Gül’ü Çankaya’ya çıkartarak bir erken zafer havasına giren AKP’nin seçim sonrasına bıraktığı tüm temel yapısal alanları ilgilendiren dönüşüm programının kaderini, dünya ekonomisindeki çalkantı ve Ortadoğu’nun yeni çatışma atmosferinden oluşan fırtına belirleyecek gibi görünüyor. Gerçi şimdilik bu gelişmeler sanki Türkiye’yi hiç etkilemeyecekmiş gibi bir hava yayılmaya çalışılıyor. Ama şurası kesin ki önümüzdeki dönemde AKP’nin işi, ekonomi […]
Gül’ü Çankaya’ya çıkartarak bir erken zafer havasına giren AKP’nin seçim sonrasına bıraktığı tüm temel yapısal alanları ilgilendiren dönüşüm programının kaderini, dünya ekonomisindeki çalkantı ve Ortadoğu’nun yeni çatışma atmosferinden oluşan fırtına belirleyecek gibi görünüyor. Gerçi şimdilik bu gelişmeler sanki Türkiye’yi hiç etkilemeyecekmiş gibi bir hava yayılmaya çalışılıyor. Ama şurası kesin ki önümüzdeki dönemde AKP’nin işi, ekonomi ve dış siyaset açısından geçtiğimiz beş yıllık iktidar dönemiyle kıyaslanmayacak kadar zor olacak.
İçinden geçtiğimiz günler, etkileri daha sonra son derece sarsıcı biçimde ortaya olacak olan bir dizi iç ve dış gelişmenin biriktiği bir ön hazırlık dönemi niteliğini taşıyor. Kuşkusuz en kritik gelişmelerden birisi, ABD’den yayılmaya başlayan mali krizin dünya ekonomisi üzerindeki yansımalarının hangi temel yapısal değişimlere yol açacağı ve özellikle ülkemizi ne ölçüde etkileyeceği olacak. Ancak krizin etkilerinin her halükarda uzun vadeye yayılacağı açık. Genel tablonun kırılgan bir parçasını oluşturan Türkiye’nin kronik yüksek cari açığı sorununa, bu dönem bir de seçimlerden miras kalan bütçe açığı eklendi. Üretim rakamları gerilerken, özellikle gıda, enerji gibi temel ihtiyaç maddelerinin pahalılığı dikkat çekiyor.
Öte yandan Ortadoğu’da da kritik bir gelişmeler dizisi ortaya çıkmaya başladı. İsrail uçaklarının geçen hafta Suriye üzerinde yaptıkları saldırı provası, başta İran, Lübnan ve Irak olmak üzere tüm Ortadoğu’da çoktandır sürmekte olan ısınmanın giderek yeni bir kaynama noktasına ulaştığını gösteriyor. Gelişmelere biraz daha yakından bakıldığında, Türkiye’nin ABD ve İsrail’in Ortadoğu politikalarına geçen dönemdekinden fazla bulaşacağı görülüyor. İsrail’in Suriye hava sahasında gerçekleştirdiği saldırı provasının, MİT ve Genelkurmay’ın bilgisi dahilinde olduğunu gösteren işaretler; ABD askerlerinin Irak’tan çekilişini ağırlıkla Türkiye üzerinden gerçekleştirmeye yönelik hazırlıklar ve ABD yönetiminin, yeni bir tezkere talihsizliğine uğramamak için şimdiden gönderdiği uyarı sinyalleri bu durumun ilk işaretleri.
Ayrıca ABD askerlerinin çekilmesi ve Kerkük referandumunun beş ay ertelenmesinde de görüldüğü gibi, Irak’a dair yeni planların arifesinde olduğumuz bugünlerde PKK’yi kıskaca almaya dönük bir dizi eş zamanlı gelişme de bu bütünselliğin bir parçası olarak ortaya çıkıyor. Bu gelişmeler: Talabani ve Barzani’nin “PKK’nin eylemlerini tasvip etmedikleri ve bunlardan rahatsız oldukları” mealindeki açıklamalarını hemen takiben, Gül’ün cumhurbaşkanlığı makamındaki ilk gezisini Güneydoğu’ya yapması; aynı günlerde DTP’nin, PKK’yi “terörist” olarak nitelendirmeye zorlanması; DTP ile PKK’nin arasındaki mesafenin açıldığına dair şişirilmiş haberler; İslamcı medyanın Kürtler içindeki İslamcı tabana oynaması ve Kürt hareketini yıpratmak için yürüttüğü sistematik kampanya; O. Baydemir-T. Erdoğan atışmasında olduğu gibi Kürt hareketinin etki alanı içindeki belediyelerin mali ve idari açılardan da sıkıştırılması; Ankara’da büyük miktarda patlayıcı yüklü bir minibüsün tuhaf bir şekilde tam da 11 Eylül günü yakalanması ve anında olayla ilgili olarak PKK bağlantısının kurulması; artan operasyon haberleri…
Ortadoğu ile ilişkili bu gelişmelerde son derece aktif bir konum işgal eden genelkurmayın, seçim öncesindeki “ABD karşıtlığından” herhangi bir eser kalmadığı gibi, aksine sıcak ilişkinin yarattığı “huzur ve güven” havası da kamuoyunda yansımalarını buluyor. Ordudaki dönüşümleri izlemek açısındansa, sürekli İsrail ile ortak tatbikatlar yapan ordunun “profesyonelleşme planına” dönük adımları hızlandırıldığını da akılda tutmakta yarar var.
