Avrasya ve Ortadoğu’da ilerleyen siyasal dengeler ve bu dengeler üzerinde başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist merkezlerin büyük Doğuya (Şark’a) yönelik stratejileri ile Doğu’nun asıl sahipleri arasındaki kavgalar derinleşiyor. Bu coğrafya, sınırları içinde varolan denizler, boğazlar, adalar ve çeşitli su kanallarının yanı sıra eski dünyayı yeni dünyaya bağlayan tarihi İpek Yolu ve çeşitli ticaret yolları […]
Avrasya ve Ortadoğu’da ilerleyen siyasal dengeler ve bu dengeler üzerinde başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist merkezlerin büyük Doğuya (Şark’a) yönelik stratejileri ile Doğu’nun asıl sahipleri arasındaki kavgalar derinleşiyor.
Bu coğrafya, sınırları içinde varolan denizler, boğazlar, adalar ve çeşitli su kanallarının yanı sıra eski dünyayı yeni dünyaya bağlayan tarihi İpek Yolu ve çeşitli ticaret yolları ile de dünyaya bağlamaktadır. Artı iştahları kabartan fosil enerji kaynaklarının yanı sıra, verimli topraklardan dünya pazarlarına aktarılan ve insanlığın ihtiyacı olan ipek, pamuk, buğday vs. gibi kaynakların önemli bir bölümü ise yine bu coğrafyada bulunmaktadır.
Bu vesileyle başta emperyalist merkezler olmak üzere herkes kendi cephesinden bölgedeki süreci kendi lehine çevirmenin taktikleri ve stratejilerini yerli yerine oturtturabilmek için siyasal dengeler üzerinde günlük oynamalarına devam ediyor.
Emperyalist Batı merkezlerinin Afganistan’ın işgalinden sonra, ABD ve İngiltere öncülüğünde Ortadoğu’nun stratejik merkezi olan Irak’ın işgal edilmesi ve kapitalizmin bekasının askeri koruyucu gücü olan NATO’nun Doğuya yerleştirilmesiyle birlikte, Batılı emperyalist merkezlerin Adriyatik’ten Çin’e uzanan alana (yani Doğu’ya) yönelik (kimi noktalarda ortaklaşan stratejilerinin yanı sıra) birbirlerinden ayrı oluşturmaya çalıştıkları çeşitli stratejiler, Avrasya ve Ortadoğu’da kendine yön ararken aralarındaki kavgaların hatları da gün geçtikçe kalınlaşıyor.
Avrasya coğrafyası birçok büyük medeniyetlere beşiklik etmiş olmanın yanı sıra, tarihi jeopolitik ve jeostratejik bir öneme de sahip; dünyayı yaşanmaz hale getirmek isteyen emperyalist güçler kendi egemenlikleri için yakın tarihimizin iki büyük savaşını Avrasya’ya sahip olmak için çıkardılar.
Geçen yüzyılda olduğu gibi, 21.yüzyılda da kapitalist-emperyalist sanayinin hayat damarları bu coğrafyada atmaktadır. Yani Avrasya, sahip olduğu değer ve konum, dinamik nüfusu ve bağrındaki önemli ekonomik, petrol ve doğalgaz zenginliği ile 21. Yüzyılın şekillenmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Avrasya’nın bağrındaki bu değerlerden dolayı, geleceğini bölgede gören ABD, AB ve diğer emperyalist güçlerin Avrasya’ya yönelik hayata geçirmek istedikleri stratejiler doğrultusunda bölge çok yönlü saldırı altında.
Gelinen süreçte, Afganistan ve Irak’ın işgalinde ABD ile birlikte hareket eden İngiltere’nin de içinde bulunduğu AB, Avrasya’ya yönelik kendine has stratejisini belirlemeye çalışıyor. Bu anlamda Brüksel’de oluşturulan Avrasya’ya yönelik stratejik hedefleri AB’nin bir önceki dönem başkanı Almanya Başbakanı Angela Merkel tarafından şu şekilde ifade ediliyordu; “İnsanın dönüp bir kez bu coğrafyaya baktığında, Rusya’nın, Çin’in ve Avrupa Birliği’nin (AB) üçgen şekilde oluşturduğu bölge, AB için stratejik öneme sahip komşu bölgesidir” .
