Hasan Hüseyin Başar, 2 Ağustos 2007’de aynı ismi taşıyan yazısında, tarihsel olarak sınıf bilincinin oluşmasını ve son 30 yıldır, sermaye saldırıları karşısında sınıf mücadelesinin gerilemesini konu alan bir yazı yazmıştı. Son olarak günümüzde sınıf bilincinin yükseleceği nesnel temelin ve sendikal anlayışın ne olacağı sorularını sormuştu. Konuyu ele alışını ve sorularını açmaya; bazı çözüm önerileri sunmaya […]
Hasan Hüseyin Başar, 2 Ağustos 2007’de aynı ismi taşıyan yazısında, tarihsel olarak sınıf bilincinin oluşmasını ve son 30 yıldır, sermaye saldırıları karşısında sınıf mücadelesinin gerilemesini konu alan bir yazı yazmıştı. Son olarak günümüzde sınıf bilincinin yükseleceği nesnel temelin ve sendikal anlayışın ne olacağı sorularını sormuştu. Konuyu ele alışını ve sorularını açmaya; bazı çözüm önerileri sunmaya çalışacağım.
Her şeyden evvel bu tartışmada, birbirine bağlı iki yön bulunmaktadır: Birincisi, işçi sınıfının kendinde bilinci ve kitlesel ekonomik – demokratik hareketi; ikincisi, işçi sınıfının kendisi için bilince kavuşması ve politik iktidar mücadelesi.
Sınıf Bilinci ve Sendikal Bilinç
Batı Avrupa’nın ilk işçileri, kapitalist sistemin yarattığı tahribatlara ve yıkımlara karşı (yığınsal göç, yoksulluk, işsizlik, güvencesizlik vb.) tepkilerini; bireysel suç, isyan, ludist hareket, yardımlaşma sandıkları, tek tek patronlara karşı mücadele vb. olarak göstermişlerdi. Burjuvazi, ilk işçilerin tepkilerine yönelik çok yoğun bir şiddet uygulamış; gücün, zorbalığın dışında onları içerecek – üzerlerinde hegemonya sağlayacak girişimlerde de bulunmuştu.
Özellikle ekonomik – demokratik mücadele araçları olarak ifade edilen sendikalar veya benzer işçi birlikleri; burjuvazinin de hegemonya sağlamaya çalıştığı araçlar olmuştur.
Bu dönemdeki bütün işçi hareketleri ve düşünceleri, sermayenin ve devletin tüm kesimlerinden ayrı, bağımsız bir şekilde örgütlenememiştir. İşçilerin talepleri genelde ekonomik hak bilinci – sendikacılık bilinci çerçevesinde şekillenmiştir. Çünkü devletin ve sermayenin her kesiminden ayrı bir örgütlenmeleri – partileri – eylemleri olgunlaşamamıştır. Ancak bu dönemde ütopik sosyalistlerin etkisi, işçi sınıfı ideolojisinin oluşumunda; yapılan örgütlülük ve tepkilerse (bireysel isyan, ludizm, gizli dernekler, çartizm vb.) işçi hareketinin bağımsız politik eyleminin zeminini oluşturma da önemli katkılar sağlamıştır.
İşçi hareketinin kendinde bilinci çerçevesinde geliştiği bu dönemi, işçilerin; yoksullar yığınından işçi sınıfına dönüşüm süreci olarak adlandırabiliriz.
İşçilerin bir sınıf olarak hareket etmeleri, 1840’lı yıllarla birliktedir. Simgesel görüntüsünü ise, 1848 Haziran Ayaklanması oluşturur. Burada ilk defa Paris proletaryası, sermayenin ve devletin her kesiminden ayrı olarak politik talepleri için ayaklanmıştır. Dönemin Paris sanayi proletaryası, toplum içinde bir azınlık oluşturmasına rağmen, sanayi kapitalizminin (ve fabrika sisteminin) ve ona karşı verilen mücadelenin şekillendirmesiyle; Paris’in en etkili, disiplinli gücü olmuştur. Tarih onu itmiştir.
Keza, 1871 Paris Komünü de proletaryanın iktidar talebinin biçimlenişidir. Bu dönemde Manifesto’da yapılan, işçi sınıfının bağımsız, çoğunluk partisi talebi, özellikle 1860’lı yıllardan sonra karşılığını bulmuş ve işçi partileri, işçi sınıfının politik taleplerinin savunucusu olmuşlardır.
