Başımız çok kalabalık olduğundan, belki pek farkında değiliz ama, bu arada Avrupa’da ilginç gelişmeler var. Irak savaşından sonra, “eski” – “yeni” Avrupa ayrımıyla, anayasanın referandumlarda reddedilmesiyle, Polonya’nın Avrupa-Rusya ilişkilerine sürekli çomak sokmasıyla oluşan “tıkanıklık” açılmaya başladı. ‘Anayasa’ sorunu aşıldı Üye devletlerin ulusal yasaları karşısında bağlayıcı bir güce sahip, neoliberal ekonomi yönetimini yasalaştırmayı, birliği ekonomik ve […]
Başımız çok kalabalık olduğundan, belki pek farkında değiliz ama, bu arada Avrupa’da ilginç gelişmeler var. Irak savaşından sonra, “eski” – “yeni” Avrupa ayrımıyla, anayasanın referandumlarda reddedilmesiyle, Polonya’nın Avrupa-Rusya ilişkilerine sürekli çomak sokmasıyla oluşan “tıkanıklık” açılmaya başladı.
‘Anayasa’ sorunu aşıldı
Üye devletlerin ulusal yasaları karşısında bağlayıcı bir güce sahip, neoliberal ekonomi yönetimini yasalaştırmayı, birliği ekonomik ve siyasi yönde derinleştirmeyi ve hızlandırmayı amaçlayan anayasa, AB sürecinin en önemli eşiğiydi. 1983’te kurulduktan sonra tüm AB komisyonlarına egemen olan Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası (ERT) AB sürecini ve anayasayı, neoliberal bir hegemonya projesi olarak yönetiyor, onaylanması için büyük çaba gösteriyordu. Ancak, 18 ülkeden 4.5 milyon işçi çalıştıran, yıllık 1.6 milyar Avro cirolu 42 dev şirketin temsilcilerinin oluşturduğu ERT’nin medya üzerindeki etkisi, toplumsal desteği, işçilerin, köylülerin, ulusal düzeyde çalışan küçük, orta ölçekli sanayici ve işadamlarının muhalefetini aşmaya yetmedi. 2005 yılında, anayasa, Fransa ve Hollanda referandumlarında reddedildi. Kamuoyu yoklamaları bu sonucun diğer ülkelerde de tekrarlanacağını gös terince süreç tıkandı.
O zaman, bizim de aktardığımız gibi, ikili bir çözüm gündeme geldi. “İktidar Brüksel’den alınıp üye ülkelere veriliyor” , söylemiyle neoliberal reformları uygulama ve ilerletme görevi, AB ağır toplarına direnme şansı olmayan ulusal hükümetlere devredildi. Böylece ERT projesi uygulanacak ama AB süreci, Brüksel vatandaşlarının nefret nesnesi olmaktan kurtulacaktı. İkincisi, anayasanın içindekiler, referandum gerektirmeyen, hükümetlere tek tek kabul ettirilebilecek, mecliste oylanarak uygulamaya konulabilecek sıradan bir anlaşma biçiminde yeniden gündeme gelecekti.
Ekim’in 18’inde Lizbon’da, AB üyesi ülkelerin liderleri tarafından son derecede karmaşık, her aşamada öteki anlaşmaların maddelerine gönderme yapan, ancak en “kaşarlanmış” EU bürokratlarının anlayacağı dilde hazırlanarak benimsenen anlaşmanın, anayasayı arka kapıdan içeri sokma görevini başardığı söylenebilir.
O kadar ki, AB Anayasa taslağının başmimarı Valéry Giscard D’Estaing , gelişmeyi Le Monde ‘a değerlendirirken, “Alet çantasının içindeki aletler tümüyle aynı, yalnızca yerleri değişti; çanta da eski bir model kullanılarak üç gizli bölmeyle içindekini saklayacak biçimde yeniden dekore edildi” (26/10) diyecekti.
Lizbon anlaşması, AB oy verme sistemini basitleştirerek, üyelerin nüfus büyüklüklerini yansıtacak biçimde düzenliyor. 2014-2017 arasında devreye girecek olan değişikliklere göre Bakanlar Konseyi’ndeki kararlar, üyelerin yüzde 55’i ve Birliğin toplam nüfusunun yüzde 65’ini temsil eden bir çoğunlukla kabul edilecek. Halen oybirliği prensibi uygulanan, göçmenlik ceza yasası gibi birçok önemli alanda, oyçokluğu uygulamasına geçiliyor. Avrupa Mahkemesi de büyük yetkiler elde ediyor. Ulusal veto haklarından vazgeçme karşılığında İngiltere ve İrlanda, bazı uygulamalardan muafiyet talep edebilecekler.
Anlaşma, üye ülkelerin liderlerini temsil edecek bir Başkanlık kurumu ve halen dışişlerine bakan iki görevi birleştirerek bir dışişleri sorumlusu yaratıyor. Anlaşma Temel Haklar beratına da yasal bir güç kazandırıyor. Böylece The Economist ‘in deyimiyle Lizbon Anlaşması, hep birlikte aynı konularla uğraşacak, bir üçüz (Konsey Başkanı, Komisyon Başkanı ve dışişleri sorumlusu) doğurmuş, iddiaya göre karar sürecini karmaşıklaştırmış oluyor (25/10). Yine de, anayasa sorununun şimdi, büyük ölçüde aşılmış olduğu söylenebilir.
