kez daha açığa çıkmıştır.
TÜSİAD’ın tüm bu gelişmeler arasında yaptığı “buldozer operasyonu” çağrısı ise tam bir ibret-i alem vesikasıdır. TÜSAİD bu hengame arasında “ekonomik operasyon” çağrısıyla sermayeye daha fazla ayrıcalık, sömürüye daha büyük kolaylık istemekten kaçınmamıştır. Sanki bir hafta önce Meclis’ten, “büyük şirketlerin vergilendirilmesini düşüren, halktan alınan dolaylı vergileri arttıran” yasalar çıkmamış gibi. Fırsatçılıkta ve kapkaççılıkta sınır tanımadıkları da ortadadır.
Belediyeler de bu dönemin avantajlarından yararlananlar arasındaki yerleri aldılar. Nasıl olsa genel seçimler bitti. Yerel seçimlere de henüz vakit var. Üstelik millet “elde bayrak dolaşırken” zaman zam üstüne zam yapma zamanı; suya, ulaşıma, ekmeğe, belediye vergilerine…
***
Solun yaşadığı travma dönemlerinin aralıkları gittikçe daralmaktadır. Sadece son bir yılda yaşananlar; Cumhuriyet mitingleri, %46’lık AKP tescili ve şimdiki sokak hezeyanları bu durumun göstergeleridir. Bunlar tek başlarına bile solun ortalamasında derin umutsuzluklar yaratacak cinsten gelişmelerdir. Solun dağınıklığı ve güçsüzlüğü de bu süreçten çıkışı zorlaştırmaktadır.
Ortak aklın bir üçüncü yolu bulabileceğini bekleyerek zaman tüketmek, bu süreçte yapılabilecek en kötü tercih olacaktır. Bilinmelidir ki bu tür “provokatif durumlarla” karşı karşıya kalmak, solun güçsüzlüğünün ürünü değildir. Ne kadar güçlü olunursa olunsun kontrol dışı sürükleyici etkenler daima yaşanacaktır. Solun güçsüzlüğü, oluşan gelişmelerin yönünü değiştirmekteki etkisizliğinde açığa çıkmaktadır. Bu ise “hazır güçlerin” var olup olmamasından çok, doğru politik müdahale ve önderlikteki zafiyetten kaynaklanmaktadır. Bu nedenle her şeyden önce toplumsal muhalefet kendi inisiyatif odaklarını yaratmalıdır. Yoksa mevcut haliyle, solun içinden geçtiği bu değişim süreci giderek bir varolma-yok olma sürecine doğru ilerlemektedir.
Ayrıksı seslerin tamamen boğulmaya çalışıldığı, herkesin iki taraftan birini seçmek zorunda bırakıldığı bir ortamda; toplumsal muhalefetin birlikte ve tek bir çağrı yapması elzemdir. Tüm demokratik kitle örgütleri, acil olarak, başta kendi üyeleri olmak üzere, diğer tüm demokrasi güçleri ile birlikte ortak bir söylemin oluşturulmasına girişmelidirler. Bu söylemin iki ana ekseni olmalıdır. Birinci eksen, Ortadoğu’da barış, ülkede ise şovenizm ve iç savaş karşıtı bir kardeşlik çizgisinin yaratılmasıdır. İkinci eksen ise, bu atmosferle bütünleşen ve iyice azgınlaşmakta olan neoliberal sömürgecilik politikalarına karşı mücadele çağrısıdır. İki eksenli bu çizgi başta ABD emperyalizmine açık bir karşıtlık oluşturmalıdır. Ortadoğu bataklığına sürüklenmeye karşı bir duruş oluşturmalıdır. Her iki taraftan gelebilecek iç savaş kışkırtıcılığına karşı açık tavır almalıdır. Özellikle egemenlerin şoven baskılarına karşı tavizsiz bir tutum takınılmalıdır.
Süreç bu çizginin her iki ekseninin de hayat bulmasını hedefleyen bir söylem ve eylem hattının oluşturulmasını zorunlu kılmaktadır. 3 Kasım mitingi bu açıdan ilk fırsat olarak değerlendirilmelidir. Öncelikle solun ilk geniş çeperinde yaratılacak bu yönelim giderek her tarafta gidişattan tedirgin olan geniş kitlelere doğru yaygınlaştırılmalıdır. Zaman içe kapanma ve sinme zamanı değildir. Zaman halkların ortak sağduyusunu seslendirme cesaretini gösterme, bu doğrultuda atak ve inisiyatifli davranma zamanıdır.