Bu gelişmeler ışığında iç siyasete baktığımızda, AKP’nin yeni döneme yoğun bir hazırlıkla girdiği görülüyor. İlk ataklar anayasa hazırlığıyla başladı. AKP, IMF, Dünya Bankası, sermaye çevreleri ve AB’nin seçim öncesinden itibaren, seçim sonrasının beklenilen ilk icraatı olarak dile getirilen “yeni bir anayasa yapılması” isteklerini hiç sektirmedi. Çünkü neoliberal programın daha da pervasızca ilerlemesi için bu adım şarttı. Ayrıca değişim imajı açısından elinde kamuoyuna sunacak hiçbir etkili malzeme kalmayan AKP’nin, AB ilişkilerini bu amaçla yeniden canlandırabilmek için de bu hamleye ihtiyacı vardı.
Hazırlanan anayasa taslağının mantığında yer alan kritik noktalarsa şunlar: özellikle sosyal hakların neredeyse tamamen budanmış olması; her tür neoliberal icraat karşısında geçmiş dönemin anayasal, hukuki direnç olanaklarının tamamen ortadan kaldırılması; cumhurbaşkanlığının yetkilerinin daraltılarak Doğu Avrupa ülkelerindeki gibi “güçlü başbakanlık” modeliyle, denetimsiz ve seri işleyecek bir neoliberal icraatın önünün tamamen açılması. Bu arada kuşkusuz gerici ve baskıcı düzenlemelerin herhangi bir aşamada devreye girmesi de hiç şaşırtıcı olmayacak.
AKP’nin bu süreci kendisine karşı direnen kurumları etkisizleştirme ve ele geçirme stratejisi açısından da değerlendireceğinden hiç kuşku duyulmamalıdır.
Bu süreçte Gül’ün ilk gezilerini Güneydoğu ve ardından da Kıbrıs’a gerçekleştiriyor olması, AKP’nin dış politika önceliklerini de göstermektedir. Her iki sorun da ABD, AB ve ordu ile olan ilişkilerin düzenlenmesinde önemli başlıkları oluşturuyor. Anlaşılan Gül bu gezi süreçlerini, ordunun sürece uyum sağlaması ve ordu ile yaşanan gerilimin yumuşatılması açısından da özel bir diplomasi zemini olarak da değerlendiriyor.
Bu süreçte artık parlamento ve rejim kurumları aracılığıyla denetim altında tutulması olanağı olmayan AKP üzerinde medyanın “kamuoyu imalatçıları” aracılığıyla bir “basınç” yaratılmaya çalışıldığı; bu suretle gerici yönelimlerin bir yandan frenlenmeye, bir yandan da meşrulaştırılmaya çalışıldığı görülmektedir. 40 yıldır rejimin laiklikle ilgili icraatları konusunda sürekli eleştirilerde bulunarak İslam’la barışılmasını savunan liberal sosyolog Şerif Mardin’in ağzından dökülen, “AKP’nin sürekli gözaltında tutulması gerekir” sözleri birden bire Doğan medyanın ana düsturu haline dönüşmektedir. Bakalım Cumhurbaşkanlığı konusunda “Dolmabahçe uzlaşmasına” uymayan AKP’nin oldu bittisini son derece hızla sindiren sermaye ve medyası, AKP’nin gericiliği alttan alta gayet istikrarlı bir şekilde güçlendirmesinin yaratacağı kimi çarpıcı sonuçlarla hangi aşamalarda ve nasıl yüzleşecek.
