Haftalardır televizyonlarda şirin bir reklam filmi dönüyor. Önce pırıl pırıl, tertemiz bir okulun, 20 kişilik bir sınıfında, her biri ayrı ayrı sıralara oturan, pırıl pırıl kıyafetli, yüzlerinden sağlık fışkıran çocuklar soruyorlar Ayşe’ye: “Kardelen Ayşe Kardelen Ayşe… N’apıyorsun bize söyle” Ayşe yanıt veriyor pırıl pırıl, umut dolu gözlerlerle: “Hayalimi yazıyorum, öğretmen olmak istiyorum” Ve 7 yıl […]
Haftalardır televizyonlarda şirin bir reklam filmi dönüyor. Önce pırıl pırıl, tertemiz bir okulun, 20 kişilik bir sınıfında, her biri ayrı ayrı sıralara oturan, pırıl pırıl kıyafetli, yüzlerinden sağlık fışkıran çocuklar soruyorlar Ayşe’ye:
“Kardelen Ayşe Kardelen Ayşe… N’apıyorsun bize söyle”
Ayşe yanıt veriyor pırıl pırıl, umut dolu gözlerlerle:
“Hayalimi yazıyorum, öğretmen olmak istiyorum”
Ve 7 yıl sonra yine pırıl pırıl tertemiz bir okulun 20 kişilik bir sınıfında, yine her biri ayrı ayrı sıralara oturan, pırıl pırıl kıyafetli, yüzlerinden sağlık fışkıran çocuklar aynı soruyu soruyorlar Ayşe’ye. Onun yanıtı, kimsenin duyarsız kalamayacağı bir umut öyküsünü anlatıyor basitçe:
“Bugün öğretmen oldum ben, sınıfımda kardelenler…”
Ve reklamın sonunda, Ayşe adını taktıkları Elif İmenç’i Turkcell’in okuttuğu izleyicinin gözüne sokularak, bu şirketin ne kadar da “sosyal sorumluluk” sahibi olduğunu gösteriliyor. Herkes farkında aslında; Türkiye’de böyle bir okul, Mardin’de böyle sağlıklı ve tiril tiril giydirilmiş çocuklar yoktur. Ama hikayenin büyüsü, “teknik ayrıntıları” kafamıza takmamamıza yol açar.
Ancak, sosyal sorumluluk sahibi Turkcell’in, “sosyal sermayesi”ni geliştirerek yaşamını kurtardığı Elif İmenç hakkında basında çıkan haberler, bu şirin reklam filminin büyüsünü bozuveriyor. Elif’in kadro alamayan on binlerce öğretmenden biri olduğu, Mardin’de bir okulda saati 5 milyona ücretli olarak çalıştığı, aylık gelirinin en fazla 300 YTL olduğu, sigortasının 15 günlük yatırıldığı, Sosyal Bilgiler öğretmeni olmasına rağmen kadro eksikliğinden İngilizce derslerine girdiği yazılıyor. Böylece “Amerikan rüyası” tipi bir başarı öyküsü, yerini neo-liberalizmin kâbus dolu gerçekliğine bırakıyor. Sermaye hayırseverliği kamusal hizmetlerin yerine ikame edilirken, “küçülen kamu”, Ayşeleri güvencesiz ve karın tokluğuna çalıştırıyor. Öyleyse kardelen bunun neresinde?
Bu sorunun yanıtını almak için bakacağımız yer Dünya Bankası’nın cin fikirli neo-liberal ideologlarının ve teknisyenlerinin hazırladığı “yoksullukla mücadele” programları. O programlar ki yoksulluğun en önemli sebebini “sosyal sermaye”nin gelişmemesine bağlarlar. “İnsanlar iş için yeterli niteliklere sahip değilse sermaye ne yapsın” fikrinin temelinde, güvencesiz koşullarda, sefalet ücretleriyle çalışan yoksul emekçilerin göz ardı edilmesi ve yoksulların, işsiz-güçsüz “hiçbir baltaya sap olamayan” marjinal kesimler olarak tanımlanması yatar; yani sorun önemsizleştirilir. Sorunu böyle tarif edince çözüm de kendiliğinden gelir: “Çaresiz yoksullar”, sosyal sermayelerini geliştirerek, emek piyasasının en vahşi koşullarında sermaye birikimi için daha fazla “artık” bırakmaya çağırılır. Bu plandan da çıksa çıksa “Kardelen Ayşe” değil, “Güvencesiz Ayşe” çıkar. “Ücretli Öğretmen Ayşe” de sermaye birikim sürecine tabi kılınan hizmetler piyasasının Güvencesiz Ayşesidir.
Peki, “Kardelen Ayşe” olmasa da, “Ücretli Öğretmen Ayşe” olmak hiç yoktan iyi değil midir?
Örneğin, mevsimlik tarım işçisi Dilan’dan, 15 gün bile sigortası yatmayan, 1 ay işsiz kalıp, 1 ay işsiz kalırsam diye dertlenen konfeksiyon işçisi Zeynep’ten, evden çıkmasına kocası izin vermediği için 6 çocuğu doyurmak adına atölyeden gelen kazaklara evde işleme yapan Fatma’dan daha iyi koşullarda değil midir Ayşe’nin durumu?
Evet belki daha az aşağılanır; toplumda saygınlığı biraz daha yüksek olabilir, örneğin şansı yaver giderse reklamlara bile çıkabilir. Ya da gönlüne bir sevda düştü diye namus cinayetine kurban gitme ihtimali biraz daha azalmıştır belki… Ama genel kural değişmez hiç: “Sosyal sorumluluk sahibi” şirketlerin yerel ve küresel iktidarları altında yaşayan tüm Ayşelerin yaşamlarının ortak keseni güvencesizlik, yani sürekli mutlak yoksulluk tehdidi altındaki bir yaşamdır. Bu yaşamda seçenekler, marjinalleştirme ve sefalet arasında salınmaktadır.
Böylesi bir dünyada reklam filmindeki şarkı dilden dile değişse de, tüm yoksul kadınların dillerinden aynı şarkılar dökülür aslında :
Kardelen Ayşe, Kardelen Ayşe! N’apıyorsun Bize Söyle:
“Güvencesiz Çalışıyorum, İnsanca yaşamak istiyorum”…