Avrupa Birliği’nin Avrasya’ya yönelik Almanya öncülüğünde oluşturduğu ve Brüksel stratejisi olarak kamuoyuna sızan stratejisi, bölgenin Avrupa için hayati öneme sahip olduğunun altı çizilerek, bazı konulara değinilmektedir;
“Orta Asya’da etkinliğini artıran Rusya, Çin, ABD ve Japonya’nın yanı sıra Avrupa Birliği’nin bu bölgede etkinliğinin artırılması için AB acele etmeli”
Avrasya topraklarında bulunan zengin enerji kaynaklarının Avrupa’nın enerji ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için “Rusya ile iyi komşuluk” ilişkilerinin devam etmesi ve AB’nin, Orta Asya ülkeleriyle “insan hakları ve sivil kuruluşlar” başta olmak üzere “ayrı ayrı enerji konusunda ilişkiler ve diyaloglar geliştirmesi sürdürmeli”.
Ayrıca Avrasya coğrafyasında varolan “fosil enerji kaynaklarının modernleştirilmesi ve yer altı enerji kaynaklarının geliştirilmesi için bölge ülkeleri desteklenmeli”.
Buna mukabil “Hazar Denizi ve Karadeniz üzerinden bölgede yeni enerji koridor hatlarının geliştirilmesi için AB bu uğurda çalışmalı” ve Avrupa tekellerinin bölgedeki petrol ve doğal gaz vanalarını ellerine geçirerek, Rusya’nın denetiminde Hazar Denizi’nden Batı Avrupa’ya transferi (nakliyatı) sağlanmalı”.
Buna ek olarak bölgede rekabeti yükselterek, “ABD ile bölgede politik amaç birliğini oluşturmak” için çalışılmalı.
Bu arada Brüksel’in AB stratejisine dolaylı olarak tepki gösteren Özbekistan Dışişleri Bakanı, “Özbekistan bir Asya ülkesi, Brüksel’e 6.000 km uzaklıkta”, “Avrupalıların öğretmenliğine gerek yok” diyordu. Kazakistan Dışişleri Bakanı da, Avrupalıların bu açıklamalarına yönelik “Ayağın neresini incittiğini, ayakkabıyı taşıyan bilir” (03.07.2007 Kazakistan Prawda gazetesi), şeklinde bir yanıt veriyordu.
Son yıllarda başta ABD olmak üzere, Batılı emperyalist merkezler siyasal süreci kendi denetimlerine alma babından Ortadoğu’da olduğu gibi Orta Asya’da da gergin tutmaya çalışıyorlar. Avrasya’da Batı bu yayılmacı ve sultacı emellerinden dolayı her ne kadar siyasal olarak fay hatlarının altını kazımış olsa da Orta Asya’nın enerji yataklarına tam ve dolaysız olarak erişmiş değil. Zira Ortadoğu enerji kaynaklarından sonra ve hatta Ortadoğu enerji kaynaklarına alternatif olan ve başlıca tüm emperyalist merkezlerin odaklandığı Orta Asya enerji kaynakları, başta bu çapulcu güçlerin ABD’si olmak üzere halen arzuladıkları güzergahlara akmamaktadır.
Gelinen süreç içerisinde bu güçlerin önünde bir çok engelin ortaya çıkması ile bu kaynaklara doğrudan ulaşımları geciktiği gibi bölgedeki dengeler Rusya ve Çin lehine doğru gelişiyor.
