Gün boyunca hayatın akışı her günkü gibiydi; gece de sakin geçmişti. Sabahın ilk saatlerinde Lübnan’ın kuzeyinde büyükçe bir kent olan Trablus’ta yaşayanlar küçük bir grup ile Lübnan Güvenlik Kuvvetleri arasındaki bir kavgaya uyandı. Birkaç saat içinde çatışma farklı bir kimliğe büründü. Çatışma birden bire, Nahr el Berid Filistin mülteci kampından çıkan Sünni İslamcı radikal bir […]
Gün boyunca hayatın akışı her günkü gibiydi; gece de sakin geçmişti. Sabahın ilk saatlerinde Lübnan’ın kuzeyinde büyükçe bir kent olan Trablus’ta yaşayanlar küçük bir grup ile Lübnan Güvenlik Kuvvetleri arasındaki bir kavgaya uyandı. Birkaç saat içinde çatışma farklı bir kimliğe büründü. Çatışma birden bire, Nahr el Berid Filistin mülteci kampından çıkan Sünni İslamcı radikal bir grup olan “Fetih el-İslam” ile Lübnan ordusu arasındaki bir savaşa dönüştü.
Tüm medya bu çatışmadan bahsetmeye ve söz konusu olayın sadece küçük bir grubun işi olduğu söylemeye, çatışmanın ancak birkaç gün süreceğine yönelik haberler yapmaya başladı. Çatışma ise yaklaşık üç ay sürdü!
El Kaide çatışmaya giren grupla ilgili bir açıklamada bulunmamasına rağmen Lübnan ordusu yaptığı resmi açıklamada grubun El Kaide’nin parçası olduğunu iddia etti.
Çatışma başladığı gibi bitti. 24 saatten kısa bir zaman diliminde Nahr El Berid hikayesi kapanmıştı ve “Fetih El İslam”ın lideri Şakir El Absi’nin ortadan kaybolması ile ilgili yeni bir hikaye ortaya atılmıştı.
Nahr El Berid’deki çatışma, bölgesel ve uluslararası seviyede “terörizm” kuruntusu ile “Teröre Karşı Savaş” sloganı ortaya atıldığında da vardı ve kuruntu varlığını hala devam ettiriyor. Lübnan ordusunun yeterince silaha sahip olmadığı, Lübnan yönetimi, bölgesel ve uluslararası yönetimler tarafından bilindiği halde ABD Lübnan ordusuna bu çatışmada hiçbir destek sunmadı. Lübnan ordu görevlilerinin verdiği bilgiye göre, destek veren tek ülke Suriye oldu.
Çatışma şimdiye kadar cevaplanamayan, özellikle de Lübnan yönetimi tarafından cevaplanamayan bir dizi soruyu ardında bırakarak başladığı gibi bitti. Bu sorulardan birkaçı şunlardı:
1-Güvenlik güçleri gruba saldırmadan önce orduya haber vermemişti ama grup misilleme olarak orduya saldırdı. Güvenlik güçlerinin resmi açıklamasında, saldırdıkları grubun Fetih El İslam’ın parçası olduğunu bilmedikleri söyleniyor. Garip! Aynı kaynak başka bir açıklamasında, Kuzey bölgeden sorumlu ordu komutanına ulaşmaya ve bu operasyondan kendisini haberdar etmeye çalıştıklarını ama telefonunun kapalı olduğunu söylemişti! Bu da bir başka tuhaf mazeret.
Bu bilgiler ışığında sorulacak soru, siyasi kademede güvenlik güçlerine emri kimin verdiği sorusudur. Ve tabii ordunun neden bu operasyondan haberdar edilmediği sorusu…
2-Çatışma yaklaşık üç ay kadar sürdü ve Fetih El İslam’ın elinde çok karmaşık, güçlü silahlar ile iyi eğitim görmüş savaşçılar olduğu göze çarpıyordu. Bu demek oluyor ki bunlar Nahr El-Berid’e Mars’tan gelmediler. Uzun zamandır orada olmalılar. Bu da bizi başka bir soruya yöneltiyor: Lübnan istihbarat örgütlerinin Fetih El-İslam hakkında bilgisi var mıydı ve onları eğitenleri ya da bu örgütlenmeyi durdurmak için herhangi bir şey yapmadılar mı? Onları destekleyen kimlerdi?
Kısacası Nahr El Berid’de olup bitenler tuhaf ve şimdiye kadar olanlar hakkında net bir açıklama yapılmadı. Bu tuhaf olay Lübnan’da devlet başkanlığı seçimleri arifesinde gerçekleşti. İsrail’in Lübnan’a son saldırısından, yani Temmuz 2006’dan bu yana Lübnan’da ciddi siyasi krizler yaşanıyor. İsrail saldırılarının ana hedefi, Hizbullah tarafından kaçırılmış olan İsrail askerlerinin serbest bırakılmasını ve Hizbullah’ı silahsızlandırmayı sağlamaktı. “Yeni Ortadoğu”yu kurmak için yeni bir adım daha atılmıştı ama savaş başarısızlıkla sonuçlandı. Bunun üzerine ABD, Lübnan Devlet Başkanı’nı seçmek için 14 Mart Grubu’na siyasi kademede sınırsız destek verme yolunu seçti.
Lübnan’ın şimdiki Devlet Başkanı Emil Lahud, “Yeni Ortadoğu” projesine karşı duran direnişe destek veriyor. Direniş Suriye ve İran tarafından da destekleniyor. Lahud’un başkanlık dönemi 1 ay kadar sonra sona erecek ve yeni bir devlet başkanı seçilecek.