Daha etkin bir AB
Birlik süreci aksarken, AB’yi uluslararası gelişmeleri etkileme kapasitesinde de, Irak savaşından bu yana önemli tıkanıklıklar yaşanıyordu. AB, ABD yanlısı Doğu Avrupa ülkelerinin, Rumsfeld ‘in deyimiyle “yeni Avrupa’nın” , İtalya, İspanya’nın yanı sıra savaşı desteklemesiyle, tüm dünyanın gözünde, iktidarsız bir “merkez” konumuna düşmüştü.
AB, bu süreci İspanya ve İtalya’da liderliklerin değişmesiyle büyük ölçüde aştı. Ancak, Polonya, hem anayasa sürecinde ulusal çıkar, hem de AB-Rusya ilişkilerindeki gelişmelerde Rusya düşmanlığı bağlamında, engeller koyarak, tarihsel Almanya düşmanlığını sürdürerek sorun çıkarıyordu. Polonya AB enerji tedariki politikalarında, Rusya karşıtı tavır sergileyerek, ABD’nin füze kalkanı ünitelerini topraklarına koymasına izin vererek, AB-Rusya ilişkilerini, yakınlaşma fırsatlarını adeta sabote ediyordu.
Geçen hafta sonuçlanan Polonya genel seçimleri, Polonya sorununun da aşılmakta olduğunu gösteriyor. İktidardaki, muhafazakâr milliyetçi, Kazyinski ikizlerinin yönetiminde Hak ve Adalet Partisi karşısında seçimleri kazanan Sivil Platform partisi, hem iş çevrelerine hem de Avrupa projesine çok daha yakın. Le Monde ve The Economist , partinin lideri Donald Tusk ‘ın Rusya ile ilişkileri düzeltmeye öncelik vereceğini, AB sürecinde çok daha uyumlu bir tutum alacağını, Irak’tan çekilmek istediğini, füze kalkanı projesine çok sıcak bakmadığını aktarıyorlar. ABD yanlısı muhafazakâr The Daily Telegraph (İngiliz) ise, Tusk’ın, füze kalkanını engelleyerek ABD-AB ortak savunma sürecine büyük zarar vermesinden korktuğunu yazıyordu.
Avrupa’nın uluslararası etkinliğini arttırmaya yardımcı olacak bir diğer gelişme, Avrupa Uluslararası İlişkiler Konseyi’ nin (ECRF) kurulmasıydı. Kuruluşu, Avrupa Birliği “derin diplomasi” kadrolarından, eski Finlandiya Başkanı, Kriz Yönetme İnisiyatifi ‘nin kurucusu, Güney Afrika Hakikat ve Barışma Komisyonu üyesi, eski BM Kosova temsilcisi ve daha birçok uluslararası barış sürecinde belirleyici düzeyde yer almış Martti Ahtisaari ve eski Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer ‘in imzaladıkları bir yazıyla Financial Times ‘da kamuoyuna duyurulan ECFR ‘nin amacı, Avrupa’nın uluslararası alanda daha etkin olmasını sağlamak. Berlin, Londra, Madrid, Paris, Roma, Varşova ve Sofya ‘da şubeleri olan ECFR’nin başına, İngiltere’nin AB yanlısı dış politika entelektüellerinden Mark Leonard getirildi. Londra’daki Avrupa Reformu Merkezi ve Dış Politika Merkezi kuruluşlarının başkanlığını yapmış olan Leonard’ı, benim de aktardığım, Why Europe Will Run the 21st Century (Neden 21. Yüzyılı Avrupa Yönetecek) kitabından tanıyoruz.
ECFR’nin ilk girişimlerinden birinin Gallup kamuoyu araştırması şirketine, 52 ülkeden, 57 bin kişinin katıldığı bir araştırma yaptırarak, dünya vatandaşlarının; ABD gibi “etobur”, “sert güce” dayalı merkezlere değil, AB gibi “otobur”, “yumuşak güce” dayalı merkezlere daha olumlu baktığını sergilemesi de çok anlamlıydı. Mark Leonard kitabında AB tarzı liderliğin dünyada giderek daha çok kabul gördüğünü savunurken, Ahtisaari ve Fischer de yazılarında, “ Angela Merkel ‘in iklim değişikliği alanındaki liderliği, Prodi ‘nin Lübnan’ı stabilize etme çabaları, Brown ‘ın yoksul ülkelerin borçlarının tasfiyesi inisiyatifi, Sarkozy ‘nin İran’a karşı güçlü demeçleri” daha etkin bir dış politika liderliğinin şekillenmekte olduğuna işaret ediyorlardı. Leonard’ın kitabında da, AB; çok merkezli, ama eşgüdümlü ve çok esnek, bu anlamda rakipleri tarafından etkisizleştirilmesi çok güç bir iktidar yapısı, hegemo
nya bloku olarak tanımlanıyor.
Cumhuriyet