Marks ve Engels’in en önemli politik katkısı, işçi partisi oluşturulması çağrısında yatar. İşçiler, burjuvaziye karşı ortak bir mücadele içinde savaşım yürütüp bir sınıf haline gelirken, bu sınıf mücadelesinin merkezini iktidar hedefi; temel aracını parti oluşturmalıydı. Yani işçiler; devlet ve sermayeye karşı mücadele içinde, kendilerine ve diğer işçilere dönük bir güven kazanabilirler; disiplinli – kolektif bir şekilde örgütlenebilirler; kendinde bilinçleri kendisi için bilince dönüşmeye başlar. Ancak bu durum yeterli değildir. Sosyalist sınıf bilinci gereklidir. Bu da, işçi sınıfının ulusal düzeyde politik mücadele aracıyla, partiyle oluşacaktır. Yoksa bir “sınıf” olarak hareket edemez ve heterojen – yalpalayan bir hareket ortaya çıkar. (Parti örgütlenmesinin biçimi bazı konjonktürlerde değişebilir. Açık/gizli, dar/kitlesel vb.) Devrimciler ise, bu partilerin, en ileri – kararlı kesimleridir. Proletaryanın ortak çıkarlarını temsil ederler.
Lenin ise Marksist parti anlayışının özüne bağlı olarak, partiye yönelik burjuva ideolojisinin etkisini kırmak, otokrasiye karşı mücadele etmek ve işçiler arasında gelişen eşitsiz bilinç durumundan dolayı bilinci, azami hale getirmek için; merkezi bir azınlık partisi önerdi, hayata geçirdi. Böylece işçiler, sosyalist bir bilinçle eğitilecek, politik sınıf bilinci dışardan taşınacaktı.
Lenin’in, kendisi için bilinci ele alışının bir yansımasını da sınıf içi mücadele anlayışı oluşturmuştur. Sanayi proletaryasının “en genç, vasıfsız çoğunluğunu” temel alması – öne çıkarması; Rus proletaryasının zaferini sağlayabilmiştir.
Bu anlayış, II. Enternasyonal’in ekonomist ve sosyal şövenist anlayışına bir meydan okuyuş olmuştur.
Yeniden kendiliğinden bilinç tartışmasına dönersek; işçi sınıfının kendinde bilincinin sendikal bilinç olduğu ve kendinde bilincin kendisi için bilince hareket ettiği konusunda Marks ve Lenin arasında paralellik vardır. (Sendikaların sosyalizmin okulları olduğu söylemi ve bilincin kendinden kendisi için bilince ilerlediği söylemi vb). Ancak gerek Rus Demokratik Devrimleri gerekse dünyada bugün yaşanan bazı gelişmeler, kendinde bilincin sendikal bilincin ötesine de geçebildiğini; hükümet düşürebildiğini veya dönemsel olarak rejime ağır darbeler vurabildiğini göstermiştir. Ancak partisiz proletaryanın, yeni bir iktidar kuramayacağını da göstermiştir.
Marksizm-Leninizm, mücadele ve hedef bağını kurulabildi. Ve proletarya; sürekli olarak büyüyen bu devrimci ordu; bütün ezilen sınıflara önderlik ederek, kendisiyle birlikte tüm toplumsal sınıfları sönümletme yolunda önemli adımlar atabildi.
Tartışmayı güncel olarak yaparsak;
1970’lerin sonundan itibaren burjuvazi, resmi komünist partilerine ve yeni sömürge halk kurtuluş partilerine yönelik sistemli bir saldırıya geçmiştir. Buna komünist partilere hakim olan revizyonist – liberal anlayış da eklenince, işçi sınıfı savunmasız kalmıştır. Bu partiler, emperyalizme karşı sınıf savaşımının önderliğini yapmamışlar, işçi sınıfının genel çıkarlarını temsil etmemişlerdir. Bu süreç, sendikal mücadelede de hâkim olmuştur. Yeni sömürge halk kurtuluş partilerine yönelik ise şiddetli bir saldırı başlatılmış; bu partiler dağıtılmış veya zayıflatılarak sistem içine çekilmiştir.
Burjuvazinin saldırısının ikinci ayağını ise, işçilerin kendinde bilincinin etkisini azamileştiren fabrika sisteminin yerine esnek üretimin getirilmesi ve yığınsal bir mülksüzleştirme dalgası ile işçi sınıfının geleneksel araçlarını boğmak oluşturmuştur. (Elbette bu uygulamaların birçok nedeni var. Ben yalnızca konumuzla ilgili olan kısımlarına değiniyorum.) Yoksullaştırılan – işçileştirilen yığınlar ise, başta taşeron olmak üzere, güvencesiz işçiliğe fırlatılıp atılmışlardır.
Tam da burada en başta belirlediğimiz birbiriyle bağlantılı iki yönü tartışmalıyız.
1- Mutlaka bağımsız bir devrimci işçi örgütlenmesi oluşturmalıyız.
2- Mutlaka kitlesel bir işçi hareketi oluşturmalıyız.
Günümüzde taşeron – güvencesiz işçileri temel almak, işçi hareketini bu omurga üzerine inşa etmek devrimci işçilerin görevidir. Ancak güvencesiz işçileri en doğal şekilde örgütleyebilecek araçları oluşturabilmek, işçilerle sürekli bir ilişki kurabilmek ve oluşturulacak bu harekete yön vermek gerekmektedir.
