“Adalet ve iyi niyet duygularından etkilenmiş olabilirim, ama sınıf savaşındaki tarafım, eğitimli burjuvazinin tarafıdır”-Keynes Son günlerde iktisat yazınının en muteber konularından birisi Keynesyen ekonominin reenkarnasyonu. ABD merkezli mali kriz karşısında Merkez Bankaları’nın ve hükümetlerin oldukça aktif müdahalelerde bulunması “ezberleri bozdu”. Şimdi, piyasaların kendiliğinden istikrarı yakalayacağına inanan neoliberal paradigmanın sarsılmaya başladığı, düzenleyici ve müdahaleci devlete geri […]
“Adalet ve iyi niyet duygularından etkilenmiş olabilirim, ama sınıf savaşındaki tarafım, eğitimli burjuvazinin tarafıdır”-Keynes
Son günlerde iktisat yazınının en muteber konularından birisi Keynesyen ekonominin reenkarnasyonu. ABD merkezli mali kriz karşısında Merkez Bankaları’nın ve hükümetlerin oldukça aktif müdahalelerde bulunması “ezberleri bozdu”. Şimdi, piyasaların kendiliğinden istikrarı yakalayacağına inanan neoliberal paradigmanın sarsılmaya başladığı, düzenleyici ve müdahaleci devlete geri dönülmeye başlandığı tartışılıyor. Mali piyasaların kendiliğinden istikrarsız olduğu tezini ısrarla işleyen Minsky gibi Keynesçi iktisatçılar ve Dünya Bankası eski baş ekonomisti Stiglitz gibi “eleştirel” neoliberaller giderek popülerleşiyor. ABD Merkez Bankası FED’in başına Yeni Keynesyen olarak tanımlanan bir ekibin getirilmesi, kapitalizmin kriz tehdidi altında rasyonel çözümler üreteceği beklentilerini kışkırtıyor.
Bu tartışmaların solda da heyecanlı karşılıkları oluşuyor. Neoliberal saldırılar karşısında başarılı bir muhalefet pratiği sergileyememiş Türkiye solunda hem ulusalcı tonlu “eskiye dönüş” özlemleri, hem de liberal tonlu “yeniye uyum” hevesleri canlanıyor. Hem eski “kalkınmacı” devlete dönüş hayalini gören sol kesimler, hem de STK’cı sosyal politikalarla neoliberalizmin vicdanının yaratılmasını temel görev belleyenler “bizim zamanımız geliyor” heyecanı içindeler.
Oysa “Keynesçiliğin reenkarnasyonu” tartışmalarına neden olan gelişmelerin merkezinde, (FED) başta olmak üzere, dünya merkez bankalarının likidite sıkışıklığı yaşayan piyasalara para enjekte etmesi, faiz oranlarını düşürmesi ve İngiltere’de olduğu gibi müflis finans devi Northern Rock’ın hükümet kaynaklarıyla kurtarılması bulunuyor. Emeğin yeniden üretimine yönelik kamu harcamaları söz konusu olduğunda” küçüğünün makbul olduğu” söylenegelen devlet, zor duruma düşen mali fonları güçlü kolları arasına alıyor. Peki, spekülatif mali fonların emekçilerce ödenen vergilerle desteklenmesinin emeğe ne faydası var? Daha da ötesi, Keynesyen yaklaşımların “emek yanlısı” olarak kodlanması ne kadar doğru?
“Üretim sermayesinin karlarını destekleyen aktif devlet müdahaleciliği” olarak özetlenebilecek Keynesçi yaklaşımların, “sosyal devlet/refah devleti” biçiminde cisimleşmesi 2.Dünya Savaşı sonrasındaki soğuk savaş konjonktürüne, yani sistemin “sosyalizm korkusuna” özgüdür. Devrimi görmeyen kapitalizm reforma asla razı olmamaktadır. Bu yüzden, “üretim sermayesinin karlarını destekleyen aktif devlet müdahaleciliği”nin en çarpıcı örnekleri için 2. Dünya Savaşı’nın sonrasına değil , “Keynesçilik biçimlerinin en Keynesçisi” olan savaşa ve Nazi Almanyası’na bakmak daha doğrudur. Peki ya, devletin ekonomiye müdahalesi her zaman emek dostu mudur? Yanıtı Keynes’e bırakalım: “Ekonominin aşırı kapitalizasyonunda, savaş çok kârlı ve verimli bir ekonomik kaynaktır”. Savaşlar, devletin ekonomiye en etkin müdahalesidir. Lenin daha 1917’de emperyalizmin zamanla tekelci kapitalizmden tekelci devlet kapitalizmine dönüşeceğini ve devletlerin büyük askeri güçlerinin emperyalizm çağındaki işlevini, bu eğilimi görerek tespit etmişti. Askeri harcamalar, savaş tehditleriyle yükseltilen petrol fiyatları ve bu sayede yaratılan likidite bolluğu Keynes’in hayaletinin zaten aramızda dolaştığı hissini uyandırmıyor mu?
Aslında Keynes’in hayaleti on senedir daha fazla görünmeye başladı. Küresel kapitalizmin bunalımını çözme yeteneğini yitiren malileşme süreci, sorunun kaynağı haline geldikçe devlet daha bir şevkle göreve çağırılıyor. Ama “kurtar bizi” çığlıklarıyla… İşin teorisine bakarsak, neoliberalizmin ilk dalgasına hakim olan ve Washington Uzlaşması ile simgeleşen kuralsızlaştırma paradigması yerini mevcut sermaye birikiminin sorunları doğrultusunda kuralların yeniden belirlenmesini vurgulayan “düzenleyici” devlete, yani PostWashington yaklaşımlarına bırakıyor. Ancak bu düzenlemeler bırakın refah devletini yeniden oluşturmayı, “sermayenin üretken temelini güçlendirmek” adına emeğin boğazına daha sıkı çöreklenmekten, bunun için küresel ölçekte devletin şiddet aygıtlarını da kullanmaktan başka bir yol öngörmüyor. Neoliberalizmin kronik istikrarsızlığı “otoriter devletçilik” ile stabilize edilmeye çalışılıyor.
Şimdi bu dönüşüme bakıp, içinde devlet müdahalesi görünce Keynesyen diye tanımlayıp, bir de buradan işçi sınıfı hayrına reformcu dönüşümler beklentisi yaratırsanız bir dönemin gerçek kahramanlarını gizlemiş olursunuz. 21. yüzyılda sahte reform hayallerinin peşine takılmayı, ulusalcı veya liberal kaykılmaları meşrulaştırmak için 20. yüzyıl devrimlerinin anlamını bulanıklaştırmaya hakkımız yok…