Hakeza ABD öncülüğünde dünyaya dayatılan “tek kutupluluğa” karşı, son yıllarda birçok gücün dillendirdiği gibi, Rusya da çok kutupluluğu savunarak, Asya toprakları üzerinde Çin ile birlikte etkinliğini derinleştirmeye çalışıyor. Bölgenin enerji kaynaklarına, ABD ve AB dışında birçok gücün, yani Rusya, Çin, Japonya, Hindistan vs. gibi devletlerin ihtiyaçlarından dolayı ilgi göstermesi, ABD ve AB merkezlerinin işini zorlaştırdığı gibi tüm bu güçlerin kendi aralarındaki kavgaları da derinleştiriyor.
Yani Avrasya üzerine giderek kızışan uluslararası emperyalist merkezlerin rekabeti ve bu merkezler arası işbirliklerinin yanı sıra, bölgenin asıl sahipleri arasında da “Avrasya’da güç merkezleri” gibi saflar ve işbirlikleri oluşturulmaya çalışılıyor. Yani bir tarafta çapulcu mağrur Batı cephesi ve diğer tarafta bu cephenin tek başına egemenliğine itiraz eden (Rusya, Çin, Kazakistan, Hindistan, İran vb.) Doğu’nun zengin enerji kaynaklarına ve insan gücüne sahip olan asıl sahipleri. Çünkü bu bölgenin barındırdığı ve halen tam olarak keşfedilmemiş, ancak dünya petrol ve doğalgaz rezervlerinin büyük bir kısmına sahip düzeyde olan enerji yatakları, emperyalist merkezlerin iştahlarını kabarttığı gibi, bölgenin sahiplerini de bu yatakların korunması için ortak çıkarlarda birleştiriyor.
“Etrafım daralıyor” diyen Rusya, Çin ile birlikte bölgede ABD’nin etkisini zayıflatmak ve önünü almak için bölge devletleriyle birlikte birçok konuda ortak hareket etmeye çalışıyor. Yani ABD’nin dünyaya dayatmaya çalıştığı tek yanlı küresel emperyal hegemonyasına karşı, Rusya da bölge adına kendinin de bir küresel dünya aktörü olduğunu kabullendirmek için ABD’ye ve AB’ye karşı tutumunu sertleştiriyor.
NATO ve ŞİÖ
Varşova Paktı’nın dağılmasının ardından, 1996 Brüksel “Bahar toplantısında” NATO’nun Doğu’ya kaydırılması kararı alındı. Aynı yıl Rusya ve Çin öncülüğün
de bölgenin beş ülkesi bir araya gelerek çeşitli konularda “ortak mücadele ve işbirliği” oluşturmayı kararlaştırdı. Bu karar doğrultusunda 2001’de Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) kuruldu.
ŞİÖ başlangıçta “terör, iç kargaşalıkların önlenmesi ve dinsel fanatik hareketlerin önünün alınmasının yanı sıra, ekonomik işbirliği olarak ortak faaliyet gösterse de, gelinen süreçte NATO’ya muhalif askeri bir güç olma yolunda ilerlemektedir.
Şanghay İşbirliği Örgütü’nün üye ülkeleri son yıllarda her yıl çeşitli misyonlar adı altında zirveler düzenlemektedirler. Özellikle son yıllardaki zirvelerde ABD’ye “Afganistan’da işiniz bitti, NATO bir dünya kurumu değil”dir denilerek, “Avrasya’dan elinizi çekin” mesajı veriliyor.
1990’lı yıllardan sonra “demokrasi, insan hakları ve özgürlük” gibi kavramların savunuculuğuna soyunan ABD, Rusya’nın arka bahçesi olarak bilinen Orta Asya’daki ülkelerin siyasal sürecini kendi lehine veya denetimine alabilmek için “Renkli Devrimler” denen bildiğimiz bir dizi kaoslar yaratmaya çalıştı.