Güvencesi
z işçilerin kendinde bilinçleri ve tepkileri yine vardır. Patrona karşı tek tek veya grupsal olarak mücadele etmektedirler. Ancak mücadeleleri bireysel, yöresel kalmakta ve büyüyememektedir. Yani esas tahrip olan, eylemlerinin etkisini azamileştiren çalışma biçimleri ve mücadele araçlarıdır. Güvencesiz işçiler, “geçici ve hareketli” işçilerdir. Sürekli olarak iş değiştirmekte ve tüm mahalle, bölge ve hatta kent; çalıştıkları yerler olmaktadır. Bu yüzden örgütlenmeleri işyeri ve işkolu formunu aşmaktadır. Doğu Londra’dan Seul’e, El Alto’ya bunun örneklerini görebiliriz. (Bu bölgesel form, kadın ve işsizler sendikası vb. gibi örgütlenmeleri de doğurmaktadır. Örneğin Kartal’dan Fenerbahçe’ye ev temizliğine giden bir tren dolusu kadını örgütlerseniz böyle bir örnek oluşturabilirsiniz.)
Mücadele alanının bölgeselleşmesi, çalışma yaşamında her düzeyde parçalanan güvencesiz işçilerin bilinçlerinin ve eylemlerinin ortaklaşmasına neden olacaktır. Küçük birimlerden oluşan devrimci işçiler ise, bu harekete yön verebilir, politikleştirebilir ve ulusal düzeyde bir iktidar mücadelesine evriltebilir. Ancak bu bağ esnek bir biçimde kurulmalı ve talepleri, parçalanmayı ortaklaştırabilen bir yaklaşımla örülmelidir.
Bölgesel düzeyde yapılacak olan güvencesiz işçi çalışmasında, ücret artışı en temel talep olmalıdır. Bunu da, yapılan işe göre insanca yaşayabilecek asgari ücretin belirlenmesini sağlayacak kampanyalar oluşturmalıdır. (Bu anlayışın ulusal düzeydeki yansısı asgari ücret kampanyasıdır.) Sigorta hakkı; işsizlik, kaza ve sağlık sigortasını içerecek bir biçimde savunulmalıdır. Yine sekiz saat çalışma, emeklilik ve iş güvencesi vb. haklar savunulmalıdır. Bu mücadele, parçalanan ve böylece birbiriyle rekabete sokulan işçiler arasında bir standart yakalama, ortak mücadele oluşturma anlayışı olarak okunmalıdır. Yani işçinin bölge örgütü diyecek ki; bundan sonra bu bölgedeki matbaa kalfaları şu kadar ücret alacak vs… Direkt asıl işverenle, serbest bölgenin, sanayi sitesinin veya işveren birliğinin örgütlenmesiyle masaya oturmayı hedefleyecek.
Güvencesiz işçilerin mücadele taleplerinin ikinci ayağını ise, oturdukları mahalleyi de kapsayan eğitim, barınma, sağlık, temiz su ve diğer sosyal haklar mücadelesi oluşturacaktır. Bu talepler de güvencesiz işçilerin sendikalarının, örgütlerinin vazgeçilmez talepleri olarak örgütlenirse, ortak mücadele anlayışı pekişecektir.
Bunu dışında, sınıfın tam birliğini sağlamak için, güvencesiz işçilerle, göreli güvenceli olan – kadrolu işçiler arasındaki “düşmanlığı” yok etmek gerekmektedir. İşçi sınıfı yıllardır bu yüzden zarar görmektedir. Zaten sınıf içi bölünme, burjuvazinin tarih boyunca inisiyatifi elinde tutmak için yaptığı bir saldırı biçimidir. Örneğin SEKA’da Seydişehir’de kadrolular direndi ama yenildi. Madenlerde ve santrallerde de benzerinin yaşanması muhtemel. Bu sürecin tekrar etmemesi için, kadrolu ve taşeron çalışanlar arasında; şimdiden küçük çaplı işbirlikleri ve dayanışma biçimleri geliştirmeliyiz. Çünkü ne özelleştirmeler yalnız kadrolu işçilerin sorunu, ne de güvencesizlik yeni işçilerin sorunudur. Devrimci İşçiler, işçi sınıfının bütünsel mücadelesi için bu birliği gerçekleştirmelidir.
Güvencesiz işçilerin, ekonomik – demokratik hakları için mücadele etmelerini sağlayacak formlar oluşturmak yetmeyecektir. Bunları kurumsallaştırma mücadelesi de verilmesi gereklidir. Çünkü işçiler, belli hak kazanımları sonrasında mücadeleyi bitirme eğiliminde olabilirler. Ama devrimci işçiler, mücadeleyi sisteme karşı yönlendirmelidirler.
Yani bölgesel örgütlenme, ortak örgütlenme ve yukarıda saydığım talepler, işçileri harekete geçirecek bir dil olabilir; işçilerin ve halkın sesi olabilir. Devrimci işçiler de, misyonlarını yerine getirebilir. Tabii ki bu mücadelede yön gösterirken devrimci işçi örgütlenmesini kurumsallaştırarak.