Uruguay diktatörü Juan Maria Bordaberry bu sene yargılandı. Şili’de tutuklanan Peru diktatörü Alberto Fujimori geçtiğimiz haftalarda ülkesine iade edildi, hâlâ cezaevinde. Arjantin’dekiler uzun zaman önce yargılanmış, sonra aftan yararlanmışlardı. Af iptâl edildi. Şili’de ordunun bir numarası Juan Emilio Cheyre geçen sene emekliliğinden önce yaptığı bir açıklamada ordunun hatalarını kabul etmişti. Brezilya’da diktatörlük kurbanları bu sene […]
Uruguay diktatörü Juan Maria Bordaberry bu sene yargılandı. Şili’de tutuklanan Peru diktatörü Alberto Fujimori geçtiğimiz haftalarda ülkesine iade edildi, hâlâ cezaevinde. Arjantin’dekiler uzun zaman önce yargılanmış, sonra aftan yararlanmışlardı. Af iptâl edildi.
Şili’de ordunun bir numarası Juan Emilio Cheyre geçen sene emekliliğinden önce yaptığı bir açıklamada ordunun hatalarını kabul etmişti. Brezilya’da diktatörlük kurbanları bu sene resmen anıldı, Ekvador’da “Gerçek Komisyonu” oluşturuldu. Bolivya’nın eski başkanı Sanchez de Lozada kaçtı, iadesi isteniyor.
Latin Amerika, o yaygın deyişle “geçmişiyle hesaplaşıyor”. Ama bu hesaplaşmanın “muhaliflerin öldürülmesi”yle sınırlı tutulduğu da sanılmasın. Örneğin Arjantin’de “diktatörlük ekonomisi” de gündeme getirililiyor artık.
Bu kavramı bizzat ordu komutanı Roberto Bendini de kullanmıştı. Plaza de Mayo Nineleri’nin başkanı Estela de Carlotto, “askeri-sivil diktatörlük” demeyi öneriyor. Çünkü yalnızca “askeri diktatörlük” dendiğinde, iş dünyasının ortaklığı ve ekonomik boyut gölgede kalıyor…
Gelelim Türkiye’ye… Türkiye’de doksanlı yılların ikinci yarısına “özelleştirmeler” damga vurmuştu. Şeffaflık ve demokrasi ilkelerinin ihlâl edildiği o sürecin, “silahların gölgesinde” yaşandığı da sır değildi.
Özelleştirmelerin doğrudan muhatabı olan kamu çalışanları siyasal partilere üye olamıyor, sendikal haklardan eksiksiz olarak yararlanamıyorlardı.
Özelleştirme karşıtı sol partiler çok güç koşullarda çalışıyorlardı. Afişler yasaklanıyor, partiler kapatılıyordu.
Cezaevlerinde binlerce politik tutsak vardı. Kirli savaş doruk noktasındaydı.
Hükümete yandaş medya, taraflı yayın yapıyordu. Medya çalışanları sendikalı değildi.
Sol eylemlere polis saldırıyor, neredeyse her gösteride birileri gözaltına alınıyordu.
Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğu söylenemezdi. Özelleştirme karşıtı eylemlere katılanlar devlet terörizminin doğrudan mağduru oluyorlardı.
Eğitimde özelleştirmeye karşı çıkan öğrenciler, düşüncelerini ifade etmeye çalıştıkları eylemlerde polis terörünü göğüslemek zorundaydılar. Paralı hâle getirilmek istenen üniversitelerin yönetiminde öğrenci temsilcileri bulunmuyorlardı. Rektörlerin demokratik seçimlerle belirlenmediği de açıktı.
Özelleştirmeleri farklı gerekçelerle destekleyen, ancak kendilerini “liberal ve demokrat” olarak tanımlayanlardan şöyle bir dürüstlük beklerdik açıkçası: “evet, ben özelleştirmeleri savunuyorum, ancak sendikaların özgürce çalışamadıkları, özelleştirme karşıtlarına polis saldırılarının yaşandığı, iki tarafın fikirlerinin dobra dobra tartışılamadığı bu koşullarda verilecek kararların demokrasiye aykırı olacağına inanıyorum”.
Ama olmadı… böyle bir açıklama dahi yapılmadı.
Tansu Çiller dönemindeki özelleştirmelerin üzerinden geçen bunca yıldan sonra, gerçekleri ortaya çıkarma vakti gelmiş olsa gerek… İşin yolsuzluk, usûlsüzlük kısımları bir yana, dönemin başbakanı, içişleri bakanı, valileri ve emniyet müdürleri tarafından verilen emirler gözden geçirilmeli; tanıklar dinlenmeli; kamu emekçilerine saldıran polisler yargılanmalı; mağdurların zararı tazmin edilmelidir.
Başta Ufuk Uras olmak üzere TBMM’deki sol temsilcilerden bek lentimiz, konuyu bir an önce gündeme almalarıdır.