Bununla birlikte eski Varşova Paktı üyelerinin birer birer NATO’ya ve Avrupa Birliği’ne dahil olmaları ile birlikte Rusya’nın bu cephedeki etrafı kuşatılarak, hareket alanını daraltma siyaseti uygulanmaktadır. Bu nedenle Rusya adeta Batı cephesine karşı askeri alanda atağa geçerek, “küresel güvenliğin kuraları yeniden belirlenmeli” diyordu.
Bu anlamda da Rusya bugüne kadar askıya aldığı Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması’nı (AKKA) kendi güvenliği gerekçesiyle askıdan kaldırdığını açıklayarak, füzelerin yönünü ABD’nin müttefiki olan Avrupa’ya doğru çevirdiğini açıklıyordu.
Wladimir Putin öncülüğünde her yönüyle toparlanan Rusya, 1990’lardan bu yana ABD öncülüğünde ilerleyen “tek kutuplu” dünyanın sona erdiğini, bundan böyle “çok kutuplu” bir dünyayı alenen ilan etmiş oluyordu.
Rusya giderek kuşatıldığını belirterek askeri güce önemli yatırımlar yapmaktadır. Bu yılın Ağustos ayı ortalarında ABD’nin “Patriot” füzelerinden daha kaliteli ve üstün olan “S-400” adlı füzeleri geliştirdiğini, dünyada benzerlerinin bulunmadığını ve gelecek on yıl içinde de hiçbir ülkenin buna sahip olamayacağını söylüyordu.
Yine son günlerde Rus ordusunun açıkladığına göre, “bombaların babası” dedikleri, yeni bir bombayı başarıyla denediklerini belirtiyorlardı. Öyle ki, gün geçtikse Batı merkezleriyle arası dolaylı ve dolaysız olarak gerilen Rusya, NATO’nun Doğuya açılımı ve genişlemesi, artı Doğu Avrupa cephesine yerleştirilen ABD’nin askeri gücüne karşı, Orta Asya ülkeleri ile ittifak ağlarını geliştiriyor ve Çin ile de ekonomik, askeri, sosyal ve kültürel ilişkisini güçlendiriyor.
Bu meyanda geçen Ağustos’ta Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te ŞİÖ zirvesine denk getirilen “Barış Misyonu 2007” tatbikatı, adeta Rusya öncülüğünde ABD karşıtı bir gösteriye çevrilerek, Rusya, ABD ile yaşadığı sorunlardan dolayı işbirliğinden uzak kalacağının sinyallerini veriyordu. Çünkü ABD’nin Asya toprakları içindeki askeri ve siyasi varlığı, artı bu devletin hegemonya peşinde koşarak bölgedeki varlıklarına yönelik ciddi tehdit oluşturduğunu bilen Çin ve Rusya, ABD’yi ŞİÖ ile kuşatma altına alarak bölgede etkisizleştirmeye çalışıyorlar.
Hakeza, bölgede ABD’nin desteklediği ve Rusların deyimiyle “üç belanın” yani terör, dini fanatizm ve ayrılıkçı hareketlerin bertaraf edilmesi üzerinden sekilenen ŞİÖ gelinen süreçte, NATO’ya ve Avrupa Birliği’nin (kurumlaştıramadığı) Avrupa ordusuna alternatif bir askeri kamp olarak ilerliyor. (Avrupa Birliğinin AB’si ise bağımsız bir savunma güçünden ziyade NATO şemsiyesi altında kalmayı sürdürecektir.)
Özellikle Rusya’nın bu yıl Münih’te yapılan güvenlik zirvesinde adeta meydan okurcasına dolaylı olarak ABD’yi kastederek “birilerinin tek kutuplu dünyaya dayattığı düzenek kabul edilemez” ve “bunu tedirginlikle izliyorum” şeklinde verdiği sert yanıt birçok merkezin kendini tekrar gözden geçirmesine neden oluyor. W. Putin’in bu çıkışı üzerine, Almanya Başbakanı Angela Merkel de, “Ne yazık ki Avrupa Birliği olarak ne bir güvenlik ne de bir savunma politikamız mevcut ” diyerek, gerginliğin geldiği sürece işaret ediyordu.