14 Mart Grubu kendi destekçilerinden yana bir başkan istiyor, ABD’nin Ortadoğu projesini devam ettirecek, Suriye’yi tedirgin edecek, Hizbullah’ı silahsızlandıracak ve böylece İran’ın bölgede söz sahibi konumunu kaybetmesini sağlayacak bir başkan istiyorlar. Bu üç unsur; Suriye’ye tehditkar bir tavır takınmak, Hizbullah’ı silahsızlandırmak ve İran’ın bölgedeki gücünü zayıflatma Amerikan projesinin parçalarıdır.
ABD projesi, çok kolaylıkla uygulanabilir ve Siyonist devletin güvenliğini teminat altına alabilir, Irak’ta suların durulmasını sağlayabilir çünkü bu sayede Suriye ve İran daha zayıf ülkeler durumuna gelecektir.
Diğer yandan 8 Mart Grubu, seçilecek başkanın kendi taraftarı olmasını ve bu projenin gerçekleşmesine engel olmasını istiyor. ABD ve yandaşları bu devletlerle, Suriye ve İran’la bir pazarlık yapmaya karar vermişse seçilecek başkan 8 Mart grubu taraftarı olacaktır. Pazarlıktaki en önemli nokta Suriye ve İran’ın Irak’taki direnişi desteklemeyi kesmeleri ve Siyonist devlete gözdağı veren Lübnan direnişinin son bulması talebi olacaktır. Bu şekilde ABD Lübnan’ın boyun eğmesini sağlayıp Amerikan siyasetinin ihtiyacı olan barışı sağlayarak Irak’ta huzura kavuşacaktır.
Görüşmeler iç savaşla sonuçlanırsa, bu savaş yine Lübnan’da çıkacaktır çünkü Amerikalılar direniş güçlerinin yeni devlet başkanını seçmesine izin vermeyecektir. Ama iç savaşın sadece Lübnan’da olup biteceğini düşünmemek gerek. Eğer savaş başlarsa bu, bölgedeki en tehlikeli emperyalist savaşlardan birisi olacaktır. Nasıl mı? ABD ve yandaşları tarafından temsil edilen emperyalist güçler, İran’a ya da Suriye’ye saldıracaktır. Peki ama nende bu iki ülke hedefte durmaktadır?
ABD İran’ı nükleer silah çalışmaları yapmakla suçluyor ve emperyalist güçlerin bakış açısından doğru biçimde, bunun dünya barışını tehdit ettiğini söylüyor. Bu yüzden, bu silahları geliştirmesine engel olunması gerektiğini ileri sürüyor ve bunun için de askeri harekatın en iyi çözüm olduğunu söylüyor. Bu harekat, tüm Körfez ülkelerindeki barışı tehdit edecek ve uluslararası ölçekte bir petrol krizine neden olacaktır. Bu iki sonucun da emperyalist güçlerin pek işine gelmeyeceği açıktır.
Bu olumsuzluğu ortadan kaldırmak için “Suriye’ye saldıralım”, diyeceklerdir. Suriye’ye saldırı, yeni emperyalist senaryonun ta kendisidir.
Eylül ayı içinde gerçekleşen İsrail hava saldırısının kod adı “Orchard”dı. New York Times, hava saldırısının hedefinin Kuzey Koreli teknisyenlerle işbirliği içerisinde geliştirildiği iddia edilen nükleer bir çalışma sahası olduğunu yazdı. Başka kaynaklar saldırıda Hizbullah’a ait bir konvoyun, bir başkası bir roket tesisinin ya da bir “terörist” kampın bombalandığını yazdılar.
Türk Silahlı Kuvvetleri kaynakları İsrail jetlerinin I 151 sınıfı jetler -İsrail’in yeni nesil uzun menzilli bombardıman jetleri, ki bunlar tam donanımlı oldukları halde 2000 km’lik bir menzile sahiptir – olduğunu söyledi. Bu, İran’daki hedefleri vurabilmeleri anlamına geliyor ve Observer gazetesinden Peter Beaumant bu durumun Tahran’daki nükleer tesislere düzenlenmesi planlanan bir saldırının denemesi olduğu yönünde spekülasyonlara yol açtığını belirtiyor.
Hava saldırısında İsrail’in maverik roketleri ve 500 1b bombaları yüklü ultra modern F15 ve F16’larının da bulunduğu sekiz uçak kullanıldı.
Saldırıda yer almış hava mürettebatından bir kişiyle konuşan bir gizli servis uzmanının Washington Post’ta yer alan yorumuna göre saldırının hedefi olarak Kuzey Suriye’de Fırat nehri
üzerinde, Türkiye sınırına yakın bir bölgedeki zirai araştırma merkezi olarak bilinen bir tesis olduğu pilotlara havadayken bildirilmişti.
Verilen mesaj ne olursa olsun çıkarları tam olarak karşılanmadığı anda emperyalist güçlerin savaşmaya hazır olduğu ve seçilecek yeni Lübnan devlet başkanı vasıtasıyla bu çıkarların bir kısmının yeterince tatmin edileceği açıktır. Lübnan’da yeni devlet başkanının seçilmesi olgusunun önemi buradan gelmektedir.
*Lübnan Komünist Partisi dış ilişkiler temsilcisi Ahmad Dırki tarafından Sendika.Org için İngilizce olarak kaleme alınan bu yazı, Melike Işık tarafından Türkçeleştirildi.