Yeni anayasa yapımına ilişkin tartışmaları fırsat bilen bir grup akademisyen, ekonominin de bir anayasası olması, ya da aynı anlama gelmek üzere, anayasaya ekonomi politikalarına ilişkin hükümler konması gerektiği hakkında kimi açıklamalarda bulundular. Bu açıklamalara göre; Maastricht Kriterleri anayasa hükmü olmalı, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı anayasal güvenceye kavuşturulmalı, vergi oranlarının alt ve üst sınırları anayasaya yazılmalı, vergi […]
Yeni anayasa yapımına ilişkin tartışmaları fırsat bilen bir grup akademisyen, ekonominin de bir anayasası olması, ya da aynı anlama gelmek üzere, anayasaya ekonomi politikalarına ilişkin hükümler konması gerektiği hakkında kimi açıklamalarda bulundular. Bu açıklamalara göre; Maastricht Kriterleri anayasa hükmü olmalı, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı anayasal güvenceye kavuşturulmalı, vergi oranlarının alt ve üst sınırları anayasaya yazılmalı, vergi alınabilecek konular anayasada yer almalı, sendikalar ve STK’lar anayasa yargısına başvurabilmeli, para arzını artırma yetkisine anayasal kısıtlama getirilmeli, bütçede önce gelirler sonra harcamalar tespit edilmeli ve ekonomik haklarla ekonomik özgürlükler arasında ayrıma gidilmeliydi.
Emek örgütlerinin hazırlanmakta olan anayasanın sosyal boyutunun eksikliğine dikkat çekmelerine paralel olarak, bu açıklamaların devletin sosyal niteliğinin güçlendirilmesine vurgu yaptığı ve emek lehine bir tutumu yansıttığı düşünülüyor olabilir. Oysa, tam tersine ekonomi anayasası talebi, ilhamını, Fransız düşünür Pierre Bourdieu’nün “bu felsefe sürekli artarak zenginlik yaratılmasından ve bu zenginliğin ayrıcalıklı bir azınlığın elinde muhafaza edilmesinden başka bir şey bilmez ve tanımaz; ve böylece karın ençoklaştırılmasının önündeki her türlü engele karşı, çevrenin yok edilmesi ve insanların kurban edilmesi de dâhil olmak üzere, her yolu kullanarak savaş açar” şeklinde tanımlandığı neoliberalizmden alır.
Küresel kapitalizmin 1970’li yıllarda yaşadığı krize bir yanıt arayışı olarak gündeme gelen neoliberalizmin, devletin ekonomi üzerindeki etkinliğini olabildiğince daraltmak olduğunu biliyoruz. Böylelikle, ekonomi, sağlıklı bir şekilde işleyebilecek ve bu bütün toplumsal kesimlerin yararına olacaktır. Neoliberalizm, devletin küçültülmesi için kamu kesiminin elindeki varlıkların sermayeye devrini yani özelleştirmeyi, deregülasyonu yani kuralsızlaştırmayı, kamu bütçelerindeki harcama kalemlerinin küçültülmesini, vergi oranlarının düşürülmesini ve bağımsız bir merkez bankasının mevcudiyetini öngörür. İdeolojik arka planda ise, ekonominin siyasetten bağımsız teknokratik bir karar alma sürecine indirgenmesi ve böylelikle politik bir mücadelenin yani sınıf mücadelesinin bir düzeyi olmaktan çıkarılması yer alır.
Anayasal iktisat, neoliberalizmin devletin küçültülmesi ve siyaset ile ekonominin ayrıştırılması taleplerine teorik temeller bulmak için ortaya çıkmış akımlardan biridir ve kurucusu olan James Buchanan’ın, 1986 yılında Nobel’le mükâfatlandırılmasına vesile olmuştur. Anayasal iktisat, ilk bakışta gayet “masum” olan bir talebi dillendirir. Nasıl ki, liberal demokrasinin gelişimiyle birlikte, birey hak ve özgürlüklerinin güvenceye alınması için devlet müdahalelerine bir sınırlama getirilmişse, benzer bir sınırlama ekonomi alanında da olmalı ve devletin ekonomiye yapabileceği müdahalelerin sınırı anayasal kurallar çerçevesinde belirlenmelidir. Devletin küçültülmesi ve müdahalelerinin sınırlandırılması talebi, liberal sözleşme kuramına atıfta bulunan bir özgürlük söylemiyle taçlandırılır. Bu özellikleri haiz kılınmış bir devlet, bireysel özgürlüğün garantiye alındığı güçlü bir demokrasi anlamına gelecektir.
Oysa bu masum talebin ve özgürlükçü söylemin arkasında kapitalizmin bekasından duyulan kaygı bulunur. Anayasaya, iktisat politikalarının sınırlarını çizecek hükümler koymak demek, iktidara hangi parti gelirse gelsin, benzer iktisat politikalarının uygulanacağı anlamına gelir. Sadece bu da değil, devlet müdahalesini daraltan anayasal hükümler, kamu harcamalarının da sınırını çizdiği için yeni sosyal politikaların geliştirilmesini imkânsız hale getirir. Sendikaların ve emek örgütlerinin taleplerine, anayasal hükümler gerekçe gösterilerek yanıt verilmemesi olanaklı kılınır. Vergilemenin çerçevesi ve miktarı anayasayla belirlendiği için, örneğin emekçilerin emek üzerindeki vergi yükünün azaltılması ve sermayeye yeni vergiler yüklenmesi yönündeki mücadelelerine daha güçlü bir direnç gösterilebilir, ne de olsa anayasal hükümleri değiştirmek, kanunları değiştirmekten her zaman daha zor olacaktır. Zaten yürürlükte olan merkez bankasının bağımsızlığı ise kamu finansmanındaki açıkların iç ve dış borçlanmaya gidilerek kapatılmasına yol açar ki bu, sermayeye risksiz ve garantili kaynak aktarımı anlamına gelir.
Yeni anayasa tartışmasının yoğunlaştığı şu günlerde, tartışmanın laiklik ve türbana odaklanmış olmasının bir tür körleştirici etkisinin olduğunu söyleyebiliriz. Bu odaklanma, anayasanın piyasacı niteliğini mesele edinmemizin ve ona karşı emek eksenli bir strateji geliştirmemizin önündeki en büyük engeldir. Sol açısından, anayasa tartışmalarının bu minvalden acilen çıkarılması ve emek-sermaye çelişkisinin belirleyiciliğinde kamuoyu gündemine taşınması bir zorunluluktur. Avrupa halklarının, AB Anayasası’nı reddetmelerinin egemenler nezdinde yarattığı şok etkisi akla getirildiğinde, yalnızca 82 Anayasası’nın lağvedilmesi ile yetinen ve dolayısıyla da AKP’nin yanında saf tutan edilgen bir tutum en büyük hata olacaktır. Emek güçlerinin, askerlerin ve liberallerin anayasasının dışında, sahiden alternatif bir anayasanın yapılması için mücadele etmesi gerektiği aşikârdır.