Bunun üzerine ABD Başkanı George Bush, hem Çin’i hem de Rusya’yı kastederek “her iki ülkeyle iyi ilişkilerin yanı sıra güçlü anlaşmazlıklarımız var” diyerek bir nevi Çin’i ve Rusya’yı tehdit ediyordu. Çin’in gün geçtikçe Ortadoğu ve Afrika’da güçlenen konumuna tahammül edemeyen ABD, Çin’e yönelik uluslararası alanda Çin mallarının kalitesizliğini boykot etmesi gibi küçümseyici davranışıyla birlikte, giderek Çin ile ABD arasında örtük sorunlar derinleşmektedir. Bu vesileyle de hızlı büyüme gösteren ekonomisinin geleceği için enerji kaynaklarını sağlama almak peşinde olan Çin “Domuzla dostluk olmaz” anlayışı ile giderek ŞİÖ’nun askeri yönüne ağırlık vermeye başlamasına neden olmaktadır.
Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) nezdinde 2002’den bugüne kadar yapılan çeşitli isimler altındaki tatbikatlara katılan Çin, “Barış Misyonu 2007” tatbikatına çok önem vermiş olmalı ki, Çin ordusu 10.300 kilometrelik uzun bir yolu aşarak, ŞİÖ üye ülkelerle birlikte, “ilk kez yurtdışı” tatbikatına katıldı.
Bu zirvede tatbikata katılan ŞİÖ’ne üye 6 ülkenin yanı sıra, gözlemci ve misafir olarak İran, Hindistan, Pakistan gibi bölgenin önemli ülkeleriyle birlikte toplam 10 ülke yer aldı.
Sonuç itibariyle bu yılki zirvede, “Bişkek Deklarasyonu” olarak anılan anlaşmalarda, “uzun vadeli komşuluk ve güvenlik stratejisi” adı altında taraflarca imzalanan anlaşmaların temel taşını oluşturan, üye devletler arasında 20 yıllık bir süreyi kapsayan “ekonomik işbirliği programı” oldu. Bu program çerçevesinde ŞİÖ’nun ortak pazarının oluşturulmasının yanı sıra, Rusya’nın önerisi olan “Asya enerji kulübü” altında Avrasya enerji sektörünü bir kulüp altında toparlanması görüşüldü.
Buradaki amaç başta ABD olmak üzere, Batı merkezlerinin enerji kaynaklarına sahip olanları devre dışı bırakma stratejisine karşı, başta Rusya olmak üzere Avrasya’nın sahiplerince ABD ve Batıyı devre dışı bırakma stratejisidir.
Özetle, emperyalist merkezler arasındaki egemenlik ve pazar kavgalarının kızıştığı Avrasya coğrafyasında silahlanma hızlanmakta.Yani, 21.yüzyılın kanlı kavgalı hesaplaşma alanının Avrasya olacağını hesaplayan emperyalist güç merkezleri arasında, dünya bir savaş atmosferine doğru çekilmek isteniyor ve herkes kendi çapında tüm varıyla yoğuyla ekonomilerini yeni bir silahlanmaya yatırıyor.
Silahlandırılan Ortadoğu
Bu vesileyle, Washington’daki savaş cihazının Savunma Bakanı Robert Gates ve Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Temmuz ayının son günlerinde Ortadoğu’ya gelerek Mısır’ın Şerm el-Şeyh kasabasında yaptıkları açıklamada, bölgedeki müttefiklerine yardımda kusur etmeyeceklerini ve bölgeyi yeni silahlarla donatacaklarını beyan etmişlerdi.