***
Siyasal rejimin, ekonominin, dış politika ve bağımlılık ilişkilerinin böylesi değişimlere gebe olduğu bu süreçte, toplumsal muhalefetin ana aktörlerinin hemen hepsi tamamen içe dönmüş durumdalar.
Solun ana parti ve gruplarının hemen tümünde seçim sonrasında bir dizi iç gerilim açığa çıktı. Bunların yüzeysel nedenleri bir yana bırakılacak olursa, arka planda yatan ortak belirleyici unsurun, toplumsal muhalefetin gerektirdiği dinamizme uygun hiçbir yenilenme umudu göstermeyen siyasal çizgilerin içine sıkışan dar grup yapılarının ihtiyaca cevap vermemesi olduğu söylenebilir. Bu nedenle “yeni bir çatı partisi” fikri, bu tartışmaların bir kısmının odağında yer almaktadır. Bu parti ve grupların bugüne kadar sürdürdükleri yanlış, hatalı, eksik, zaaflı, savrulmuş, vb., çizgilerin bir sonucu olarak da, böylesi bir gerileme döneminde (daha önceleri de defalarca görüldüğü gibi) ortaya genellikle ilk olarak bürokratik, liberal, sağcı arayışlar dökülmektedir. Bu atmosfer yor
ulma belirtilerini daha çabuk ortaya çıkartır. Her siyasal dönemeçte bunlar yaşanmış, şimdilerde bir kez daha yaşanmaktadır. Kürt hareketinde yaşanan sıkıntıları da, özgünlüklerini atlamadan bu genel çerçevenin içine yerleştirebiliriz.
Bu tartışmalar açısından en temel sorun şudur: Gerek bu odaklar gerekse muhaliflerini, ülkenin devasa sorunlarına çözüm olmayı hedefleyen doğru bir yenilenmeci devrimci çizgi arayışının gereğini anlamamakta, anlasalar da bunun zorluklarına, zahmetlerine katlanmak istememektedirler. Devrimcilerse böylesi süreçlerin artık sadece kararlılıktan değil, aynı zamanda devrimci, sol bir yenilenme çizgisinin daha büyük bir azim ve enerjiyle uygulanmasından geçtiğini deneyimle öğrenmişlerdir.
Sendika ve odaların seçim yılı olmasından ve muazzam bir siyaset boşluğun yaşanmasından dolayı, tutarlı bir emek çizgisi ve tutarlı bir muhalefet oluşturma güdüsüne hiçbir biçimde sahip olmayan kimi aktörlerin de sendikal alana her zamankinden daha fazla itibar ettiği gözleniyor. Bir yandan bunlardan, diğer yandan çeşitli sol partilerin iç çekişmelerden beslenen genel didişme atmosferi, bu alanlara hakim olmuş durumdadır. Politikasız kalan bilumum parti ve gruplar, siyasette özgün bir yer tutamamanın yarattığı boşluğu, temsil mekanizmalarında her ne pahasına olursa yer almakta aramaktadırlar.
Yeni bir sendikal çizgi arayışındaki bağımsız birey ve çevrelerse çoktandır genel olarak bu “didişmeden” uzak durmayı yeğliyorlar. Devrimciler bu sürecin kirli, bıktırıcı yönlerini sabırla karşılayarak, yeni bir emek hareketi yaratmaya dönük çabalarını bu dönemde de inatla yoğunlaştırmalı ve iddialarını yükseltmelidirler.
Bunlar “eskinin”, yeni bir toplumsal muhalefet çizgisi arayışı sürecinde depreşen çözülme sancılarıdır. Türkiye ise devasa sorunlarla boğuşmaktadır. AKP’nin bu sorunları çözebilme olasılığı yoktur ve toplumdaki muhalefet arayışı sürecektir. Böylesi bir dönemde izlenmesi gereken çizgi, bir yandan ülkenin sorunlarına yanıt verecek inandırıcı bir genel devrimci çizginin açığa çıkartılması; diğer yandan, bu çizginin somutlaşacağı enerjik bir muhalefet hattının örülmesidir. Hak mücadeleleri temelinde geliştirilecek bir muhalefet çizgisini adım adım ülkenin ana muhalefet kurumlarının da çizgisi haline getirecek; bu durumu giderek bütünlüklü bir politik programa dönüştürecek bir ataklık ve kıvraklık gösterilmelidir. Böylesi dönemlerde bu hattın örülmesi her zamankinden daha fazla sabır, özen, incelik ve azim gerektirir. Devrimciliğin aynı zamanda olanaksızlıklardan olanak yaratma sanatı olduğu da en çok böylesi zamanlarda akılda ve yürekte tutulmalıdır.