Her iki bakan da bölgenin silahlandırılmasını gerekçeleştirirken, “İran’ın bölgede artan nüfusunu ve İran’ın bölge için tehdit oluşturduğunu” belirterek, “Dünya ekonomisi için alınmış olan bu karar önemlidir” diyorlardı. Bu vesileyle de bölgedeki müttefiklerinden İsrail’e 30 milyar dolarlık silahı hibe ediyorlar, Körfez ülkelerine 20 ve Mısır’a 10 milyarı aşkın yardım ile bölgeye toplam 63 milyar dolarlık askeri mühimmat yardımı yapa
caklarını teyit ediyorlardı.
İsrail’in de karşı çıkmadığı Ortadoğu’daki bu silahlanma, Beyaz Saray’daki çetenin petrol ve silah sanayi şirketlerinin üst düzey yöneticisi olduklarını göz önünde bulundurursak bir şeylerin hazırlıkları olarak görülebilir. İsrail’in bekası için ABD’nin Körfez ülkeleri ve Mısır’a vermek istediği silahlar, bölge insanının tepesinde bir tehdit olarak sallandığı gibi, bölgenin güvenliğine yönelik istikrarsızlığı körükleyecek ve olumsuz bir süreci tetikleyecektir.
Yani ABD, gelecekte yaşanacak facialar için Ortadoğu’daki müttefikleriyle siyasal bütünlüğü sağlamanın zeminlerini sağlamlaştırırken, siyasal amaçları doğrultusunda bölgeyi çalkantılı ve kaotik bir sürece çekiyor. Ortadoğu’da mazlum emekçi halkların boğazlarından kesilerek dünyada yeni bir silahlanma yarışını başlatmış olduğu gibi, bölgeyi de silahlandırarak kapışma sahasına çeviriyor.
ABD, Ortadoğu’ya aktarılan ve daha da aktarılacak olan silahları “Ortadoğu’da güvenliğin” sağlanması olarak lanse ediyor. Kime karşı güvenlik? Bu. silahların Ortadoğu halklarına karşı vahşice kullanılması olup, gerici rejimlerin Ortadoğu’da varlıklarının daha fazla garanti altına alınmasıdır. Yine İsrail dahil (Suudi Arabistan hariç) Körfezdeki birçok ülkenin bu silahları depolayacak yeteri kadar yerleri dahi olmamasına rağmen, BAE, Katar, Bahreyn ve Kuveyt gibi Körfez ülkelerine yerleştirilecek olan “uydu kumandalı” silahların, ABD’nin “haydut” dediği ülkelerin yanı sıra Avrasya’ya yönelik gelecekte sürdüreceği savaşa yatırımı olduğunu söylersek, herhalde abartmış olmayız. Çünkü ABD bölgede “haydut” dediği İran ve İran eksenli cepheyi vuracak kadar yeteri ve fazlasıyla silah depolamıştır.
Özetin özeti olarak, Afganistan savaşından sonra Irak’ta sürdürdüğü savaştan yorgun düşen ABD’nin, İran ile girdiği nükleer sürtüşme ve geçen yıl İsrail’in Lübnan saldırısında boynunu yere eğerek Lübnan topraklarını terk etmesi, ne Tel-Aviv deki, ne de Beyaz Saray’daki savaş aparatı için yenilir yutulur şey değildi. Bu yüzden gelecek yıl ABD’de yapılacak başkanlık seçimlerinde kimin başkanlık koltuğuna oturacağı pek önemli olmasa da, G. Bush kendi döneminde ısrarla İran eksenli cepheye bir ders vermekten yana. Bu vesileyle Washington’daki üst düzey Avrupalı bir diplomat, G. Bush’un “İran’a yönelik askeri bir saldırıyı tamamıyla askıya aldığını söylemek zor” diyordu. Aynı diplomat “İran’a yapılacak bir saldırı Transatlantik İttifakının ilişkilerini alt üst edeceği gibi, bölgenin barut fıçısını ateşleyecektir” ifadesini kullanıyordu.
Velhasıl bölgeye yönelik birçok yönü bulunan stratejiler revaçta olup, herkes kendi cephesinde süreci kışkırtıyor ve gıdasını bu yönden almaya devam ediyor.